Depremin artçı sarsıntıları başlangıçtaki gibi olmasa da hâlâ ölümcül şekilde devam etmekte. Asıl korkulan ise güz aylarında ikinci bir dalganın gelip başlangıçtaki gibi ve hatta daha ölümcül bir hal sergilemesidir.
Salgını hafife alan ve gevşek davranan ülkeler ağır bedeller ödedi ve halen ödemeye devam ediyor. Bu ülkelerin başında ABD, İtalya, İngiltere, Fransa ve İspanya geliyor.
Türkiyemiz her alanda çok iyi bir kriz yönetimi sergiledi. Bizce bunda en büyük pay, önlemlerin süratle alınıp seri şekilde uygulanmasını temin eden başkanlık sisteminindir.
Bizdeki bir kısım muhalefetin (özellikle vaktiyle iktidarla aynı trende olup inenler veya aynı kökten gelip ayrı yol tutanlar) maalesef kini dinlerinden önce geliyor!
Bütün bir insanlık can derdinde iken böylesi umumi bir felaketi bile kör siyasetlerine alet ettiler ve “En güçlü iktidarlar bile en fazla altı ay sonra gider” diyerek, Erdoğan nefreti kustular.
Erdoğan gitse her şey sütliman olacakmış gibi bir iddiayı inatla sürdürüyorlar.
Bunlar bir de utanmadan demokrasi havarisi kesiliyorlar. Erdoğan diye cephe aldıkları kişi, bu halkın yüzde 52’sinin oyunu alarak iktidar oldu. Bunların asıl dertleri Erdoğan’dan ziyade ona oy veren halktır. Halkı doğrudan karşılarına alamadıklarından ‘Erdoğan’ diyerek, akılarınca etrafından dolanıyorlar.
Ama millet her şeyi görüyor, nitekim dün de görüyordu ve mukayesesini ona göre yapıyor.
Sadece bizde değil, tüm dünyada sosyal medya kelimenin tam anlamıyla gayya kuyusunu andırıyor. Öyle ki aşağıdaki mahallede söylenen yalana, yukarıdaki mahallede kendi de inanıyor haline geldik.
Ayrıca yalnızca sıradan insanların değil, mevki makam sahibi üst düzey yöneticilerin bile kullanmak zorunda hissettikleri sosyal medya, sahte hesaplar ve bilinçli bir şekilde üretilen yalan haberler yüzünden içinden çıkılmaz bir hal aldı.
İnternetin sağlamış olduğu bilgiye hızlı ve kolay erişim, bilgi kirliliğini de aynı hızla beraberinde getirdi.Bu yüzden sahte hesaplarının ardına saklanan şizofren tipler, istedikleri kişi veya kurumları hedefe koyup fütursuzca kişiliklere, şeref ve haysiyetlere kıymakta, itibar katli yapmaktalar.
Yığınla bu denli yalan yanlış iftiralarla insanlar yanlış bilgilendirilip yönlendiriliyor.
Eğitim, sağlık, spor, ekonomi vb hemen her konuda uzman olmayan kişilerce, kulaktan dolma bilgiler hızla yayılıyor.
Kendini bilmez veya bunun tam aksi, bilinçli olarak, kirli amaçlara hizmet edenlerce, sosyal medyada siber zorbalık, nefret ve ötekileştirme, hedef gösterme ve linç girişimleri gırla gidiyor.
Daha vahimi ise tüm bu yalan ve iftiralar birilerinin işlerine geliyor, ideolojilerine hizmet ediyor diye nice makam sahipleri de bilerek veya bilmeyerek bu maşaların oyununa alet oluyor. Onun yalanını doğru kabul edip kendi imzasıyla yayıyor.
Bozacının şahidi şıracı oluyorlar ama ne gam!
Her bir darbeyle, maddede ve manada onlarca yıl geri gitmemize rağmen bu uğursuz eylemi gerçekleştirmekten vazgeçmedik.
Zamanla bu baş belası hali içselleştirip yasa maddesi haline bile getirdik.
Bütün bunların temelinde tek bir olgu var. O da bu millete, bu milletin seçtiklerine güvenmemektir.
Diğer bir ifadeyle, dışarıya bağlı içerideki vesayet odakları, kendilerini sürekli olarak hancı, milletin seçtiği iktidarları ise hep yolcu olarak görmüştür.
Osmanlı’nın son döneminden beri gerçek iktidarlar hep bürokratik oligarşi olmuştur. Onlar vatanın öz evlatlarıdır ve asıl sahipleridir.
