Şahıs, şirket, toplum ve devlet olarak hemen herkes, maddi hesaplaşmalarla boğuşuyor. Hemen herkesin aklı fikri kurda, dövizde, faizde, borsada, enflasyonda, çarşıda ve pazarda.
Vahşetten medeniyete gittiğini (gerçekte tam tersi) iddia eden insanoğlu, geldiği nokta itibarıyla kendini “homo economicus” ‘ekonomik insan’ diye tanımlıyor.
Buna göre ‘ekonomik insan’; kusursuz bir akla, sınırsız bilişsel kapasiteye, sadece kendini (çıkarını) düşünen, her türlü bilgiye kolayca erişebilen ve tüm ideali kendisi ve kendisine dönük hedefleri olan bir varlıktır.
Günümüz insanı, kendisini çerçevelediği bu kavrama tıpatıp uydurmak için, varını yoğunu seferber ediyor. Diğer bir deyişle, ne istediyse ona kavuşuyor. Dünyayı istedi ve kendisine dünya verildi.
Kendi benliğinin (nefs) esiri olan insanın oluşturduğu “Vur patlasın, çal oynasın” dünyasında, birileri tepişirken altta kalanların canı çıkıyor.
‘Ekonomik insan’ın dünyasındaki ölümler, ya fazla yemekten (obezite) ya da yemek bulamamaktan (açlık) kaynaklanıyor. Zira günümüz insan tipi, sadece kendisine faydalı olmakla ilgilenir ve başka kimseyi umursamaz.
‘Ekonomik insan’ın temel amacı; tüketiciyse faydayı en üst düzeye çıkarmak, üreticiyse en yüksek kârı elde etmektir.
Halbuki gerçek insan, insani değerlere sahip insan, başkasının mutluluğuyla mutlu olan, başkasının hüznüyle hüzünlenen, maddesini ve manasını başkalarıyla paylaşabilen insandır.
Zira arkalarındaki güç (Biden), “Türkiye ekonomisini mahvedeceğim” demiş ve mahut çevrelere göre de, o söz tutulmuştu. Onlara göre, iktidarı alaşağı etmenin tam zamanıydı.
Artık derhal bir erken seçimden başka bir şey yapılamazdı. Daha cumhurbaşkanı adayları bile belli değildi ama olsun, nasılsa hepsi birden ‘Benden sonrası tufan’ idraksizliği içindeydi.
Demokrasi tarihimiz boyunca, yalanı su gibi söyleyen, iftirayı fütursuzca atan, hakaretin en aşağılık türlerini diline pelesenk eden Kemal Kılıçdaroğlu gibisini gördünüz mü?
Bunun kadar rahat yalan söyleyebilen ve ardından hiçbir şey dememiş gibi davranan pişkinine tarihte çok az rastlanır.
Bu yalan ve iftiralarına, mahkemelerce verilen ve yalnızca bir kısmını kendisinin ödediği, büyük kısmını ise, tüm milletvekillerine ödettirdiği tazminat paraları, neredeyse bir ilçe belediyesinin bütçesine denk gelmekte.
Yalancılığı ve müfteriliği mahkemece tescilli böyle bir kişi, üst üste on seçim kaybetmiş olmasına rağmen hâlâ ana muhalefet partisinin başında ve üstelik haiz olduğu bu sıfatlara aldırış etmeden, kendini sütten çıkmış ak kaşık gösterip cumhurbaşkanlığına aday olabileceğini söylüyor.
Bu hale pişkinlikten ziyade yüzsüzlük dense yeri değil midir?
Yedi kocalı Hürmüz
Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, ekonomik açıdan denemediğimiz yol ve yöntem kalmadı; bunların hiçbirisinden istenilen sonuç elde edilemedi.
En katı devletçilik (komünizm) uygulamalarının (1940’lı yıllarda gayr-i Müslim vatandaşlara uygulanan varlık vergisi, çakmak taşı kullanımının yasak olması vb.) yanında, karma ekonomik sistem denilen devlet ve özel sektörün iş hayatında olduğu uygulamalar da yapıldı, olmadı.
Son olarak da devletin iş hayatından çok büyük ölçüde çekildiği liberal ekonomiyi de uyguladık, yine olmadı.
Türk Parasını Koruma Kanunu (kendine faydası olmayanı artık neden koruyacak idiysek!) ile birlikte kapalı ekonomiyi denedik, olmadı. Olamadı.
Mahut Kanunu kaldırıp Türk Lirası’nı konvertibl kıldık (1989) ve serbest piyasa ekonomisine geçtik.
Merhum Özal, alınması gereken tüm bu ekonomik önlemleri alırken sonunu getiremedi, getirtmediler. Özal’dan sonra ise gelen koalisyon hükümetleri, Özal’ın yaptıklarından adeta intikam aldılar.
