Dünyanın gözbebeği bu güzelim şehre nasıl kıydık, nasıl bu denli ihanet edebildik?
Yaşayabilmek için can atılan bu inci şehri, nasıl yaşanmaz hale getirdik ve beton yığınına çevirdik?
Uzmanların sık sık vurguladıkları büyük bir depremin vukuunda İstanbul’da asrın felaketi yaşanacak; bu bile kimsenin umurunda değil.
Şu partili veya bu partili fark etmiyor; İstanbul’un yerel yöneticilerinin tek bildiği şey, arsa sahiplerine rant sağlamak, orantısız imarlar vermek.
Bir karış da olsa toprak görülen her yeri imara açmak; bu açgözlülük, şehri hesapsız kitapsız bir şekilde, olabildiğince büyüttü ve büyütmeye devam ediyor.
Mevcut altyapı bunca imarı ve iskânı kaldırır mı diye kimsenin düşündüğü yok.
Bugün bırakın yeni altyapı yapılmasını, eskinin onarımından bile aciz bir yönetimle karşı karşıyayız..
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen
Siyasi partiler, demokrasinin olmazsa olmazlarıdır. Şurası unutulmamalıdır ki hiçbir demokrasi, kendini yok edecek oluşuma müsaade etmez, edemez. Aksi halde kendini inkâr etmiş olur.
2011 yılında ki Anayasa değişikliklerinde bendeniz de Meclis’teydim. Siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran madde de o değişiklikler arasındaydı. Herkes o günkü adıyla BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi) ilgili maddeye ‘kabul’ oyu vereceğini beklerken, BDP’li milletvekilleri Meclis’e girmediler. Yeterli çoğunluk sağlanamadığından, madde kabul edilmedi.
Görünürde bindikleri dalı kesiyorlardı; gerçekte ise partilerinin kapatılmasını arzu ediyorlardı. Böylece hem mağduru oynamış oluyorlar, hem de tabanlarını konsolide ediyorlardı.
Ayrıca kapatılan partinin yedeği, şimdi olduğu gibi, her an kurulmaya hazır bekletiliyordu.
Peki, PKK’nin sözcüsü ve siyasal temsilcisi gibi hareket eden HDP kapatılmalı mıdır? Anayasa ve kanunlar, “Derhal kapatılmalıdır” diyor lakin siyasi konjonktür, bugüne değin sabretti.
Ama gelin görün ki sabır taşı çatladı!
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un konuya yaklaşımı şöyle: “(...)Türkiye, terör vesayeti altında siyaset yapılmasına artık daha fazla katlanamaz. Bunun çözümü illa bir kapatma davası mıdır, değil midir, o ayrı bir konu. Terör vesayetinin sona erdirilmesi noktasında yüksek seviyeli bir mutabakat var. Bu mutabakatın hayata geçmesi noktasında çok farklı değerlendirmeler yapılabilir.”
Aynen katıldığımız bu tespitlere göre HDP, Türkiye’nin hiçbir milli meselesinde ortak tavır sergilemediği gibi, Türkiye’nin karşısında konumlanıyor. Daha açık ifadesiyle, Türkiye’nin bir partisi gibi davranmıyor.
En ileri teknolojilere sahip bu ülkeler, kendi ülke halklarına şu bilinen basit maskeyi bile vaktinde sunamadılar; dışarıdan tedarik edilen komşu ülkenin maskelerini de çalmaktan utanmadılar.
Yoğun bakımlık hastaları ya evlerinde kendi hallerine terk ettiler ya da hastane koridorlarına dizip ilaç, cihaz ve ekipmansızlıktan ölümün kucağına ittiler.
Devletlerin kimsenin beklemediği bu denli acizlikleri karşısında ağzı olan konuştu ve bu ülkeleri yönetenler yerden yere vuruldu. Neler demediler ki... Anılan ülkelerin sosyal güvenlik sistemleri çökme noktasına geldiğinden, yaşlı ölümlerine bilerek göz yumuluyormuş.
Çok şükür ki Türkiyemiz bu hallere düşmeden, inançlı ve gayretli sağlık ordusu ve sağlam altyapısı sayesinde salgını atlatıyor.
Acaba diyorum, şehir hastanelerine karşı çıkanlar çıkıp özür dileyecekler mi?
İktidarın yıkılması için toplu ölümler ve hatta yıkıcı tabii afetler bekleyen bir zihniyetten bu denli bir erdem elbette ki beklenemez.
Bakınız, marifet iltifata tabidir lakin sağlık ordumuzun yaptıkları, iltifattan öte bir hakkın teslimidir. Siyasi irade, başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere ilgili bakanlıklar, Bilim Kurulu ve tüm sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan personel tam bir uyum içinde çalıştı. Mesai mefhumu bilmeden (izinsiz) gecelerini gündüzlerine kattılar.
