Nitekim olamadılar da.
Vesayet altındaki ülkelerde, sözde yöneticilerin borusu sadece kendi halklarına öter. Dışarıdaki ağababaları bunları kukla gibi oynatır ve kendi halklarına zulmettirir.
Tüm bu riyakârca oyunlar sergilenirken, bir taraftan da suret-i haktan gözükürler. Bu yüzden yalan makinesidirler. Doğruluk ve samimiyet bunların semtlerine bile uğramamıştır.
Vesayette birleşen yolların aslı dayatmadır; gerçek ifadesiyle faşizmdir.
Taliban Afganistan’ı ele geçirdi diye bizdeki tersinden özdeşleri hop oturup hop kalktılar. Taliban’ın özellikle kadınlara yaptıkları zulümleri ayyuka çıkararak bizdeki rejime, laikliğe övgüler düzdüler.
Bütün bunları da özgürlük ve insan hakları adına yaptıklarını söylediler ve söylemeye devam ediyorlar.
Çok değil, 15-20 yıl evvel ülkemizdeki başı kapalı kadınlara uygulanan yasak ve şiddet, hangi özgürlüğe ve insan haklarına sığardı?
Yıllar yılı, bu ülkenin başı kapalı kadınlarına zulmedilmedi mi? Eğitim hakları ellerinden alınmadı mı? Devlet dairelerinde ve üniversite kapılarında horlanıp aşağılanmadılar mı?
Kabil’deki patlamalardan sonra televizyon ekranlarına çıkan ABD başkanının döktüğü gözyaşları, kansere yakalanıp ölen oğlundan ziyade, dipsiz bir kuyuya doğru hızla yuvarlanan ABD içindi.
Malum ABD, 2. Büyük Savaş’tan sonra, dünyanın dizginlerini ele geçirmişti. 90’lı yıllarda Sovyetlerin yıkılışından sonra ise dünyanın jandarması olarak tek başına kalmıştı.
Belli ki bu güç onu zehirledi.
ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını, üzerine çullandığı ülkelerde kurduğu vesayet yönetimleri vasıtasıyla sürdürdü. Bu durum, anti demokratik ülkelerde nispeten kolaydı. Nitekim aynı ülkelerle ABD, adeta kedi fare ile oynar gibi oynuyor.
Türkiye gibi demokratik ülkelerde kurgulanacak vesayet yönetimi ise daha zordu. Diğer ülkelerdeki gibi, devşirilmiş beş-on insanla (bir aile veya aşiretle) vesayet gerçekleştirilemezdi. Bunun için de uzun soluklu bir plana ihtiyaç vardı.
Bunu da FETÖ gibi örgütler marifetiyle, ilgili ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarının kılcallarına değin nüfuz ederek başarmışlardı.
Emperyalistler, bütünüyle çökertmek istedikleri ülkelere karşı da vesayet savaşları başlattılar. Bu amaçla da çeşitli terör örgütleri kurdular. Bunları eğitip donattılar ve istedikleri ülkelerin üzerlerine saldılar.
Kendilerine hep söylendi; ‘Ateşle oynuyorsunuz, bunu yapmayın. Bu ateş, gün gelir sizi de yakar!’ lakin dinlemediler. Ateşle oynamaya devam ettiler.
Her ne kadar bize unutturulmuş olsa da Ani’nin Türk tarihinde önemli bir yeri var. Ani tarihi kenti, Kars’tan 42 kilometre uzakta gerçek bir tarihi hazine. İpek Yolu’nun üzerinde yer alan ve Anadolu platosunun giriş kapısında, Ermeniler tarafından 10. yüzyılda kurulan Ani, bölgenin en büyük, en zengin ve en stratejik kenti olarak tarihe geçmiş.
11. yüzyılda nüfusu 100 bine ulaşan bu kent, destanlarda 1001 Kilise diye anılıyor.
Anadolu’nun kapısı olan Ani, Selçuklu Beyi Alpaslan tarafında fethedildi (1064). Ani, böylece ilklere ev sahipliği yaptı. Türklerin Anadolu’da yaptığı ilk cami (Ebul Manuçehr Camii) Ani’de ve yine Türklerin Anadolu’da yazdığı ilk kitabe de burada bulunuyor.
Ani kenti 1064 yılına kadar Bizans’ın yönetimindeki Ermenilerin hükmünde kalmış; bu tarihten sonra ise sırasıyla Selçuklu, Gürcü, Moğol ve Osmanlı egemenliğine geçmiş ve 16. yüzyıla kadar görkemliliğini korumuştur.
