Türkiye, 2. Büyük Savaş’a girmedi lakin 1. Büyük Savaş’taki yenilgisi onu, önce İngiltere’nin ve ardından ABD’nin kapsama alanına soktu. Onlar da ellerine geçirdikleri bu tarihi fırsatlarla, Osmanlı’yı ve ardından Türkiye’yi maddede ve manada pırasa gibi doğradılar.
Ruslar, Türkiye’den Kars’ı, Ardahan’ı, Artvin’i isteyip Boğazlar’dan hak iddia edince, ABD ve NATO, Türkiye’nin kurtuluş simidi olarak görüldü. NATO’ya girdiği ilk günden itibaren, Kuzey Atlantik Paktı’nın külfetini yüklendi ve bu ilk iş olarak; Anadolu çocuklarını gemilere bindirip savaşmak için dünyanın öbür ucuna (Kore) gönderdi.
Denize düşüp yılana sarıldığını, yılanın bıkmadan, usanmadan sürekli sokmasından anlayacak lakin ona karşı koymayı aklının ucundan bile geçiremeyecektir. Zira yapılan ikili anlaşmalarla eli kolu bağlı, savaş yorgunu ve çaresiz bir haldedir.
1990’da Sovyetler’in dağılmasından sonra, ABD, rakipsiz süper güç olarak, tek başına dünyanın jandarması oldu; artık ‘Ali kıran baş kesen’di.
Oluşturduğu vahşi kapitalizm sistemiyle tüm dünya ülkelerini sömürüyor, bu sömürü düzenini sürdürmek için de kimsenin gözünün yaşına bakmadan tüm kahpelikleri pervasızca sergiliyordu.
ABD Başkanı, Almanya’ya: ‘Biz olmasaydık şimdi Rusça konuşuyor olacaktınız!’, Fransa’ya: ‘Biz olmasaydık şimdi Almanca konuşuyor olacaktınız!’, Suudi Arabistan’a: ‘Bizim desteğimizle o koltuklarda oturuyorsunuz. ABD’nin desteği olmasa iki hafta zor dayanırsınız; tacınız tahtınız başınıza yıkılır!’, Türkiye’ye: ‘ABD’nin sana biçtiği rolün dışına çıkma; aksi halde ekonominizi mahvederim!’ diyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, alışagelinen siyasetçilerin aksine, dik durup ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolün dışına çıkınca da, son gelen Başkan: ‘Tayyip Erdoğan’ı indirmek için muhalefetle işbirliği yapıp onları destekleyeceğini’ söylüyor.
Şu şımarık, had bilmez, buyurgan ve kepaze tavrı görüyor musunuz? ‘
Kendilerini elit (seçkin) görüp halkı küçümseyen ve onların değer yargılarıyla alay edenler halkçı olabilir mi?
Yurdun sadece 5-10 şehrinde havaalanı yapıp yalnızca seçkinleri (zenginleri) uçuranlar mı halkçıdır yoksa havaalanlarını ülkenin dört bir tarafına yayıp havayolunu halkın yolu yapanlar mı halkçıdır?
Aynı müfredatı ve hatta daha fazlasını okuyan meslek okulu mensuplarını ötekileştirip, puanlarını kırıp üniversitelere sokmayanlar mı halkçıdır, adaleti uygulayıp herkesi aldıkları eşit puanlara göre üniversitelere yerleştirenler mi halkçıdır?
Başörtülü kızlarımıza eğitimi çok gören ve onları üniversite kapılarından kovanlar mı halkçıdır, onların en temel insan ve eğitim haklarını verip üniversitelere yerleştirenler mi halkçıdır?
İşgal güçlerinin bile yapmadığını, yapamadığı şeyi yapıp; ülkenin yerleşim yerlerini, kamu alanı ve dışı diye ayıran ve başörtülülere devlet dairelerini yasaklayanlar mı halkçıdır, tüm devlet dairelerini bütün vatandaşlarına, ayrım yapmaksızın açanlar mı halkçıdır?
Halkını hastane ve eczane kuyruklarında süründüren, hasbelkader yatabilenleri de hastanelerde rehin alanlar mı halkçıdır, teknolojinin en son ürünleri cihazlarla donatıp kurduğu hastaneleri yurdun dört bir yanına yayıp halkının hizmetine sunanlar mı halkçıdır?
“AK Parti’ye oy veren hâkime hâkim demem, öğretmene öğretmen demem, polise polis demem, çitçiye çiftçi demem, işçiye işçi demem, sanatçıya sanatçı demem” zırvasını edip insanımızı ötekileştirenler mi halkçıdır, benim memurum, benim öğretmenim, benim işçim, benim çiftçim deyip onları baş tacı edenler mi halkçıdır?
IMF’nin güdümüne girip borç ve emir alan ve ülkesinin halkını köleleştirenler mi halkçıdır, IMF’nin borcunu kesip kapı dışarı eden ve faiz lobisiyle dişe diş mücadele edenler mi halkçıdır?
