Fuat Bol

Yeni savaş konsepti (1)

17 Mart 2021
Eskiler “Tüfek (delikli demir) icat oldu, mertlik bozuldu” demişlerdi. Aynı eskiler, günümüzdeki vesayet savaşlarını, bu savaşlarda kullanılan usul ve yöntemleri görselerdi, tarif etmek için kelime bulamazlardı. Zira onların kelime dağarcığında bu denli kahpelikleri ifade edebilecek mefhum (kavram) bulunmamaktaydı.

Din savaşları, insanlık tarihi kadar eskidir. Günümüzde, laik toplumlara bakıp da din savaşlarının bittiğini zannetmek ahmaklıktır. Zira insan olduğu müddetçe din de olacak ve bu oluşum kıyamete değin devam edecektir.

Nitekim kimyasal silah yalanını uydurup Irak’a saldıran ABD’nin başkanı Bush, bu uğursuz savaşı dünyaya ilan ederken, bunun bir haçlı savaşı olduğunu ifade etmişti.

Savaş düşmanla yapılır; dünün düşmanları, karşıt din mensuplarıydı (aynı din mensupları da yine inanç temelli (mezhepsel) ya da diğer saiklerle savaşmıştır) lakin bu savaşlar öyle durduk yere olmaz, haklı ya da haksız, mutlaka bir sebebe dayanırdı.

Dünün savaşları, savaşan tarafların karşılıklı iradeleri ile yapılan savaşlardı; günümüzde ise savaş konsepti tamamen değiştirilmiştir ve yaptırılan savaşlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha açık ifadesiyle, hiçbir devlet kendi iradesiyle savaşmıyor, başkaları tarafından savaştırılıyor.

Günümüz savaşlarının yegâne aparatı terör örgütleridir. Artık ülkeler, bu terör örgütlerini kurup geliştiriyor, eğitip donatıyor ve düşman bellediği ülkelerin üzerine salıyor.

Sovyetlerin dağılmasından sonra tek kutuplu kalan dünyada yeni düşman; İslamiyet, İslam devletleri ve halkı Müslüman olan ülkelerdi. Özellikle ‘değerli’ olan ülkeler...

‘Değerli’den maksat, petrolü, altını, kıymetli madenleri olan ya da coğrafi olarak stratejik konumdaki ülkeler. Diğer bir deyişle, emperyalizmin iştahını kabartan ülkeler.

Emperyalist ülkeler malum, bunlardan bir kısmı sinsi düşmanlık yaparken diğer bir kısmı da düşmanlıklarını alenen sergiler. En sinsi hareket eden ülke İngiltere’dir; açıktan düşmanlık sergileyen en yaman ülke ise ABD’dir.

Yazının Devamını Oku

Muhtıra!

15 Mart 2021
12 Mart 1971 yılında, halkın oyuyla tek başına iktidarda olan Süleyman Demirel hükümetine ‘muhtıra’ verildi. Sözde parlamentoya verildi ancak hedef Başbakan Demirel ve onun başında olduğu AP idi.

Kim tarafından verildi? Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından... Niçin verildi?

Demokrasiye sözde ayar vermek için... Halbuki daha on bir yıl önce (1960), TSK darbeyle iktidarı devirmiş; başbakan ve iki bakanı idam etmiş, parlamentoyu feshetmiş, iktidar partisinin milletvekillerini zindanlara doldurmuştu.

Aynı darbeden sadece üç yıl sonra (1963), TSK’nın içinde bu durumdan memnun olmayan sol kesim, iki kez darbe girişiminde bulunmuş ancak başarılı olamamışlardı. (Talat Aydemir ayaklanmaları)

Cunta, bu kez de 1971 muhtırası öncesinde, yine sol bir darbe girişimi için toplandı ve üstelik iki kademede gerçekleştirmek üzere karar aldı lakin içlerindeki MİT ajanının (Mahir Kaynak) haber vermesiyle, darbe akamete uğradı.

Ordudaki tüm bu atraksiyonları planlayıp uygulatan, sağı da solu da kışkırtan, sağı da solu da darbeye zorlayan ve sonuçta kendi razı olduklarını iktidara taşıyan, ABD’den başkası değildi. Bilerek veya bilmeyerek herkes ve her kesim ABD’nin değirmenine su taşıdı; taşımak zorunda bırakıldı.

Silahlı veya silahsız, vesayet odaklarının mantığına bakın ki demokrasi adına katlettikleri demokrasinin ta kendisinden başkası değildir. Anayasal suç işleyerek, anayasayı rafa kaldırıyorlar ve adına ‘hürriyet ve anayasa bayramı’ diyorlar.

Alay ettikleri halk, işte böylesine umurlarında değildir.

71 muhtırasıyla hükümete

Yazının Devamını Oku

Eğitim ama nasıl?

