Bir kuralı her zaman hatırlatıyoruz: Her şey en ince yerinden, zulüm ise en kalın yerinden kopar. Dünyanın neresinde bir kan, gözyaşı ve sömürü varsa, altından mutlaka ABD ve onun yandaşları çıkıyor.
ABD, hürriyet şemsiyesinin altında saklanarak, dünyanın yarısından fazlasını yanına aldı. İşin tuhafına bakın ki, ABD karşısındaki ülkelerden ziyade yanındakileri, sözde dost ve müttefiki olan ülkeleri karıştırıyor.
Tehdit ve şantajla onların iliklerini emiyor, boyun eğmeyenleri ise vesayet savaşlarıyla çökertip aynı hizaya sokuyor.
Ziya Paşa ne güzel söylemiş: “Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat/Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.”
Kıtanın asli sahipleri olan Kızılderililerin köklerini kazıyarak oraları işgal ettiler; bu zulüm yetmedi, Afrika’da siyahi gençleri köle olarak gördüler ve onların sırtlarından devasa beldelerini imar ettiler.
Siyahileri ise hayvan yerine bile koymadılar. 1960’a kadar kendilerine oy hakkı bile verilmedi.
Siyahi bir kişiyi başkan seçmeleri, eşitlik ve insan hakları konusunda kimseyi yanıltmamalı. Tamamen gaz almaya yönelik bu eylemle ABD, uzatmalarına biraz daha vakit ilave etti.
Ülke genelinde siyahilerin oranı yüzde 13.5 olmasına karşın, koronadan ölenlerin yüzde 60’ı siyahilerden. Sadece bu rakamlar bile siyahilerin ABD’de ne denli ikinci ve hatta üçüncü sınıf vatandaş olduğunun tipik göstergesidir.
Köklerinden böylesine kopuk ve kendi değerlerine bu denli düşman olan ve diş bileyen ne böyle bir millet var, ne de herhangi bir milletin içinde böyle bir damar var. Bunlar, kraldan daha kralcı lakin Batıcılıkları kavanozu dışından yalamaktan ibaret, satıhta, kabukta kalan ve asla öze nüfuz edememiş taklitçi tiplerdir.
Fetihle sonuçlanan olayın kısaca özeti şudur:
Bizans, Türk’ün barışçıl İslami tebliğini reddetmiş ve silaha sarılmıştır. Dolayısıyla İstanbul, kan dökülerek fethedilmiştir. Bu karşı koyuşa ve onca şehide rağmen, Fatih Sultan Mehmet Han, kendilerini ve sahip oldukları maddi ve manevi tüm değerlerini bağışlamış ve güvence altına almıştır.
Latinlerin 1204 yılındaki istilasında yaptıkları gibi şehir yakılıp yıkılıp yağmalanmamış ve hepsinden önemlisi Hıristiyan’ın Hıristiyan’a reva gördüğü vahşetle, sivil halk kılıçtan geçirilmemiştir.
Arta kalan bir avuç Bizanslı bu yüzden “Ayasofya’da kardinal külahını görmektense, Müslüman sarığını tercih ederiz!” demiştir.
Fatih’in İslami hoşgörüsü ve duyarlılığı sonucunda, ‘kılıç hakkı’nın gereği, en büyük kiliseyi (Ayasofya) fethin sembolü olarak camiye çevirerek vakfetmiştir.
İlahi ve beşeri hukukların hepsinde, vakıf eserlerinin vakfın gayesinin haricinde kullanılması uygun görülmemiştir ve hatta bu durum lanetlenmiştir.
Fetih kutlamaları çerçevesinde Ayasofya’da Kuran-ı Kerim’den
Söz fetihten açılmışken, İslam’da çok yanlış anlaşılan cihat konusunda birkaç cümle yazmak isteriz. Nitekim bundan önceki papa da Türkiye ziyaretinde, diplomatik kurallara uymayan ve hele de bir din adamına hiç yakışmayan bir beyanla, “İslamiyet’in kılıçla yayıldığını” söylemişti.
O vakitler ülkemizde FETÖ’cülerin borusu öttüğünden, onlar da papa ile diyalog süreci güttüğünden olacak, kimse çıkıp da papanın ağzının payını vermemişti.
İslamiyet (İslam) kelimesi ‘silm’ kökünden gelmiştir ve sulh, barışmak, barışıklık, Müslim olmak, itaat manasınadır. Müslim olmayı da Hz. Peygamber (sas) “elinden ve dilinden emin olunan kişi” olarak tarif etmiştir.