Dolayısıyla bu ülkede onların astığı astık, kestiği kestik olmalıdır. Nitekim öyle de oldu!
Biz Cumhuriyet’i yedi düvele karşı verdiğimiz bağımsızlık savaşından sonra yerli ve milli olarak kurduk.
Tek parti rejimiyle uzun bir süre gittikten sonra, Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırıp çokpartili hayata geçtik.
Eski dünya düzeni çift kutupluydu. Sovyetlerin dağılmasıyla ABD tek kutup kalarak, dünya hegemonyasını ilan etti.
Dünyamız da küreselleşmeyle birlikte büyükçe bir köy halini aldı.
İşte ABD, köpeksiz bulduğu bu koca köyde değneksiz dolaştı; sömürü ile elde ettiği devasa güçle ‘kötülük tanrısı’ oldu.
Ne insanlık bildi, ne ahlak ne din ve ne de hukuk tanıdı. Tek bildiği şey, kan emerek vampirleşmekti.
Yaptıklarından asla utanmıyor, yalanı yüzüne vurulunca kahkahayı basıyordu.
Zulüm düzeninin karargâhı Beyaz Saray’dı. Zira Beyaz Saray’da bulunanlar kendilerini Olimpos’un sakinleri olarak görüyorlardı.
Biri (G. Bush) çıkıp Haçlı seferi başlattı. “Saddam’ın kimyasal silahı var” deyip İngiltere’yi yanına aldı ve Irak’a çullandı. Kimseler daha ne oluyor diye soramadan tüm dünyaya “Ya benimlesiniz ya da karşımda!” deyip meydan okudu.
Irak’ta bir milyon insan öldü, hâlâ ölmeye devam ediyor. Irak’taki her bir petrol kuyusun başında ABD’li askerler, leşin başında bekleşen akbabalar gibi aportta bekliyor.
Sağlıkta tek kelime ile perişan bir halimiz vardı. Hastanelerimize gitmeyen bir, giden bin pişmandı. Ertesi günkü muayene için geceden kuyruğa girilir, alınan numaraya sıra gelmeden dönülürdü.
Hasbelkader bir reçete yazdırabilirseniz bile bu kez eczanelerde ilaç kuyruğu çilesi başlardı. Öyle şimdiki gibi herkes her eczaneden ilaç alamazdı; hastaneler gibi eczaneler de ayrılmıştı. SSK’lıysanız belli eczanelerden ilaç alabilirdiniz, kuyrukta saatlerce bekledikten sonra reçetenizdeki ilaçlardan bir kısmının olmadığını öğrenir, eliniz boş dönerdiniz. Yatan hasta iseniz para ödenmeden taburcu edilmezdiniz, paranız yoksa rehin kalırdınız.
Tuzu kurular Avrupa’ya, ABD’ye gidip tedavi olurlardı.
Hastaneler bile ayrılmıştı; askeri hastaneler, Emekli Sandığı’na tabi olan memurların gidebileceği devlet hastaneleri, işçilerin gidebileceği SSK hastaneleri ve Bağ-Kur’luların gidebileceği hastane... İstanbul’da bir tane esnaf hastanesi... İstanbul’un dışında esnafın hastaneleri olmadığına göre onların hasta olmak gibi bir lüksleri yoktu!
Sosyal güvenceniz yoksa, yani bir yerde çalışmıyorsanız hastane ve doktor yüzü görmeden ölmeye mahkûmdunuz.
Sağlık sistemimiz tek kelime ile felçti.
Çok açık söylüyorum, bu koronavirüs salgını şayet bizi eski sağlık sistemimizle yakalamış olsaydı bugünkü ABD, İngiltere, İtalya, Fransa ve İran’ın perişan hallerine bile gıpta ederdik.
Toplu ölümlerin önünün alamaz ve ülke olarak cehennemi yaşardık.
Oysa insanoğlu, geliştirdiği teknoloji ile dünyayı bir köy haline getirmişti. Kapitalizm, adına küreselleşme dediği bu illetle geniş kitleleri, aynı anda cambaza baktırıp sömürü düzenine devam ediyordu.
Zorba güçlüydü ve dünya üzerinde zorbaların hukuku egemendi. Zorbanın tek dayanağı sahip olduğu yenilmez(!) orduları, kitlesel ölüm kusan silahları, altınla ölçülen kâğıt paraları (sömürü ile elde ettikleri güçlü ekonomileri) ve hepsinden daha önemlisi, tüm bu güçlerin kendilerine vehmettiği kibirleriydi.