13 Mart 2021
Eğitim konusunda, aynen merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu gibi düşünüyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, eğitim sistemi ile ABD’ye teslim edildi. Önce İnönü, daha sonra da Menderes iktidarlarında yapılan anlaşmalarla ABD, Türkiye’deki ‘devlet’ kurum ve kuruluşlarına nüfuz etti.

Bundan dolayıdır ki ondan sonra gelip geçen iktidarlardan (asker-sivil) hiçbiri muktedir olamamıştır. Her gelen başbakan, ABD’nin borusunu öttürmüştür, öttürmek zorunda bırakılmıştır. Birazcık kakofoni yapanlar alaşağı edilip iktidardan uzaklaştırılmıştır.

Türkler, tarihin hiçbir devrinde sömürgeci olmamıştır. Gittikleri yerlere aldıklarından fazlasını vermişlerdir. Ayrıca hiç kimsenin dinine, diline, canına, namusuna, malına karışmamış, dokunmamıştır.

Bu yüzden biz Türklerin alınları açık, yüzleri paktır, vahşi Batı’nın ise (ABD dahil) yüzleri kapkaradır. Gerçek tarih yazılsa, Batılılar insan içine çıkamaz ve kimsenin yüzüne bakamazlar.

Türklerin 500 sene ve daha fazla kaldığı topraklarda insanlar, sahip oldukları tüm değerlerini korumuş ve günümüze taşımıştır. Vahşi Batı’nın ise 50, bilemediniz 100 sene müddetle işgal ettikleri yerlerde insanlar, başta dilleri olmak üzere hemen her şeylerini kaybetmişlerdir.

Cezayir’e bakın: İki milyon şehit verip bağımsızlık savaşı vermesine rağmen Fransız hegemonyasından kurtulamamıştır. Ana dillerini unutup, Fransızca konuşmaktadırlar. Elit tabakada Fransız kültürü hâkimdir.

Batı sömürgeciliği, toplumları asli değerlerinden koparıp önce köksüzleştirir, ardından kendisine tabi, neredeyse köle haline getirir. Bunu oralarda kurdukları eğitim kurumlarıyla ve yerleştirdikleri eğitim sistemiyle sağlarlar.

Zira yetiştirdikleri, kraldan ziyade kralcı olduklarından, bundan sonraki köksüzleşme süreci mahut eğitim kurumlarından mezun ettikleri, mankurt kafalı yerli insanlar marifetiyle yürütülür.

Yazının Devamını Oku

Miraca dair

10 Mart 2021
Miraç olayı, İslam tarihinin dönüm noktalarından en önemlisidir. Zira onda kulluğun, acziyetin, rahmetin, ihlasın, teslimiyetin ve yükselişin sırları gizlidir.

Sevgili Peygamberimiz, Rabbinden aldığı kulluk emrini kavmine duyurmaya çalıştı lakin ona ve getirdiği dine inanan bir avuç insandı. Üstelik bunlardan bir ikisi hariç diğerleri avamdan, çoğu köle olan fakir fukara kişilerdi.

En yakın akrabaları bile iman etmiyor ve tüm kavminin eziyet, baskı ve işkenceleri her geçen gün artıyordu. Hicretten bir yıl önce (M.621) 52 yaşında iken, evlatlığı Zeyd’i yanına alarak Taif’e gitti. Bir ay boyunca onlara nasihat etti; hiç kimse iman etmedi.

İman etmedikleri gibi, onunla alay ettiler, yuhaladılar, işkence yaptılar ve kovdular; çocuklara taşa tutturdular. Çok üzüntülüydü, mübarek kalpleri çok incinmişti; yorgun ve ümitsiz bir halde geri dönerken bacakları yaralandı. Tepelerindeki güneş ortalığı kavuruyordu. Zeyd’in başı kanlar içindeydi.

Bir duvar dibinde yaralarını sarıp, dinlendikten sonra Mekke’ye yürüdüler, karanlıkta şehre girdiler. Doğruca amcası Ebu Talib’in kızı Ümm-i Hani’nin evine gitti.

Kırık kalple abdest alıp Rabbine yalvarmaya, af dilemeye, kulların imana gelmesi ve saadete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülüydü. O anda, Allahü teala, Cebrail aleyhisselama “Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nazik kalbini çok incittim. O ise, bu halde bile yine bana yalvarıyor. Benden başka hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habibimi getir! Cennetimi, cehennemimi göster. Onu ve onu sevenleri hazırladığım nimetlerimi görsün. Onu ben teselli edeceğim” buyurdu.

Ve sırlarla dolu gece yolculuğu (İsra) başladı; Cebrail aleyhisselamla birlikte bir anda Kudüs’e geldiler ve orada kendisini bekleyen peygamberlere imam olup namaz kıldırdı. Namazdan sonra mescitten çıkıp bilinmeyen bir miraç ile bir anda yedi kat gökleri geçtiler.