Birlikte olduğumuz gazeteci-yazar dostum Mahmut Övür, beraber vekillik yaptığımız kadim dostum Saffet Kaya ve arkadaşımız Süleyman Balcı ile caminin önünden biraz yürüdüğümüzde; 900’lü yıllarda Arpaçay’ın üzerine inşa edilen tarihi İpekyolu Taş Köprüsü ile karşılaşıyoruz. 15. yüzyıldaki büyük depremle kemerleri yıkılan bu köprünün bir ayağı Türkiye’de diğer ayağı ise Ermenistan topraklarında bulunuyor. Aradan geçen dere ise, Türkiye-Ermenistan sınırını belirliyor.
Kars valisi, Kafkas Üniversitesi Rektörü, Bilal Erdoğan, Haydar Ali Yıldız ve beraberlerindeki heyet olarak bizler, 5 km X 8 km büyüklüğündeki kentte hasar görmüş yapıların restorasyon çalışmalarını yerinde izledik ve daha yapılması çok şey olduğunu gözlemledik.
Ani’deki eserler onarıldığı gün, ortaya gerçekten şaheserler çıkacak ve turizm açısından büyük bir hazineye kavuşmuş olacağız.
Batılı girdiği veya işgal ettiği her yere fitne tohumlarını eker, bozgunculuk yapar.
Batı’nın asıl çıkmazı; tüm güçleriyle çalışmalarına rağmen, başkalarını Hıristiyan yapamadıkları gibi, kendi gençliklerinin de Deizme ve Ateizme sürüklenmelerine mani olamamalarıdır.
Bugün Batı’da kiliseler bomboştur ve batılı gençlik, büyük çoğunluğuyla kendini dinden soyutlamıştır.
Bunun yanında, dünyanın her yerinde İslamiyet’e büyük yöneliş vardır. Bu durum, Batı’yı ürkütmektedir. İşte bu korku, onları, Müslümanlar hakkında şeytani planlar yapmaya ve bunları uygulamaya zorladı.
Yapıp uygulamaya koydukları planın esasları şudur. Öncelikli işleri İslamiyet’i çığırından çıkarmaktır. Ya çok katı kuralları olan ve herkese korku salan, vahşi bir İslam modeli geliştirmek ya da İslamiyet’i sulandırıp ılımlı İslam diye karakuşi bir İslamiyet’i meydan yerine salıp bunları birbirleriyle kavga ettirmek.
İslamiyet diye geliştirip ortaya sürdükleri modellere bir bakar mısınız: EL-KAİDE, TALİBAN, DEAŞ, BOKO HARAM...
Batı’nın önceki hedefi, İran’ın önünü açmak ve Körfez boyunca Şii yayılmacılığını sağlamak ve böylece bir Şii- Sünni savaşı başlatmaktı. Şimdiye kadar bunu başaramadılar lakin bundan da büsbütün vazgeçmiş değillerdir.
Batılı, kendi gençliğinin Hıristiyanlıktan çıkıp İslamiyet’e yönelişini görünce, onları, İslamiyet diye DEAŞ gibi sapkın yollara sevk etti. Böylece hem kendi insanına ve hem de tüm insanlığa İslamiyet diye bu sapık terör örgütlerini gösterdi.
Batı’ya ve ABD’ye bel bağlayan Afganlıların nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görsünler. Yıllarca ABD’lilere ve Batılılara hizmet eden Afganlılar vardı ve bunlar için ABD ve Batı her şeydi.
ABD’liler ve Batılılar kendi köpeklerini ve içkilerini uçaklarıyla taşıdılar. Lakin aynı uçaklarda, bendeleri olan Afganlılara asla yer vermediler. Sadece 7 kişiyle kaldırdıkları dev uçağa bir tek Afganlıyı bile almadılar.
Çaresiz kalıp uçakların kanatlarına sığınanları da gözlerinin yaşlarına bakmadan yerlere attılar.
Bu demektir ki ABD’ye ve Batılı devletlere hangi hizmeti yaparsan yap, ne kadar sadık olursan ol ve sosyal hayatında hangi mevkide bulunursan bulun; tüm bu hizmetlerin değeri bir içki şişesi ve bir köpek kadar bile değildir.
Çünkü sen Müslümansın; Batının gözünde insan bile değilsin.
ABD, yirmi yıldır işgal ettiği Afganistan’dan çekiliyor, çekilirken ardında kaos, kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmıyor. Evet, ABD de tıpkı Sovyet Rusya gibi Afganistan’da hezimete uğradı lakin bu demek değildir ki çekildikten sonra, başta Afganistan olmak üzere, bu bölgeyi rahat bırakacaktır.
ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, İkiz Kuleler’in vurulmasından sonraki açıklamasında, ABD’nin yeni hedefini şu sözlerle ortaya koymuştu: ‘Bundan sonraki savaşlar Müslümanlar arasında olmalıdır!’
Dünya üzerindeki savaşlara bakın, hedeflerini ne denli gerçekleştirdiklerini apaçık görürsünüz.
