Neymiş efendim, bu sistemde (Başkanlık) kuvvetler ayrılığı yokmuş, tüm kuvvetler bir elde (Başkan) toplanmış. Bu yüzden rejim, demokratik olmaktan çıkmış, otoriter olmuş. Başkan da diktatör...
Demek ki bu tipler hiç diktatör görmemişler. Şayet iddia edildiği gibi Sayın Erdoğan diktatör olsa idi mahut tipler, bu denli kepaze hallerini sergilemek adına hezeyanlarını kusabilecek ve hakaretlerini yapabilecekler miydi?
Bir kere şu hususun üstünü en kalın çizgiyle çizelim ki, bizdeki eski sistem parlamenter sistem değildi; karakuşi bir sistemdi. Zira bize öylesine bir sistem, gerçekte sistemsizlik reva görülmüştü.
Asıl o sistemde kuvvetler ayrılığı birbirine girmiş ve demokrasi adına tam bir kepazelik söz konusu idi. Yürütme (hükümet), Yasamanın (Meclis) içinden çıkıyor ve Meclis’e hükmediyordu. Bakanlar Kurulu (hükümet) kanun tasarılarını hazırlayıp Meclis’e sunuyor ve kanunlaşıyordu.
Bu mudur, Meclis’in işlevselliği?
Birbirimizi kandırmanın manası yok. Bize reva görülen o ucube sistem, asla demokratik değildi ve hepsinden önemlisi istikrarı (kalkınmayı) engellediği gibi, FETÖ gibi gizli yapıların oluşumuna imkân hazırlıyordu.
Nitekim 6 kez gidip 7 kez gelen Süleyman Demirel, “Afrika’daki bir darbeden haberim olabiliyor lakin burnumun dibindeki darbeden haberim yok!” diyordu. Neden böyle söylediğini hiç düşündünüz mü?
Vesayet anayasalarıyla, üst düzey kurum ve kuruluşlar (Genel Kurmay, MİT vb.) kâğıt üzerinde başbakana bağlıydı. Gerçekte ise, kendilerinin de itiraf ettikleri gibi,
Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı?’ (Necip Fazıl)
Allahü teala en üstün varlık olarak yarattığı insanlık hakikatini, dünya sahnesinde; Hazret-i Âdem’den itibaren süzerek, hep en iyi ve en temiz nesiller boyunca sürdürdü ve sonunda kâinatın övüncü olan sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamda karar kıldı.
Dünya sahnesinde zamanın çarkları devrini icradan yorulmuş, zulümle kaplı tüm mekânlar kokuşmuştu. Mekke şehri tüm bu olumsuzlukların adeta merkezi konumundaydı.
İnsanoğlu yaratılış gayesini unutmuş; edindiği sahte ilahlar etrafında kurduğu zulüm düzeninde altta kalanın canı çıkıyor, insan sayılmayan kız çocuklarının doğumu uğursuzluk biliniyor ve doğar doğmaz diri diri gömülüyorlardı.
Ayyuka çıkan kan davalarıyla insanlar birbirlerini göz kırpmadan boğazlıyor, sözde kurulan mahkemelerde okkanın altına gidenler, haklı da olsa hep fakir ve güçsüzler oluyordu.
Özetle; âlem, dört bir yanıyla zifiri karalıktaydı.
Batılı bir düşünürün ifadesiyle: “Hz. Muhammed’in dünyaya teşrifleri; şimşeğin, zifiri karanlıkları delip aydınlatması gibi gerçekleşmiştir.”
Halbuki ondan önce nice peygamberler gelmiş ve her birisi kavimlerini hak dine davet etmişlerdi. Lakin bunlardan hiçbiri arzulanan ideal nesli yoğurup kıvama erdirememişti.
Baş olma sevdası hemen her meslekte vardır lakin bu durum siyasette, haddinden şiddetlidir. Bundan dolayıdır ki birçok siyasetçide, hırslarının başlarını yemesine tanıklık ederiz.
Diğer bir ifade ile, hemen her meslekte haddini bilmek, bir dereceye kadar kolay ama siyasette had bilmek neredeyse imkânsızdır.
Zira siyasette hırslar, gemi azıya almıştır.
İnsanlar bir siyasi partide bulunup sonradan ayrılabilirler. Bir siyasi partide bulunup o partinin iktidarında dışişleri bakanı ve başbakan olarak görev yapmış olan birileri de partilerinden ayrılabilirler.
Nitekim 5-6 çocuk sahibi olan ve uzun yıllar evli kalan çiftler bile ayrılabiliyorlar.
Bunların hepsi normal, normal olmayan ise ayrılanların, ayrıldıktan sonraki zevzeklikleridir.
Helal süt emmiş karakterli insanlar, uzun yıllar birlikte bulundukları ve hizmet ettikleri kurumlarını ve eski mesai arkadaşlarını karalamazlar. Karalarsanız ve hatta suçlarsanız, kendinizi de karalamış ve suçlamış olursunuz.