6.kat gökte, Sidre denilen bir ağacın yanına gelince Cebrail aleyhisselam, “Kıl kadar ilerlersem, yanar yok olurum” buyurarak, orada kaldı. Efendimiz, Refref adlı bir cennet yaygısı üstünde; Kürsi, Arş ve ruh âlemlerini geçip bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde Allahü tealanın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz (yön), sıfatsız olarak Allahü tealayı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup, bir anda Kudüs’e ve oradan Mekke’deki Ümm-i Hani’nin evine geldi. Yattığı yer soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamıştı.

Sabah olunca, Kâbe’in yanına gidip miracını anlattı. Kâfirler

Yazının Devamını Oku

Satılmış ruhlar!

8 Mart 2021
Bu memleketin ekmeğini yiyip düşmanın kılıcını sallayanlar, dün olduğu gibi bugün de üstelik hem içeride, hem de dışarıda mebzul (bol) miktarda olup, ellerinden gelen tüm melanetlerini pervasızca sergilemektedirler.

FETÖ’cü olarak bilinen bu hainlerin binlercesi yurtdışında olup, her türlü iletişim vasıtasıyla zehirlerini kusmaktadır. Malum, içeridekiler takip edilmelerinden dolayı kendilerini gizlediler lakin her an pusuda bekledikleri unutulmamalı.

Kanında insaniyetin, merhametin, bu vatana aidiyetin zerresini taşıyan birinin, asgariden şu muhasebeyi yapması gerekmez mi?

Bizler Türkiye’de doğup büyüdük. Burada tahsil yaptık. Bu memleketin ekmeğini yedik, suyunu içtik, okullarında okuduk. Meslek ve kariyer sahibi ya da çeşitli işkollarında işinsanı olduk. Türkiye’de hemen her işkolunda ve bürokrasinin her kademesinde parmakla gösteriliyorduk. Herkes bize gıpta ile bakıyordu. Başarılarımıza yeni başarılar, zenginliğimize zenginlik katıyorduk.

İtibarımız yerinde, işlerimiz tıkırındaydı.

Hal böyleyken ne ara memleketten ayrı düştük ve artık ülkemize dönemez olduk?

Bize kucak açan ve her türlü imkânı sağlayan, başta ABD olmak üzere, AB ülkelerinde ne arıyoruz? Yâd ellerde bizim ne işimiz var?

Bize kucak açan bu ülkeler Türkiye’ye her türlü düşmanlığı yapıyorlar, bizi de mahut düşmanlıklarına aracı olarak kullanıyorlar. Bizleri bağırlarına basan bu ülkeler, Türkiye’ye saldırmak ve Türkiye’yi bölmek isteyen terör örgütlerine her türlü desteği sağlıyorlar. Onları eğitip, onlarla birlikte Türkiye’yi parçalamaya çalışıyorlar.

Biz bunlarla birlikte ortak bir düşman bellemişiz:

Yazının Devamını Oku

Ayı ile dostluk!

6 Mart 2021
Devletlerarası münasebetler, karşılıklı çıkar esasına dayanır.

Hiçbir devlet başka bir devletle kara kaşı için dost olmaz. Daha açık ifadesiyle, devletlerarası dostluk, söz gelimi söylenmiş olup aslı astarı yoktur.

Bir devletin diğer bir devletle dostluğu, ondan sağladığı menfaati ölçüsündedir. Ne menem dostluksa, artık siz onu anladınız.

Mahut dostluk, menfaat birlikteliğidir; menfaat bittiği an dostluk bittiği gibi düşmanlık başlayabilir.

ABD’nin dost ve müttefikliği ise tüm bu anlatılanlardan ayrı bir kategoridedir. Zira onunla dostluk ayı ile arkadaşlığa benzer.

ABD, kendisini dev aynasında gördüğünden, muhataplarını sinek kadar görür ve onlarla pazarlığı zül addeder. Dünya bir tarafta o bir tarafta olduğundan, buyurgan hep odur ve hep onun dedikleri geçerlidir.

Mesela: Türkiye ile ABD dost ve müttefik değil mi? ABD, bundan şunu anlamakta ve Türkiye’den öyle olmasını beklemektedir.

En güçlü benim; öyle ki benim kahreden gücüm karşısında sizin esaminiz okunmaz. Sizi NATO’ya aldık; bu demektir ki sizi korumak bize aittir. Şu halde korunmanız için sizin bir şey yapmanıza, silah, mühimmat üretmenize gerek yok.

İç işlerinizde bile size belirlediğimiz çizgiler dahilinde hareket edebilirsiniz! Dış işlerinde ise tamamen bize bağlısınız! Dışarıya doğru en ufak bir adım atamazsınız! Dışarısıyla yapacağınız ticareti de bize soracaksınız ve yalnız hammadde satabilirsiniz!