O insanlık ki, siber teknolojiyi keşfedinceye kadar yokuş tırmandı, bu keşifle birlikte uçuşa geçti. Lakin bu uçuştaki rotasının ne olduğunu (düz mü, eğri mi, yukarıya mı, uçuruma mı?) kendi de bilmiyor.
Pandeminin meydana getirdiği derin sarsıntılar bile insanoğlunun akılını başına devşirmesine yetmedi.
Oysa insanoğlu yeni keşifleriyle kendini öve öve bitiremiyor, bir dokunuşla yerin altını üstüne getirebiliyor.
Aynı insan, eskiden sevgiyle bakıyor ve gönüllere dokunuyordu. Zira o vakitler dokunduğu insandı, insani duygulardı.
Şimdi ise, duyguları körelmiş olarak yalnızca makineye dokunuyor ve olan biteni şuursuzca seyrediyor.
İnsanoğlu, dünyanın en mükemmel bilgisayarının, taş kafa, geri zekâlı, angut birisinin tırnağı kesilince duyabileceği hissin trilyonda birini duymadığını, duyamayacağını bir bilebilse, bir anlayabilse!
O vakit bilinçsizce emrine girdiği oyuncağı elinden fırlatıp atacak, kendine gelip onu ve onun gibi her şeyi hükmü altına alabilecek ama nerdee...
Bakınız; Rusya Dışişleri Bakanlığı yetkilisi
Daha açık ifadesiyle; atanmışları (sivil ve askeri bürokrasi) seçilmişlerin emrine vermektir. Seçilmişleri amir, atanmışları memur kılmaktır.
Daha işin başlangıcından beri, bize demokrasicilik oynatmalarının temelinde millete güvensizlik yatmaktadır. Millete tepeden bakan, onu horlayan, onu insan yerine koymayan bir zihniyet; demokrasimizi geliştirmedi.
Geliştirmek isteyenlere mani oldu.
Kendilerini dev aynasında; milleti ise sinek kadar görüp; ‘Bizim oylarımızla, cahil-cühelanın oyu bir olur mu?’, ‘Cahil, askerde okuma-yazma öğrettiğimiz baldırı çıplaklar ne ki, bunların seçtikleri ne olsun?’ diyerek milli iradeyi istiskal ettiler.
Lafa gelince, milli iradenin üstünde güç yok, tatbikatta ise milli irade kimsenin umurunda değildi. Düşünebiliyor musunuz; Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı tutukladı.
O komutanın, Anayasa’da ve kanunlarda belirtilen görevi; cumhurbaşkanını, ölümü pahasına korumaktır. Aynı asker ise Anayasa’yı ihlal ederek, cinayetlerin en büyüğünü işliyor. Meclis’i kapatıyor, seçilen milletvekillerini suçlu addedip içeri alıyor, Başbakan ve Bakanlara (Hükümet) katil muamelesi yapıyor, Anayasa’yı rafa kaldırıyor, milli iradeyi yok sayıyor, demokratik tüm hürriyetleri kısıtlıyor. Ve dönüp utanmadan diyor ki: “Bu yaptığımın adı ‘Anayasa ve Hürriyet Bayramı’dır.”
Halka da diyor ki: ‘Gelin hep beraber kutlayalım!’
Delinin zoruna bak!
Oysa İstanbullular 25 yıldan beri süregelen AK Parti iktidarlarında hizmet görmeye alışmışlardı, bu yüzden bu çeşit laflara karınları toktu.
Başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, diğer ilçe belediyelerinde gösterilen üstün hizmet anlayışı, AK Parti’ye merkezi idarenin yolunu açmıştı.
Yerel yönetimler halkla birebir temas yerleri olduğu için, burada yapılacak olumlu ya da olumsuz icraatlar, birebir sandığa yansır. Bundan dolayıdır ki CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu, İstanbul ve Ankara Belediye başkanlarının görevlerinden şu veya bu sebeple ayrılmamalarını ve görevlerini layıkıyla yapmalarını ısrarla istemektedir.
Belli ki Ekrem İmamoğlu, başka hesapların içine girerek genel başkanını dinlemiyor, dinlemeyecek. Ve yine belli ki birileri, onunla, Erdoğan’ı İstanbul’da yendiği gibi Türkiye’de de yenmek ve kendisini Cumhurbaşkanı yapmak istiyor.
İmamoğlu da bu havaya, daha işin en başından beri girmiş durumda.
İçeriden ve dışarıdan pohpohlayanları var. İP Genel Başkanı onu, Fatih Sultan Mehmed’e benzetiyor ve yüzünde ‘Rabbi yessir’ olduğunu iddia ediyor! ABD Başkanı Biden da Erdoğan’ın İstanbul yenilgisiyle umutlandığını belirtip muhalefeti destekleyeceğini ilan etti. İç ve dış desteklerle şişinen Ekrem İmamoğlu da ister istemez cin olmadan adam çarpmaya kalktı!
Zira o da biliyordu ki Sayın Erdoğan da aynı süreçten geçip ülkeye hem Başbakan ve hem de Cumhurbaşkanı olmuştu.