Bu arada, dünyada ve bizdeki aşı çalışmalarında gayret gösteren bilim insanlarına ne kadar teşekkür edilse azdır. Zira onlar da 7/24 çalışarak şimdiye kadar görülmemiş bir başarıya imza attılar ve kısa sürede aşıyı buldular.
Şair bu durumu ne güzel özetlemiş: “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.” (M. A. Ersoy)
İnsanı en iyi bilen Yaradan da şöyle buyuruyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslamiyet) sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın.” (Al-i İmran suresi, 103. ayet meali)
Terörle mücadele, milli savunma meselesidir. Hele Türkiye gibi devlet ve millet hayatına kast eden, PKK ve FETÖ vb gibi terör örgütleriyle mücadele, tam anlamıyla beka meselesidir.
Çünkü her iki örgüt de asla mevzi olmayıp küreseldir ve tüm bu terör örgütlerinin arkasında, devletler çapında dış güçler vardır.
Türkiye, görünürde bu örgütlerle mücadele ediyorsa da gerçekte bunları maşa olarak kullanan devletlerle savaşmaktadır.
Bundan dolayıdır ki içeride, iktidar ve muhalefet birlik olmak zorundayız. Bu konuda particilik, bölünme olmaz, olmamalıdır. Zira verilmekte olan milli mücadeledir ve asla bölünme kaldırmaz.
Bu terör örgütlerini destekleyen ve üzerimize salan devletlerle biz, dost ve müttefik görünüyoruz. Görünüşte de olsa, bu hal bir realitedir.
Yani dost ve müttefik bildiğimiz, gerçekte düşmanlığın envaı çeşidini sergileyen bu güçler, bizim içimizdeler. Devlet ve millet hayatımızın kılcallarına değin nüfuz etmişler. (NATO, FETÖ vb.)
Türkiye 1983’ten beri PKK terör örgütü ile düşük yoğunluklu bir savaş yürütüyor. Görünürde PKK olmasına karşın, Türkiye gerçekte başta ABD olmak üzere dünya ile savaşıyor.
Anılan bu dünyanın içinde AB ülkelerinin büyük çoğunluğuyla, bir-ikisi hariç tüm komşularımızla ve tüm bunlarla iltisaklı daha nice ülkelerle örtülü-örtüsüz savaş halindeyiz.
Bir bakıma Türkiye, bir asır öncesini yeniden yaşıyor.
O gün, yedi düvel olarak bizzat kendileri üzerimize çullandı, bugünse değişen savaş konsepti gereği, aynı melaneti terör örgütleri vasıtasıyla yerine getirmekteler.
ABD önce Irak’ı, daha sonra da Suriye’yi parçalayıp istikrarsız hale getirdi. Türkiye’nin Irak’la 380, Suriye ile 911 kilometre olan sınırları terör örgütlerinin emrine verildi.
İran, Pers yayılmacılığıyla hem Irak’ta ve hem de Suriye’de boy gösteriyor. Kâh merkezi hükümetle, kâh başta PKK olmak üzere çeşitli terör örgütleriyle iş tutarak, melanetlerini icra ediyor.
Türkiye’nin gerçekleştirdiği Kartal-2 harekâtı akabinde İran, 3000 kişilik Haşdi Şabi milislerini Sincar bölgesine gönderdi.
Türkiye, kendi sınır güvenliğini sağlamak için Irak ve Suriye sınırları boyunca 30-35 kilometre derinliğe inip, terör örgütlerinin sahip oldukları silahların menzilinden çıkmak zorundadır.
Bu denli absürt halimizi yasalarımıza ve hatta anayasalarımıza bile yansıttık ve ‘tarafsız cumhurbaşkanı’ diye bir sıfat uydurduk. Bu yalana kendimiz inandığımız gibi, başkalarının da inanmasını salık verdik.
Malum, ilk üç cumhurbaşkanı partiliydi (Atatürk, İnönü, Bayar). İlk ikisi CHP’li, Bayar ise DP’liydi. 1950 yılına kadar zaten tek parti vardı; CHP’nin il başkanları hem belediye başkanı ve hem de valilik görevlerini yürütürdü derseniz, Celal Bayar’ın partili cumhurbaşkanlığına ne diyeceksiniz?
Zira Celal Bayar döneminde demokrasiyi, çokpartili hayatı yaşadık. Cumhurbaşkanının partisinin il başkanları, önceki dönemlerdeki gibi valilik ve belediye başkanlığı görevlerini de sürdürmezdi.