Aklı başında bir insan, bindiği dalı keser mi?
Ve tabir uygunsa, şapkadan tavşanı çıkarıyor: ‘Ben başbakan olacağım!’
Başbakanlık nerede? Suya düştü. Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı, bitti, kül oldu.
Mahut hatun kişi, bu söyleminin ‘Ben padişah olacağım’ demekle aynı absürt düzlemde olduğunu bilmiyor mu? Bilmemesi mümkün değil, o halde neden olmayacak duaya “Âmin” diyor?
Belli ki, kendisini veto edenlerin ‘meşruiyetine’ halel getirmek istemiyor.
Ayol! Ülkede başbakanlık mı kaldı?
Her zaman söylüyoruz lakin kimseye anlatamıyoruz. Bu millet, demokratik olgunluk bakımından, sözde siyasi parti liderlerinden fersah fersah ileridedir.
Malum, cumhurbaşkanlığı seçimi bu ülkede her zaman problemli olmuştur. Bunun da sebebi, (millet tarafından seçilmiş de olsa) birilerinin o makama layık görülmemesidir.
Daha açık ifadesiyle, bu işin temelinde millete, milletin seçtiklerine güvenmemek yatmaktadır. Nitekim daha 60’lı yıllarda anayasa çalışmalarında, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi dillendirilmiş ve CHP zihniyetinin ağababaları:
Bakınız; Almanya’da 16 yıldır iktidarı elinde bulunduran CDU’nun lideri, ilk seçim yenilgisiyle görevini bıraktı. Bizimkiler, siyaseti güreşle karıştırmış olacaklar ki yenilen pehlivan güreşe doymaz aymazlığıyla, görevlerini sürdürmeyi maharet bilirler.
Batı’daki siyasiler, şahsiyetleriyle işgal etmekte oldukları koltuklara şeref verirler; bizdekiler ise, şerefi, işgal ettikleri koltuklardan beklerler. Tılsım, Batı’da kişilerde iken, bizde koltuklardadır.
Bu yüzden olsa gerektir ki bizde o koltuğa oturan yapışıyor ve bir daha asla kopamıyor!
Ve yine bu yüzden olsa gerektir ki bizdeki muhalefetin iktidara alternatif olma, olabilme diye bir niyeti ve derdi, tasası yoktur. Olmamıştır da.
Zira kendileri, vaktiyle oluşturdukları bürokratik oligarşiyle her daim iktidardadırlar; bundan dolayıdır ki, sandıktan (milletten) gelecek iktidara pek itibar etmezler.
Çok sıkıştıklarında anti demokratik yollarla (darbe) iktidara gelmek, eskiden beri hünerleridir.
Hayal âleminde yaşarlar ve asla reel politiği görmezler. Mevcut durumu içlerine sindirmezler ve ona göre bir siyaset tarzı benimsemezler. Böyle olmasaydı, sürekli hayallerin peşinde koşmaz, kendilerine umut bağlayan milyonlarca insanı mahut hayallerin peşinde sürüklemezlerdi.
Millet, 70 küsur yıllık sözde parlamenter sistem deneyimiyle (gerçekte vesayetin envaiçeşidiyle) Hanya’yı Konya’yı gördü! On yıllar boyunca, millete liderlik yapan siyasi parti genel başkanları da (
Kendi gerçekliğini örten insan dünyaları keşfediyor, fethediyor, atomu parçalıyor lakin kendini bilip tanımada geldiği noktada ise, ‘insan denen meçhul’ deyip apışıp kalıyor.
Her şeyi ile baştan sona hayal olan bu kısacık ömrü gaflet, dalalet ve ihanet içinde geçiriyor. İhanetlerin en büyüğünü, tanımayıp gerçeğini örttüğü nefsine (kendine) yapıyor.
Ölünce uyanıyor ama iş, işten çoktan geçmiş oluyor. Daha da kötüsü ise, o anda duyulan pişmanlığın hiçbir faydası olmuyor.
Ruhunu inkâr ve iptalle nefsini azgınlaştıran insan, nefsinin doymazlığının esiri oluyor. İşin daha vahimi ise, onu doyurur ve mutlu olurum zannediyor.
‘Daha!’, ‘Daha!’ dedikçe nefsine veriyor lakin ‘daha’lar (nefsin istekleri) bitmeden ya ona verebilecekleri tükeniyor veya bizzat kendisi tükeniyor. Ancak nefsi doymak bilmiyor.
Kadere inanmadığı için kederden emin olmuyor.
Eşyanın, olay ve hadiselerin peşinden koştukça, ölüm de onun peşinden koşuyor. Oysa o, şatafatlı ve en az bir o kadar da meşakkatli dünyasında, resmini yapmak şöyle dursun; hayalini bile kuramadığı mutluluğu arıyor ama nafile!
