Paylaş
Türkiye’miz de Birinci Büyük Savaş’ın sonunda olduğu gibi yine Batı’nın nüfuz sahasına bırakıldı.
O vakitler Sovyetler Birliği, komünizmi ve Demir Perde’yi, ABD ise demokratik hür dünyayı temsil ediyordu.
Türkiye olarak, yeni devletimizi Cumhuriyet’in temelleri üzerine kurmamıza karşın henüz demokrasi ile tanışamamıştık. Atatürk’ün sağlığında yapılan çok partili sistem denemeleri de başarısız oldu.
Dışarısının teşvik ve telkinleriyle 1946 seçimlerine iki partiyle girdik ama bunun yanında Şark kurnazlığımızı da ihmal etmedik. ‘Açık oy gizli tasnif’le sözde seçim yaptık.
Bu denli şaibeli bir seçimle yine iktidar olan CHP’nin bu dönemde (1946-1950) ABD ile yaptığı anlaşmalar ve sonrasında iktidar olan DP ile NATO’ya girmemizle birlikte bütünüyle ABD’nin nüfuz sahasına dahil olduk.
Daha açık ifadesiyle, onlar böyle olmasını istedi, biz de ister istemez kabullendik.
O gün bugündür ABD bizi peyki olarak gördü. Hani Suudi Arabistan Veliaht Prensi’ne diyor ya: “Bak Kral! Seni ve paralarını biz koruyoruz. Biz istemesek iki haftada gidersin. Seni ve paralarını korumamızın bedelini ödemelisin!”
Tıpkı bunun gibi, bizi de sözde komünizm illetinden korumuştu. Hani her yıl, yetkililerimize ‘Bu kış gelebilir’ dedirttikleri mahut komünizm illeti. Kışlar gelip geçti ama komünizm gelmese de Türkiye bunun bedelini ödemeliydi!
Hem de fazlasıyla ödedi. NATO’nun hiçbir nimetini görmedi lakin tüm külfetlerini çekti ve çekmeye devam ediyor.
Bırakın savunma sanayiimizi kurup geliştirmemizi, askerimizin potin, palaska ve matarasına kadar her ihtiyacımızı ABD karşılıyor, bir topluiğne bile yapmamızı istemiyordu.
Uzun yıllar, bu ülkede sanayinin, teknolojinin lafı bile edilmedi. Bu acizlik ve çaresizlik içinde, milli konularda sıkışıp kapılarına gittiğimizde yüzümüze bile bakmadılar.
Kıbrıs gibi milli hamlemizde ise büsbütün karşımızda yer alıp bize ambargo uyguladılar.
ABD’ye giden ve bir şeyler isteyen tüm başbakanlarımız elleri boş döndü. Reçete olarak gösterdikleri IMF’nin sarmalında ümüğümüz sıkılıyor, faiz batağında çırpındıkça batıyorduk.
ABD’den ümidi kesen ve son çare olarak Rusya’ya yanaşan başbakanların akıbetleri ya idam sehpası oldu ya da darbe sonucu iktidardan uzaklaştırıldılar.
ABD’nin dostluğunun kısaca özeti şuydu: Ya benimle olursun ya da bu diyardan gidersin. Hatırlayın, Başkan Bush Irak’ı işgal ederken, dünyaya seslendi ve “Ya yanımda olacaksınız ya da karşımda olursunuz!” dedi.
Sayın Erdoğan, başbakanlığı döneminde de ABD politikalarına karşı çıktı, hep mazlumdan yana tavır aldı.
ABD, İsrail’le birlikte hareket edip Filistinlilere zulmederken, zulme dur diyen ve baş kaldıran hep Türkiye ve onun lideri Sayın Erdoğan oldu.
1950’den sonraki onca başbakan ve cumhurbaşkanlarımız arasında, yalnızca Sayın Erdoğan’ın ABD başkanlarıyla yapılan müzakerelerde diklenmeden dik durabildiğini gördük.
Paylaş