Yazının Devamını Oku

Kötü günler (2)

3 Mart 2021
Turgut Özal dönemi, demokrasi tarihimiz için bir milattır. Zira Özal dönemine kadar, Türkiye’de devlet denildiğinde ‘abus surat’ ve ‘yasak’ anlaşılırdı.

Özal 141, 142 ve 146. maddeleri kaldırarak fikir-ifade ve inanç hürriyetinin önünü açtı. Liberal ekonomiye geçerek, teşebbüs ‘girişim’ hürriyetinin de önünü açtı.

Özal’la Türk girişimci dünyayı tanıdı; ihracat ve ithalat yapabildi. Böylece Türk insanı rekabetçi piyasaya kavuştu ve gücü nispetinde en kaliteli malı, uygun fiyata elde edebildi.

Gümrük duvarları arkasına saklanan ve en kalitesiz malları halka fahiş fiyatla satmaya alışmış imtiyazlı vesayet odakları bu durumdan rahatsız oldular. Zira o güne kadar havaalanının yolunu bilmeyen Türk işinsanı, binlercesiyle, gökyüzündeki hemen her uçakta boy gösterdi.

Anadolu’ya yayılan bu sermayeye birileri göz dikti; şapkadan tavşan çıkarmaya alışmış o birilerinin bahaneleri her daim hazırdı. Nasılsa Erbakan başbakandı ve elbette laiklik tehlikedeydi!

Vesayet odakları için basit bir psikolojik savaş yeterliydi. Aczmendiler, Ali Kalkancı’lar, Fadime Şahin’ler yalnızca konu mankeniydi.

Devletin kimlerin elinde olduğuna bakar mısınız? Beş-on çapulcu, Aczmendi denilen, sözde din kisveli figüranlar, Elazığ’dan yola çıkıyor, Ankara’ya kadar gelip Kocatepe Camisi’nde rezilliklerini sergileyebiliyorlar. Her il geçişinde kendilerini o ilin emniyet müdürü alıp il sınırında diğer ilin emniyet müdürüne teslim ediyor! Bu serseri güruha hiç kimse bir şey demiyor; bilakis rezalet sergilemelerine göz yumuluyor.

O günkü medya da ateşe körükle gidiyor. F. Gülen iblisinin “Beceremediniz, artık bırakın!” sözü gazete manşetlerine taşınıyor. Bozacının şahidi şıracı yapılıyor.

Necmettin Erbakan

Yazının Devamını Oku

Kötü günler! (1)

1 Mart 2021
28 Şubat’ın üzerinden 24 yıl geçti. Toplumda oluşturduğu travmalar halen yaşanmasına rağmen o meşum günlerin bin yıl süreceğini iddia eden vesayet odakları, aynı hayalle yaşamakta ve tüm bileşenleriyle ‘kripto’ vaziyette beklemedeler.

Bazı kavramları tam tersinden anlamakta üzerimize yok. Cumhuriyet, demokrasi, halk, insan hakları, milli irade, adalet, özgürlük, inanca saygı, hukukun üstünlüğü, laiklik vb; bunlar ve daha nicelerini, benimsediğimizi söylemiş, anayasa ve kanunlarımıza koymuş ve lakin içimize sindirememişiz. Demokrasi tarihimiz, adeta Ziya Paşa’nın şu beytinde özetlenmiştir: “Onlar ki laf ile verirler dünyaya nizamat/Bin türlü teseyyüp (pislik) bulunur hanelerinde.” Yani onlar ki lafla dünyaya nizam, düzen vermeye çalışırlar ama kendi evleri bin türlü düzensizlik ve pislikle doludur.

Tüm bu yanlışlıkların temelinde millete, milletin değerlerine güvensizlik ve hatta düşmanlık yatmaktadır. Bir yandan halkın kendini idaresi diyeceğiz, öbür yandan da idarede halkın esamisini okutmayacağız!

Bu nasıl olur derseniz, işte bu bizim yaptığımız gibi olur.

Toplumca son üç yüz senedir ne kaybettiğimizi bilemediğimiz gibi, kaybettiklerimizi nerede bulabileceğimizi de bilmiyoruz. Bir yanlıştan diğerine yuvarlanarak geliyoruz.

İnancımızı, birbirimize olan saygımızı, aşkımızı, duygumuzu kaybettik; değerlerimizi yitirdik biz.

Bunlara sahipken çok üstündük; yitirince alçaldıkça alçaldık ve onun bunun elinde oyuncak olduk.

Öyle bir yüksekten düştük ki tuzla buz olduk!

Kurtuluş reçetelerini tatbikte ilk düğmeyi hep yanlış ilikledik; ondan sonra ne yapsak dikiş tutturamadık.

Yazının Devamını Oku