Fakiri zengini, siyahı beyazı, kadını erkeği, güzeli çirkini, hastası sağlıklısı, Doğulusu Batılısı, kuzeylisi güneylisi, güçlüsü güçsüzü, şu veya bu iş ve meslek erbabı, işvereni işçisi ve daha nesi ve nesiyle herkes dünyayı ve dünyanın içindekilerini eritip tükettiklerini zannediyor.
Kurup, eğitip, donatıp ve destekledikleri envaiçeşit terör örgütlerini, içeriden ve dışarıdan üzerimize salarak, enerjimizi toprağa vermemize sebep oldular, olmaya devam ediyorlar.
Zira onlar, bizi bizden iyi tanıyor ve çok iyi biliyorlar ki; Türkiye, güçlenip ayağa kalktığında, mazlum kanıyla beslenen emperyalistlerin çanlarına ot tıkanacak ve kendilerini hesaba çekecek, yeniden bir ‘Molla Kasım’ gelmiş olacaktır!
Başlarına ne geleceğini ‘one minute’ ihtarıyla yüzlerine şamar gibi inen ve ‘Bebekleri öldürmesini çok iyi bilirsiniz’ sözlerine muhatap olarak görmüşlerdi.
O günden beri, ellerinden geleni artlarına koymadılar. Her çeşit aşağılık darbeyi denediler; istediler ki, dik duran bu ‘Uzun Adam’ı alaşağı edelim ve yerine eskiden olduğu gibi, kendilerine bağlı, uyumlu, uydu yönetimler getirelim.
Hâlâ daha bu durumdan umutlarını kesmiş değiller. Güçlerini de içimizdeki bendelerinden alıyorlar. İçimizdeki mahut birilerinin; dışarıdan bize diş bileyen düşmanla aynı dili kullanması ve aynı hedefe kilitlenmesi (‘Uzun Adam’ın düşürülmesi), sizce de tuhaf değil mi?
Daha dün ‘Türkiye’nin, Azerbaycan’a silah sevkiyatı yaptığı ve Suriye’deki cihatçı grupları Karabağ’a gönderdiği’ şeklindeki tezviratla, kendi ülkesini dünyaya jurnalleyen bunlar değil miydi? Dikkat edin; içerideki bu kirli ve zehirli dili, dışarıdaki düşmanlar bile kullanmıyor!
Bu zihniyet can Azerbaycan’ın, uğruna şehitler vererek kurtardığı Karabağ semalarında, Türk bayrağı dalgalanmasından rahatsızdır.
O halde deliye dönecekleri bir haber daha verelim: Kafkasya’da Türkiye-Azerbaycan ve Nahçıvan için yeni bir dönem başlıyor; Zengezur koridoru açılıyor ve Türkiye, karayoluyla Azerbaycan’a ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne bağlanıyor.
Demokrasiye geçtikten sonra da bu özelliğini sürdürdü ve partiden ziyade bir lider etrafında bütünleşti. Nitekim CHP demek İnönü, DP demek Menderes, AP demek Demirel, ANAP demek Özal, MSP demek Erbakan, MHP demek Türkeş, AK Parti demek Erdoğan demektir.
Siyaset cahili Karamollaoğlu, apaçık olan bu durumu dahi kavrayamamış ve AK Parti’den ayrılan Ahmet Davutoğlu’nun, Abdullah Gül’ün ve Ali Babacan’ın AK Parti tabanından yüzde 20-30 dolayında bir kopuşu gerçekleştireceklerini vehmetmiş.
Türk halkı tarihinin en büyük travmasını geçen asrın başlarında, yıkımla biten Birinci Cihan Savaşı’nda yaşadı. İmparatorluğu savaşa, İttihat ve Terakki sergerdeleri soktu zira kukla haline getirilen padişahın (5. M. Reşat) ülkenin savaşa sokulduğundan haberi bile yoktu.
Sultan Abdülhamit’i tahtından indirip iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki maceraperest güruhu, Osmanlı coğrafyasında, kelimenin tam anlamıyla bir zulüm sistemi kurdu.
Zorba yönetim hem layüseldi (sorumsuz) ve hem de astığı astık, kestiği kestikti. Savaşın yıkıntıları altında kalan millet, zaten canından bezmişti. Zorba yönetim; canıyla, malıyla savrulan ve öz yurdunda itilip kakılan ve yurtlarından sürülen milleti sindirmişti.
Milletin bu ezik hali, cumhuriyet ve demokrasi ile tanışmasına rağmen sürdü. Zira ona yaşatılan demokrasi darbelerle hastalıklı ve vesayetle örtülü idi.
Millet, ne olduğunu anlayamadan, seçip başına geçirdiklerini darağaçlarında asılı görünce, yüreği kan ağlasa da yeise kapılmadı, ümitsizliğe düşmedi.
Her sandık önüne konduğunda, millet, rüştünü ispat etti; sandığa gitmemezlik yapmadı lakin mahut vesayet, seçilmişlere sürekli hadlerini bildirmekten de geri durmadı.