İşte ABD’nin ve büyük çoğunluğuyla Batı’nın Türkiye’ye bakış açısı budur. Sittin senedir de bu şekilde bakmışlardır. Lakin bizdeki yöneticiler (asker-sivil) ABD’nin kayığına bindirildikleri için, bu denli bakışlardan hiçbir rahatsızlık duymamışlardır.
Aynı ABD, NATO’da, Fransa’nın da İngiltere’nin de Almanya’nın da müttefikidir; tıpkı Türkiye’nin olduğu gibi, değil mi?
Değildir! Türkiye’nin müttefikliği başka bir formattadır.
ABD, şimdiye kadar hiçbir NATO ülkesine “İHA-SİHA veya başka herhangi bir silahı üretemezsin” dedi mi?
Hayır!
Peki, Türkiye’ye neden diyor ve nasıl diyebiliyor?
Aynı lafı, sözgelimi İngiltere’ye dese; İngiltere’de yer yerinden oynamaz mı? İktidarıyla, muhalefetiyle tüm İngiliz halkı yöneticileriyle bir olur ve gök kubbeyi ABD’nin başına yıkarlar.
Bizde ne olduğuna bir bakar mısınız? Tüm
Art arda gelen bunca felaket, can ve mal kayıpları, olayların bizzat yaşayanı veya dışarıdan gözlemcisi olalım hepimize zor günler yaşatıyor. Sosyal medyada tarananlar ile kaostan medet uman bir kısım nadanlar hariç tabii ki. Zira onlar, oh olsun dercesine avuç ovuşturuyor ve felaket tellallığı yapıyorlar. Kaplarında olanı sızdırıyorlar!
Devletimiz tüm imkânlarıyla, anında olay mahallinde olup selzedelerin imdadına koştu. İlgili bakanlıklar, seferberlik ruhuyla, gece gündüz demeden hummalı bir çalışmayla vatandaşın yaralarını sarıyor.
Haftalardır Ankara’ya gidemeyen bakanlar, bir felaket mahallinden diğerine koşuyor.
Allah için söylemek gerekirse; felaketlerden sonraki işleri, özenle ve büyük gayretlerle sürdürebiliyoruz. Ölenleri elbette geri getiremiyoruz ancak kalanları sahipsiz bırakmıyoruz.
Bizim asıl sorunumuz, felaket öncesindeki gerekli tedbirleri almayışımızdadır. Diğer bir ifadeyle felaketlere davetiye çıkarmamızdadır.
İnsanoğlunun kendi elleriyle meydana getirdiği ve adına ‘global iklim değişikliği’ dediği olgu sonucunda, dünyanın birçok ülkesi benzer felaketlerle baş etmeye çalışıyor ancak nafile!
Zira tüm bu felaketlerin geleceğini insanoğlu biliyor lakin gerekli önlemleri almakta ayak sürüyor. Buna da insanoğlunun kişisel hırsları ve bencilliği neden oluyor.
Karadeniz Bölgemiz iklim yapısı ve jeolojik özelliklerinden dolayı, şiddetli yağmurlara ve dolayısıyla sellere maruz kalıyor.
Menfaat denilince, bunun, karşılıklı olduğu anlaşılır değil mi? Bu denli karşılıklı çıkar ilişkilerinde bir denge de olmayabilir. Yani taraflardan birinin az, diğerinin çok menfaati olabilir.
Ama gelin görün ki özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye’nin dahil olduğu hemen tüm ittifak ortaklıklarında amaç, Türkiye’yi çırak çıkarmaktır.
Daha açık ifadesiyle dost (!) ve müttefiklerimiz (!), malı hamutuyla götürmüş, Türkiye ise tabiri caizse nal toplamıştır.
İşin en vahim yanı ise Türkiye’nin dostları ve müttefikleri olduğuna inanması ve onlara güvenip bel bağlamasıdır.
1947 yılında ABD ile yaptığımız ikili anlaşmalar ile iki ülke arasında münasebetlerde kantarın topuzu kaçırılmış ve bilahare NATO’ya girdikten sonra ise ülke, tamamen ABD’nin güdümüne sokulmuştur.
Uluslararası ilişkilerde ilk düğme yanlış iliklenince, ondan sonraki tüm iliklemeler de, aynı yanlışı tekrarlayarak devam etmiştir.
Dışarıdan bakınca; NAT bir ittifak görüntüsü veriyor lakin içine girince, bunun bir ittifaktan ziyade; irili ufaklı hissedarlardan oluşan bir anonim şirketi olduğu görülür.
ABD patronajındaki bu şirketin yüzde 50’den fazla hissesi ve ayrıca altın hisse, bu büyük ortağın elinde bulunuyor. Diğer ortakların hepsi bir araya gelse bile bir karar alamıyor.