İslam tarihinde de elbette savaşlar olmuştur ama bunların hiçbirisi ‘Haçlı Seferleri’ kategorisinde değildir. Bu durumun yegâne örneği de sevgili Peygamberimiz’dir. Mecbur kalmadan asla savaşmamış ve içinden çıkarıldığı Mekke şehrini kimsenin burnunu kanatmadan fethetmiştir.
Mekke fethinin öncesinde, Mekkeli müşriklerle Hüdeybiye Anlaşması yapılmış, lakin müşrikler bu anlaşma hükümlerini ihlal etmişlerdi.
İslam’da cihat, gelen bu son dinin insanlara duyurulmasından (tebliğ) ibarettir. Muhataplar, bu isteğe olumlu cevap verip tebliğe müsaade ettiklerinde asla savaş yapılmaz, yapılamaz.
Yapılırsa cinayet işlenmiş olur.
Bakınız: Bir savaş esnasında bile karşı taraf beyaz bayrak çıkarıp barış istediğinde, savaşa devam edilemez. Böyle durumlar olmuş ve İslam ordusu kilisenin ortasına kadar gelmişken beyaz bayrak çıkarılmış ve o kilisenin yarısı cami yapılıp diğer yarısı kilise olarak bırakılmıştır.
Halkın iktidarı alaşağı edildi; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar Kurulu üyeleri ve iktidar partisine mensup milletvekilleri derdest edilip Yassıada’ya tıkıldı.
Cumhurun (milletin) temsilcisi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı korumakla görevli Muhafız Alayı Komutanı tutukladı.
Yassıada’da sözde bir mahkeme kuruldu ve adına Yüksek Adalet Divanı denildi.
Gerçekte ise 20. yüzyılda, Batı’nın ortaçağ karanlığından devşirdiği ‘engizisyon’un ta kendisiydi.
Meğerse mahut cinayet şebekesinin askeri üyeleri, daha işin başında, 1950 seçimleriyle seçimi kaybeden İnönü’ye gitmişler ve o isterse iktidarı DP’lilere teslim etmeyeceklerini söylemişlerdi.
İnönü ise bir önceki (1946) seçiminin şaibesi altında ezilerek ve daha da önemlisi, ‘açık oy, gizli tasnif’ şeklindeki akla ziyan, karakuşi kanunun mimarı olarak böylesi bir kepazeliğe ‘evet’ demedi, diyemedi.
Diyemezdi çünkü bu rezil hali dünyaya anlatamazdı.
Böylece 27 yıllık tek partili CHP iktidarı son buldu. 14 Mayıs 1950,
Ama perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, zira Soğuk Savaş döneminin bittiği 1991 yılından beri, İslam âlemi olarak ağız tadıyla bir bayram yapmadık, yapamadık.
O günlerden bugüne yazdığımız bayram yazılarının başlıkları hep ‘buruk’ kelimesiyle ifade ediliyordu.
Artık nerede o eski bayramlar derken, bayağı eskilerin özlemini dillendirmiş oluyoruz.
Sovyetlerin parçalanmasıyla tek süper güç kalan ABD, tabiri caizse fincancı dükkânına (özellikle Ortadoğu’ya) fil gibi daldı. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) denilen, aldatmaca ‘hürriyet’ ayaklanmalarıyla bölgedeki İslam ülkelerini perişan edip kendi güdümüne soktu.
Koca İslam coğrafyasında yalnızca Türkiye’nin bileğini bükemedi, onu da darbe üstüne darbelerle hizaya sokmak istedi ve halen de bu isteğinden vazgeçmiş değil.
Emperyal güçlerin sosyal, siyasal, finansal ve askeri hücumları karşısında dünyaları kendilerini dar edilen İslam âlemi can derdine düşmüşken, hangi bayramı ağız tadıyla yapabilirdi?
Kendi ellerimizle oluşturduğumuz, sözde ‘modern’ dünyamızda baş döndürücü bir hızla koşuştururken ailemizi, yakınlarımızı ve komşularımızı ve hatta kendimizi çoktan unutmuştuk.
Zira hepsiyle mesafeliydik, kendi gerçeğimizle de mesafeliydik!
Bilindik siyasetçiler gibi lafını eğip bükmeden, en yalın haliyle muhatabının yüzüne söyleyen bir kişilik Trump.
ABD’nin kadim bir devlet geleneği yok, bununla birlikte derin devlet yapısıyla lobilerin ağırlıkta olduğu bir ülke. En etkili lobilerin başında da Yahudi lobisi ve silah sanayi lobileri gelmektedir.