Bir farkla ki, Sayın
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki muhalefet partileri, iktidarlara karşı ürettikleri alternatif projelerle seçimlere girerler. Vaat ettikleri şeylerin ayakları yere basar, hayali konuşmazlar, seçmenin önüne plan ve projelerle çıkarlar.
Bizdeki muhalefet partilerine bakın, hepsinin hedefinde, yalnızca Sayın Erdoğan’ın şahsı var, onu alaşağı etsinler de sonrasında ne olursa olsun, isterse memleket batsın!
Hemen hepsinin tek derdi, Sayın Erdoğan; böyle bir muhalefet anlayışı olabilir mi?
Yıkıcılık, inkârcılık, imha edicilik üzerine kurulu ve ‘Dinim kinimdir’ diyen bir siyaset anlayışı.
Bu anlayış, yalnızca bugünün meselesi de değildir, dün de vardı ve onların da hedeflerinde sadece padişah vardı.
Dünün Osmanlı Paşası (Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa) da aynı teraneleri sayıklıyordu ve şöyle diyordu: ‘Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan aşağıya gelir (Padişah). Bizim memlekette yukarıdan aşağıya gelen kuvvet herkesi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye imkân yoktur. Bunun için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir. (elçilikler-yabancı ülkeler)’
Paşa’nın kastettiği muşta, kunduracıların, derileri inceltmek için kullandıkları demir tokmak.
Vaktiyle Osmanlı paşalarının (sadrazam ve bakanları) da hedeflerindeki kişi, zamanın padişahı idi. Onu tahtından indirirlerse her şeyi halletmiş olacaklardı.
Ne acı bir gerçektir ki, en ziyade kendi dinimizin ve kendi dinimizce kutsal olanların cahiliyiz.
Yönümüzü Batı’ya döndüğümüzden olacak; tüm dini gerçeklikleri de Batı’dan, Batı kaynaklarından öğreniyoruz. Oysa Batı’nın ve Doğu’nun tüm dinlerinden bozulmamış (tahrif edilmemiş) tek din vardır, o da İslamiyet’tir.
Hz. Âdem aleyhisselamı da Batılı, bozuk ve yanlış olan kaynaklardan, özellikle İsrailiyattan öğrenip ahkâm kesiyoruz.
Bu cümleden olarak; sözde, Hz. Âdem ile Havva Annemizi ve melekleri çıplak heykeller şeklinde teşhir ediyorlar. Hz. Âdem ile Havva Annemizin günah işlediklerini ve onların nesillerini de (biz insanları) günah çocukları olarak ilan ediyorlar.
Halbuki İslam inancına göre peygamberler günah işlemezler; zira günah işlemekten korunmuşturlar. Bu yüzden onlarda ‘İsmet: Günahsız’ sıfatı vardır. Diğer sıfatları (özellikleri) ise:
1-Sıdk, doğruluk sıfatıdır.
2- Emanet, güvenilir.
3- Fetanet, bulunduğu toplumun en akıllısı olmak.
Herhangi bir dine girmek veya mensup olunan dinden çıkmak için yapılabilecek tek şey, o dini enine boyuna irdelemek ve araştırmaktır.
Karar verdikten sonra, ya o dinin mensubu (inananı) ya da münkiri (inanmayanı) olunur. Her iki halde de bulunanlar, birbirlerinin imanına ve imansızlığına karışamazlar, karışmamalıdırlar.
Zira herkesin dini ya da o dine veya başka dinlere olan kayıtsızlığı kendinedir. Bu durum kendisinden başka kimseyi ilgilendirmez.
Ama gelin görün ki son iki asırdan beri, bizim toplumumuzda bu tartışmalara şahit oluyoruz. Bunun da yegâne sebebi, tarafların birbirlerine olan tahammülsüzlükleri ve karşı tarafı zorla kendine benzetmek istemesidir.
Asıl tartışmayı başlatanlar ise, inananlara ve inançlara tahammül göstermeyen, kendilerini dinden soyutlayanlar, yani inanmayanlar olmuştur. Zira bunlar, kendileri inanmadıkları gibi inananlara kendi hayat tarzlarını dayatmaktadır.
Başı açık olanları kimse kapatmaya zorlamadı lakin başını örtmek isteyenlerin eğitim hakları bile ellerinden alındı.
Bu kafa, kendine gerekçe olarak şu aşağılık formülü bulmuştur: ‘Din, terakkiye (ilerlemeye) manidir. Dindar bir kafa bilimsel düşünemez. Felsefi hiç düşünemez. Dolayısıyla yarınlarımızı emanet edeceğimiz nesillerimizi dinden azade (uzak) yetiştirmeliyiz. Başka türlü modernleşemeyiz ve kalkınamayız.’
Mahut kesim böyle düşünmekle kalmadı, bu hali inanan kesime zorla dayattı; bu denli bir etki-tepki sonucunda da, toplumda ikilik, ayrışma ve hatta çatışma başladı.