Paylaş
Savaş sonrası dünya taksiminde Türkiye, Batı blokunda (ABD hegemonyasında) kaldı. Meğerse Doğusu-Batısı fark etmiyormuş; her ikisi de ölümlerden ölüm beğenmekte eşdeğerdeymiş.
Bizi en yüksek perdeden (Cumhurbaşkanı Celal Bayar) “Bu kış komünizm gelebilir!” tehdidiyle korkutup ABD’nin kucağına oturttular. ABD, sözde dost ve müttefikimizdi.
60’lı yılların bir kısım gençleri, ABD’nin gerçek yüzünü görüp halkı uyandırmaya çalıştıysa da ABD güdümündeki hükümetler, mahut gençlerin üzerinden silindir gibi geçtiler. Bununla da yetinmeyip, gençliği düşman kamplara ayırıp birbirine kırdırdılar.
Bu operasyonda kendi güdümlerine soktukları ‘derin devlet’i (ABD güdümündeki) kullandılar. Zira solculara karşı, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde (F. Gülen de bu dönemde devşirilip kullanışlı hale getirildi) ve birçok farklı dernekte karşıt sağcı(!) gençler bileniyordu. Böylece her çeşitten solcu derneğin karşısına, her çeşitten sağcı dernekler çıkarıldı.
Karşıt gruplar halinde horoz dövüşü yaptırılan gençler, iplerinin ABD’nin elinde olup tek merkezden idare edildiklerini nereden bileceklerdi?
Derin devlet, cemiyetin sinir krizi konumundaki gençliği, sağı ve soluyla adeta bir maden gibi işledi ve aynı silahla sabahleyin sağcı gençleri, öğleden sonra da solcu gençleri öldürttüler.
Çizmeyi aşmak isteyen hükümetlere de bu gençler kullanılarak ayar (darbe) veriliyordu.
Ayar tutmayan hükümetlerin başına ise bölücü PKK örgütünü bela ettiler ve tabiri caizse, onları da böylece ‘meşguliyetle tedavi’ye tabi tuttular.
Malum, demokrasiye geçtiğimiz 1950 seçimlerinden bugüne değin iki çeşit hükümetle muhatap olduk. Birincisi, normal seçimle işbaşına gelmiş sivil hükümetler, bir diğeri ise bu hükümetleri yıkıp yerlerine geçen darbe hükümetleri.
Darbe ile gelen hükümetlerin başındakiler, adeta ABD’nin genel valileri gibi davrandıklarından, onlarla dış güçler arasında herhangi bir problem yaşanmadı. Fakat normal seçimle işbaşına gelen hükümet başkanlarının hepsi ABD ile sorun yaşadı. (Menderes, İnönü, Demirel, Ecevit, Erbakan, Çiller ve Erdoğan)
Bunlardan laf dinlemek istemeyenler ya darbeyle devrildi, ya hizaya sokuldu ya da Erdoğan gibi hedef tahtasına konulup kendisine batarya ile ateş edilmeliydi.
Nitekim öyle de oldu: ABD’nin sabık Dışişleri Bakanı, Türkiye’ye teamül dışı bir ziyarette bulunuyor ve kendisiyle ortak mesai yapacak kişi olarak da ‘ekümen-cihanşumül’ seçtiği, Ortodoks Patrik Bartholomeos’u ilan ediyor.
Aralarının açık olmasına rağmen Erdoğan’a karşı, AB ile ABD’yi ortak hareket etmeye çağırıyor ve şu rezil cümleyi ediyor: “Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile ben, Türkiye’nin son eylemlerinin son derece saldırgan olduğu konusunda mutabık kaldık.”
O bu cümleleri sarf ederken, güvenlik güçlerimizin Suriye’nin El Bab kentinde yakaladığı PKK’lı bir terörist de “5 ABD’linin yaklaşık 500 teröristle birlikte bir ay boyunca silahlı eğitim aldıklarını” itiraf ediyordu!
Böylesi dost, düşman başına!
ABD, bize hep bu gözle baktı lakin biz, ilk kez ABD’ye onun bize baktığı gözle bakıyoruz, bakabiliyoruz.
Düne kadar onun ne menem şey olduğunu bilsek bile bunu dillendiremiyor ve sineye çekiyorduk. Daha açık ifadesiyle bile bile lades diyorduk.
Dosta güven, düşmana korku veren halimiz karşısında, ABD de dahil olmak üzere herkes, yerini belli edip gereğini yapmak zorundadır.
Dostsa bunu dillendirip gereğini yapacak, düşmansa karşımıza geçip melanetini işleyecek.
Öyle yanımızda durup bizden görünüp altımızı oymak ve dost ve müttefikiz deyip, düşmanlarımızı eğitip-donatıp üzerimize salmak devirleri bitti.
Er meydanında erler gerek!
Paylaş