Onlar buna özgüven deyip, kendilerini avutup başkalarını kandırmaya çalışıyordu ama gerçekte alçak dağları kendilerinin yarattıklarına inanıyorlardı.
Beyaz adam asırlar boyu yalnızca kendini insan bildi ve beyaz olmayanlara hayvan muamelesi hatta daha aşağılığını yaptı.
Zalim, gücü oranında zulmünü arttırdı; beğenmediklerini önce ötekileştirdi, akabinde gırtlağına çöküp nesi varsa yağmaladı.
Gözle görülmeyen küçücük bir virüs geldi, herkesi hizaya sokup eşitliği sağladı. Burada burunları en çok sürtenler ve canları acıyanlar zalimler, zorbalar, zenginler ve yönetim kadrosunda bulunan mütekebbirler oldu.
Çünkü onların canları çok tatlıydı(!) ve kaybedecekleri çok şeyleri vardı. Bundan dolayı da ölürlerken gözleri açık gidiyorlardı.
Küreselleşme ile birlikte dünyanın her yanında, insan insanın kurduydu. Bütün bir insanlık küresel güçlerin baskı, dayatma ve zulümleri altında inim inim inliyordu.
Hâlâ dayatmacı, jakoben, halka tepeden bakan bir laiklik anlayışı...
Ne günlere kaldık!
Ülkedeki Müslümanların Diyanet İşleri Başkanı, mensup olduğu dinin hükümlerini açıkladı diye Ankara ve İzmir baroları tarafından tefe konuluyor.
Başkana etmedikleri hakareti bırakmıyorlar. Başkanın hutbede okuduğu İslam dininin esaslarını ‘karanlık, ayrımcı ve ötekileştirici zihniyet’ olarak nitelendirdiler.
Karanlık dedikleri de ortaçağ. Belli ki ortaçağ Hıristiyanlığı ile aynı dönemdeki İslam güneşini karıştırıyorlar. Cehaletin bu denlisi ancak bunların yaptığı yüksek(!) tahsille mümkün!
Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Erbaş görevinin gereği olarak Ankara Hacı Bayram Camisi’nde temsili cuma namazını kıldırdı ve cuma hutbesinde tüm insanlığa, “Ey insanlar! Canımıza, aklımıza, inancımıza, malımıza ve neslimize zarar veren şeylerden uzak duralım” çağrısında bulundu.
Prof. Dr. Ali Erbaş, aynı hutbede “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüz binlerce insan gayrimeşru ve nikâhsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV’e maruz kalıyor. Geliniz, bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim” ifadelerini kullandı.
Allah aşkına, başkanın yukarıdaki ifadelerinde ne var? Başkan, temsil ettiği İslam dininin hükümlerini açıklıyor. Başkan bunları bu şekilde açıklamasaydı, temsil ettiği makamın gereğini yerine getirmedi diye suçlanması lazımdı.
Gelip geçen tüm ABD başkanları da söylemlerinde kullanacakları bu ifade biçimini, Demokles’in kılıcı gibi Türkiye’nin başının üstünde tutmayı maharet bilirler.
Malum, ABD bir lobiler ülkesidir. Birinci sırayı teşkil eden Yahudi lobisinden sonra en güçlü olan Ermeni lobisidir.
İster Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun, tüm başkanların Türkiye’ye bakış açıları aynıdır. Bu ise ne oldurur ne öldürür bir politikadır. Türkiye’nin hayati önemini bildiklerinden “Ne şiş yansın ne kebap” deyip, eskilerin tabiriyle idare-i maslahat yaparlar.
Başkan Trump bu yılki demecinde (ki vermiş olduğu 3. demeç oluyor) kendinden önceki başkanın (B. Obama) kullandığı ‘meds yeghern’ yani ‘büyük felaket’ ifadesini yine kullandı.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı da yaptığı yazılı açıklamada “İç siyasi mülahazalarla yapılan bu açıklamanın bizim için hiçbir geçerliliği yoktur” dedi.
Yine malum, ‘Ermeni soykırımı’ tasarısı ABD’de hem Temsilciler Meclisi’nden ve hem de Senato’dan geçmiş, onaylanması için Başkan Trump’ın önüne konmuştu. Trump onaylarsa ABD, ‘Ermeni soykırımı’nı tanımış olacaktı.
Ancak Trump yönetimi alınan bu kararları desteklemediğini açıkladı.
Osmanlı Devleti eski dünyanın üzerine kurulu bir imparatorluktu ve 600 sene hüküm sürmüştü. Onca etnik ve dini unsuru yüzyıllar boyu idare etti. Bunların hiç birisinden ve hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunan olmadı.