Mahut lobiler, ABD’deki başkan seçimlerinde ve seçildikten sonraki dönemde başkanların üzerinde son derece etkilidirler.
Bu hallerin tipik yansımalarını Trump’ın icraatlarında görmek mümkün. Bu cümleden olarak uluslararası tüm
hukuk kurallarını göz ardı ederek, Suriye’nin toprağı olan Golan Tepeleri’ni İsrail’e bağladığını ve Kudüs’ü İsrail başkenti ilan edip resmen tanıdığını duyurdu.
Önümüzdeki kasım ayında ABD’de başkanlık seçimleri var. Trump, yine aday lakin koronavirüs tahribatından dolayı işi zor. Bu kez sadece lobilerin gönlünü hoş etmekle iş bitmeyecek gibi görünüyor.
Seçim çalışmaları kapsamında çıktığı bir televizyon programında, Suriye sorunu konusunda sorulan soruya aynen şu karşılığı verdi: “Öldürsünler birbirlerini, bize ne ki?”
İşte ABD’nin dünyaya bakışı: ÖLDÜRSÜNLER BİRBİRLERİNİ, BİZE NE Kİ?
Darbe vatan hainliğidir, zira darbeci, ülkesini topyekûn milleti ve vatanıyla dış düşmana peşkeş çekmiştir. Her ihtilalin arkasında mutlaka dış güçler vardır ve onlardan icazet alınarak bu aşağılık eylem gerçekleştirilebilmektedir.
Nitekim bizdeki generallere, eski CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’e ve Enver Altaylı’ya yakınlığıyla bilinen Türkiye’nin eski CIA şefi Paul Henze, 12 Eylül darbesini Başkan Jimmy Carter’a bildirirken şu ifadeyi kullanmıştı: “Bizim çocuklar başardı.”
Yabancıların içimizdeki ‘bizim çocukları’ da dışarısının beslediği ve dışarısının emelleri için kendi halkına kılıç sallayan ve ülkelerinin tüm kaynaklarını onlara amade kılan, vatan ve millet düşmanlarının ta kendileridir.
Zira milletin dişinden tırnağından arttırarak kendisini ve ülkesini korusun diye maaş, makam ve imkân verdiği bu alçaklar, ellerindeki silahı o milletin kendisine ve seçtiklerine doğrultmuşlardır.
Görünürde sanki sadece mevcut iktidar alaşağı edilip o iktidar mensupları cezalandırılır. Gerçekte ise cezalandırılan topyekûn milletin kendisi ve o milletin sahip olduğu maddi ve manevi tüm değerleridir.
Vatan ve millet düşmanı olan darbeci, bu niyetini gizler ve yalnızca iktidarı ve hatta o iktidarın başını hedef aldığını söyler. Bunu söylerken o iktidarı sevmeyen ve ona karşı olanları da yanında hisseder, onlardan, onların karşı oluşlarından güç vehmeder.
Çoğu zaman da bu gücü, siyasal ve bürokratik olarak yanlarında bulurlar. Nitekim buldular da.
Bugün de aynı şeyleri söylemiyorlar mı?
Sokağa çıkanlar da bin bir dikkat ve itina ile belirli önlemleri almak zorunda.
Gökdelenleriyle ünlü şehirler adeta hayalet şehirleri andırıyor, tüm dünya üzerinde kıyametin provası yapılıyor gibi bir hava var.
Başta dünyanın süper gücü ABD’de ölüm kol geziyor, hastalara yetebilecek ne hastane, ne de cesetlere morg bulunabiliyor.
Daha dünün göz kamaştıran New York şehrinde soğutmalı TIR kasaları insan cesetlerine ev sahipliği yapıyor.
Dünya üzerindeki tüm devlet ve toplumlar, dehşetle yayılan bu musibetten payına düşeni fazlasıyla alacak ve bu halin yansımalarını iliklerine kadar hissedecektir.
Bunların başında ise krizin yaşanacağı, insanoğlunun canıyla direkt ilgisi bulunan ekonomi alanı geliyor.
Ocak kızışıp yeni bir başlangıç yapılacaksa bu da insanoğlunun başa dönmesi, yani aç kalmaması için tarıma yönelmesidir.
Yalnız sanayi diyenler ve sanayinin enva-ı çeşidinde baş döndürenler ve uzayı keşfedenler bile gün gelecek tarımın kıymetini bilecekler. Zira yaşayabilmek için bir avuç buğdaya muhtaç olacaklar.