Sözde partisiz cumhurbaşkanlığı, bize 1961 anayasası ile getirildi. O anayasa, daha birçok tuhaflığı da getirmişti. Getirilenler dikkatle incelendiğinde, bunların her birisinin hükümetin elini kolunu bağlamak, onu iş yapamaz, işlevsiz kılmak için yapıldığını görürüz.
Bunun da temelinde, millete ve milletin seçip işbaşına getirdiklerine güvensizlik yatmaktadır. Mesela ucube bir senato ihdas ettiler; bu TBMM’den çıkarılacak kanunları tekrar görüşüp kabul ya da ret edecekti.
Senato üyeleri arasında, yaşadıkları müddetçe senatörlük yapacak eski Milli Birlik Komitesi üyeleri ‘temelli senatörler’, cumhurbaşkanının kontenjanından atanan senatörler ve eski cumhurbaşkanları tabii üye olarak yer alacaktı.
Yalnızca Celal Bayar “Ben ömrümce demokrasi için mücadele ettim, demokrasilerde tabii senatörlük yoktur” diyerek, teklifi reddetmişti.
12 Eylül darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasası’nda Cumhuriyet Senatosu’na yer verilmedi ve böylece tabii senatörlük kaldırılmış oldu.
Nitekim bu iş için az uğraşılmadı. İçeride 80 FETÖ’cü milletvekili olduğu dahi iddia edildi.
Ama gelin görün ki AK Parti’de beklenen bölünme olmadı. Sadece, partiye hasbi değil, hesabi gelen birkaç kişi ayrıldı. Parti, eskisinden daha sağlam olarak ayakta kaldı. İşte buna, yel kayadan ne alır denir.
Ki sağda olsun solda olsun, bu büyüklükteki merkez partilerinde bölünme olması normal ve hatta kaçınılmazdır.
Siyasi partiler tarihimiz, bu hale tanıktır.
Şahsen benim de vaktiyle içinde yer aldığım AK Parti’nin bölünmemesinin ve onca yıpranmışlığına rağmen (iktidar yıpratır), canlı ve heyecanlı kalmasının iki sebebi vardır.
Birincisi, AK Parti kadrolarının hasbi olmaları, yani dava insanı olmaları ve genel başkan pozisyonundaki kişinin ‘lider’ olması.
Ne hazin bir manzaradır ki iktidara alternatif konumundaki CHP, milletçe geçtiğimiz başkanlık modelinin hâlâ farkında değil. Hâlâ eski şiirin rüzgârına yelken açıyor ve kaybettiği değirmeninin gürültüsünü arıyor!
Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, bunların haberleri yok!
Günümüz insanının bu kısacık ömründe görüp geçirdikleri, eskilerin görüp geçirdiklerinin binlerce yıllarına bedel ve hatta çok daha fazladır.
Hele yaşları 60’dan yukarı olan bu son nesillerin yaşayıp gördükleri, çağların toplamından fazladır. Diğer bir deyişle, bu son asırda yaşayanlar, asırlar boyu sürdürülen hayatın her kesitini (nimetini de külfetini de) yaşadı.
Ayağında ayakkabısı yoktu, sokağında ve evinde elektriği yoktu, değil cebinde, mahallesinde telefon yoktu. Erkekse, yamasız pantolonu, kızsa yamasız fistanı yoktu. Komşu komşunun külüne muhtaçtı; zira ateşi söndüğünde tutuşturacak kibriti, çakmağı yoktu.
Yol yoktu, iz yoktu; taşıma aracı ya hayvandı ya da bizzat insanın kendisiydi.
İnsanlar daha çok yerleşik yaşarlardı, köylerinden dışarı çıkmazlardı. Hasbelkader at veya öküz arabasıyla, kasaba görünümlü şehre gidip gelmeleri günleri alırdı.
Şehirden gelenler, gurbetten ya da hacdan gelmiş gibi karşılanır, onlar da yolda ve şehirde gördüklerini, askerlik hatırası gibi bir ömür boyu anlatırlardı.
Kısaca demem o ki, bugünkü yaşlı nesiller fakirliği de zenginliği de, açlığı da tokluğu da, varlığı da yokluğu da, elektriksizliği de, elektrik ve elektroniğin baş döndürücü gelişmişliğini de, envaı çeşit zulmü de hürriyeti de kağnıyı da otomobili de hızlı treni ve uçağı da abaküsü de faciti de bilgisayarı da radyoyu da televizyonu da interneti de, hâsılı bu kısacık ömürlerinde sayılamayacak çok şeyi gördüler. Hem de bu kısacık ömürlerinde.
Bu gidişle, kim bilir daha da neler görecekler.