On yıl içinde Türkiye’ye sıfırı tükettirdiler ve ülkeyi, borç batağına sokup IMF’ye teslim ettiler.
Yaşanılan tüm bu süreçlerde ülkemiz hep faiz, döviz-kur ve enflasyon girdabına sürüklendi.
En yakınındaki mesai (ve tabii sözde dava) arkadaşlarından, içeriden; başta ABD, sözde dost ve müttefiklerinden olmak üzere, dışarıdan onca darbe görmesine rağmen, hâlâ dimdik ayakta ve rakipsiz olarak tek başına iktidarını sürdürüyor.
Dünya üzerindeki demokratik ülkelerin hiçbirisinde böylesine uzun süreli ve başarılı bir iktidar mevcut değildir.
En üst görevler verdiği en yakın mesai arkadaşları bile trenden indiler lakin inenler indikleriyle kaldılar ve partinin bütünlüğüne bir zarar veremediler. Halbuki tüm dünyada olduğu gibi bizde de, kitle partilerinin kaderi bölünmektir.
Sayın Erdoğan’ın kaptanlıktaki dehasına bakın ki, sahip olduğu kitle partisini yirmi yıla yakın bir süredir, bölünmeden ve üstelik tek başına iktidarda tuttu.
Ve 2023 seçimlerine giderken de, partisi hâlâ birinci parti, kendisi de rakipsiz cumhurbaşkanı adayı. Zira adaylığı aylar öncesinden ilan edilmesine rağmen, karşısındaki yamalı bohça ittifaktan, adaylık adına çatlak seslerden ve kendi kendilerine gelin güvey olanlardan başka bir şey duyulmuş değil.
Sayın Erdoğan’daki üstün meziyetler yalnızca liderlik ve çok çalışmakla da sınırlı değildir. O, elde ettiği her türlü başarıyı, kendisini durdurmak isteyen ve yanlış yollara sürüklemek isteyen, başbakanına, bakanlarına, grup başkan vekillerine, komisyon başkanlarına, milletvekillerine, yardımcılarına ve bir kısım üst düzey bürokratlara rağmen sağlamıştır.
Son olarak, faiz-kur enflasyon sarmalına karşı gösterdiği refleks ve geliştirdiği sistem, dost düşman herkese şapka çıkarttı. Girdaba sürükletilmek istenen gemiyi, üstün bir manevrayla salimen limana yanaştırdı.
Böylece iktidarları boyunca tüm yanlışları ve başarısızlıkları Sayın
Bir gelip pir gelen pandemi, ekonomisi en güçlü ülkelerin insanlarının bile hayatlarını altüst etti. Salgının başında iddia edildiği gibi, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Nitekim olmadı ve bundan böyle olamayacak da.
Enerji ve girdi mallarındaki artışlar ile tedarik zincirlerindeki aksamalar ve hepsinden önemlisi, döviz fiyatlarındaki aşırı yükseliş, emtia yokluğunun yanında, olan mallarda da fahiş fiyatı getirdi.
Amerikalı ve Avrupalılar bu trajik durumla yeni karşılaşıyor lakin Türk insanının ömrü hep bu denli manipülasyonlara maruz kalmakla geçti.
Dememiz o ki, Türk milleti olarak biz bu filmi çok gördük.
En çok bir buçuk seneyle sınırlı koalisyon hükümetleri dönemlerinde, bir yandan zam yağmuru altında inlerken, diğer yandan en hayati temel gıda maddeleri dahil hemen her şeyin yokluğunu çekerdik.
En pahalı malın, olmayan mal olduğunu yıllarca gördük. Düşünün, margarin yağı, ayçiçeği yağı, tüp gaz, şeker gibi temel gıda madde ve ürünlerinin yanında benzin, mazot ve daha niceleri bulunmazdı.
Neredeyse tüm mal ve ürünler, tezgâh altından, gizli olarak ve karaborsa fiyatla satılırdı.
Osmanlı tarih sahnesinden silinip yerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne de kabuğunda kalması ve asla dışarı çıkmaması dayatılınca; asırlar boyu, tasada ve kıvançta birlikte olduğumuz ülkelerden ayrı düştük.
Merkezkaç kuvvetinden çıkıp çil yavrusu gibi dağılan ve sahipsiz kalan ülkelerin her biri, kapanın elinde kaldı.
Bunlardan Afrika’da olanlara, renklerinden dolayı zenci, kıtalarına da Kara Afrika denmişti.
Halbuki emperyalistlerin nasırlaşan vicdanlarındaki zifiri karanlıktı yüzlerine yansıyan. Zira zenci dediklerinin aynalarında, kendi kapkaralıklarını görüyor ve sözde kurtuluşu, onları ezmekte, köleleştirmekte, sömürmekte ve öldürmekte görüyorlardı.
Sözde beyaz, gerçekte ise karadan da daha kara olan vicdansız Batılılar; sırtlan sürüleri misali, siyahi insanlara saldırdılar.
Afrika’nın altını üstüne getirdiler; mallarını yağmaladılar, envai çeşit işkencelere tabi tutarak canlarını aldılar.
Bütün bu zulüm ve işkencelerden, canlı olarak günümüze kalabilen Afrikalı’nın ruh hali son derece dramatiktir. Öyle ki, beyaz adamı gördüğünde, ondan, canavar görmüş gibi ürküp kaçıyor.
Oysa aynı topluluklar, daha bir asır öncesine kadar, beyaz tenli olan Türklerle hemhal idiler; birbirlerine şefkatle bakıyorlardı.
Koronavirüs salgını, en güçlü ekonomileri bile derinden sarstı, üstelik bu sarsıntı, şiddetlenerek daha da devam edeceğe benziyor.
Başta ABD, İngiltere ve Almanya olmak üzere, en gelişmiş ülkelerde bile sağlık sistemleri alarm veriyor.
Hem işverenin ve hem de çalışanın yüksek prim ödediği ABD’de, herhangi bir sigortalı acile gittiğinde, saatlerce bekletilmesinin yanında, yüksek faturayla karşılaşıyor.
İngiltere’de ise hastaların fizik tedavileri için bir yıla yakın sıra beklemeleri gerekiyor. Aile hekimlerinden randevu talep edebilmek için bile saatlerce bekliyorsunuz, muayene ise ancak günler sonra. Buradaki acillerde de saatlerce sıra beklemeniz gerekiyor.
Sağlık konusunda Batı insanının geldiği duruma bakar mısınız: Kendimize iyi bakıp, hasta olmamak için dua etmekten başka çaremiz yok diyorlar.
Sağlık çalışanlarımızın çok üstün gayretleriyle hemen her gün destan yazdıkları Türkiye’miz ise sağlık altyapısı ve verilmekte olan hizmetler yönüyle gıpta edilecek konumda.
Çok değil, daha yirmi sene öncesine kadar, bizler Batı’ya imrenirdik; oralarda tedavi olabilmenin çarelerini arardık. Açık kalp ameliyatı için bile ABD’nin yolunu tutardık.
Sadece yirmi sene içerisinde Türkiye’de nelerin değiştiğini görmemek için gerçekten kör olmak lazım. Zerre miktarı vicdan sahibi olanlar, bu hakkı teslim ederler ve bunu gerçekleştirenleri tebrik ederler.
Dün de aynı zihniyet, Adapazarı’ndaki Tank-Palet Fabrikasının Katar’a peşkeş çekildiğini iddia etmişti. İddianın yalan, düzmece ve iftira olduğunun delilleri, defaatle gözlerine sokulması rağmen, aynı teranelerini ısrarla sürdürmektedirler.
Savunma sanayimiz, özellikle son on yılda, dünyada parmakla gösterilecek çok üstün başarılara imza attı.
Türkiye’miz, son üç yüz yıldır ilk defa, sahip olduğu çetrefilli coğrafyayı, kendi imkânlarıyla elinde tutabilecek güç ve kuvvete erişti. Bunu nasıl başardı derseniz; cevabı şu atasözümüzdedir: Kötü komşu insanı mal sahibi yapar.
Türkiye’ye dost ve müttefik gözüken; gerçekte ise, ambargolar dahil, kendisine her türlü kötülüğü reva görenler, onu mal sahibi yaptılar.
Bakınız, ABD bizi, ortak olmamıza rağmen F-35 savaş uçağı projesinden çıkardı. Bir milyar iki yüz milyon dolarımızın üstüne de yatmak istedi. Paranın tahsili için Türkiye diretince, ABD görüşmeleri başlatmak zorunda kaldı. Paramızı ne zaman ve nasıl ödeyecekleri belli değil.
Türkiye tank imalatına girişti, dost ve müttefikimiz olan Almanya ile anlaştı. Tankın tüm parçalarını ürettik, iş motora gelince, Almanya yan çizdi, göndermem dedi.
Aynı filmi, on beş sene öncesinde İHA’larda görmüştük. ABD, bize paramızla İHA vermiyor, yazılımı kendilerine ait beş-on İHA’yı tamir için gönderdiğimiz İsrail de bunları onarıp geri göndermiyordu.
Oysa aynı ABD, en sofistike silah ve mühimmatları, bedelsiz olarak, Türkiye ile savaşmakta olan terör örgütlerine boca ediyordu.