Kuruluşunun hemen ertesi yılında yapılan seçimlerle, tek başına iktidara geldi ve o gün bugündür iktidarını sürdürmektedir.
Yeni kurulan (henüz bir yaşında) bir partinin, asırlık partileri geri bırakıp iktidara gelmesi ve daha önemlisi, tek başına olan bu iktidarını da neredeyse bir çeyrek asır boyunca sürdürmesi, dünyadaki demokrasilerde örneği olmayan bir durumdur.
Bizim demokrasimizde ise, bu durumun açıklaması şöyledir: Millet, on yıllar boyu insan yerine konulmamaktan bıktı. Seçip iş başına getirdiklerine reva görülen muamelelerden tiksindi. Her on yılda bir yapılan darbelerden iğrendi. Oylarıyla iktidar yaptıklarının muktedir olamamalarından bıktı usandı. Oylarıyla iktidar yaptıkları onca parti, halkın özlem beklentilerini sigara paketleri üzerine yazdılar; sigaralar bitince de paketi kaldırıp attılar.
Hani egemenlik kayıtsız şartsız milletindi? Milletin fertleri, hastanelere alınmıyor, üniversitelere, orduevlerine giremiyor, mahkemelerden, daha da vahimi milletin Meclis’inden kovuluyor, şehit olan oğlunun törenine alınmıyor, bir şekilde içeri giren yaslı annenin başörtüsü çıkarılmaya zorlanıyor, bunlar ve bunlar gibi daha nice aşağılık eylemler bu milletin evlatlarına reva görülürken; haklarını savunmak için iktidara getirdikleri şapkalarını alıp gitmekle yetiniyor.
Hiç kimse vesayete dur demiyor, diyemiyor.
İşte sandığa yansıyan ve onları patlatıp AK Parti’yi iktidara taşıyan milletin bu öfkesiydi. Eskiye ve eskilere duyduğu nefretin yansımasıydı.
AK Parti bu denli tepki oylarıyla iktidara geldi. Peki, bunca uzun iktidarını nasıl sürdürdü ve sürdürebiliyor derseniz, bunun da cevabı çok açıktır:
Milletin oylarına sahip çıkan, vesayete bayrak açan ve ölümü pahasına mücadele yürüten
1940’lı yılların özellikle ikinci yarısında, İsmet İnönü’nün ABD ile yapmış olduğu ikili anlaşmalarla ve bilahare NATO’ya girişimizle birlikte adeta ABD’nin uydusu olduk.
Özellikle savunma ve güvenlik konularında, bizim hiçbir şey yapmamıza gerek yoktu. Zira lazım olan ve olacak her şeyi ABD bize verecekti!
ABD’ye öylesine körü körüne güvendik ve bel bağladık ki, geleceğimizi ipotek altına aldıracak Milli Eğitim’imizin müfredatını bile ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve ABD’li uzmanlara havale etmiştik.
Kazın ayağının öyle olmadığını çok kısa sürede gördük ve halen daha da görmeye devam etmekteyiz. Bize her şeyi vereceğini vadeden ABD, bir şey vermediği gibi, bunları elde etmek için, yapmamızı da engelledi.
Böyle yapmakla, açıkça şunu söyledi ve hatta ihtar etti! “Sen, bağımsız ve bağlantısız bir ülke değilsin, benim uydum olan bir ülkesin. Kendin silah üretemezsin; benim veya NATO’nun verdiği silahları da kullanamazsın!”
Nitekim en lazım olduğu yerde (Kıbrıs Barış Harekâtı’nda) kullandırtmadı. O gün bugündür terörle yaptığımız mücadelede de gerekli silah ve mühimmatı vermedi, kendimiz yapmaya kalktığımızda ise, hem kendisi ambargo uyguladı ve hem de başkalarına ambargo koydurdu.
Özetle; ABD ile ‘Böyle dost düşman başına!’ diyebileceğimiz bir süreç yaşadık ve yaşamaya devam etmekteyiz.
Vesayet sargısından çıkmak isteyen başbakanların başlarına olmadık belalar açıldı; kimi darağacında sallandırıldı (Menderes), kimi makamından alaşağı edildi (Demirel), kimisine de siyaset ve dünya dar edildi (Erbakan).
Onun İBB Başkanlığı’na oturuşuyla İstanbul, belediye hizmetleri bakımından fetret devrini yaşıyor.
Biz İstanbullular olarak, 1994 yılında başlayan AK Partili dönemleri mumla arıyoruz. Merkezi hükümetin hizmetleri olmasa (özellikle ulaşımda), İstanbul’da yaşamak mümkün olmayacaktı.
Nitekim önceki dönemde yapılan Melen suyu sayesinde bugün İstanbul’un su ihtiyacının %76’sı sağlanmaktadır. Bu proje olmasaydı, bugün İstanbul susuzluktan kıvranıyordu.
İnsan İstanbul gibi bir mega kentte beş yıla yakın belediye başkanlığı yapar da orada yaşamakta olan yirmi milyona yakın nüfus için bir gram su tedariği yapmaz mı? Bir bardak olsun, İstanbul’un suyuna katkıda bulunmaz mı?
Kuraklık yüzünden İstanbul’daki barajlardaki su seviyesi S.O.S veriyor. Su seviyesi yüzde 18’in altına düşen barajlar var; o ise hiçbir şey olmamış gibi gününü gün ediyor.
Ekrem İmamoğlu hizmette sıfır lakin yalan, algı ve propagandada süper. Bu hususta kimse eline su dökemez; Hitler’in propaganda bakanı Goebbels bile.
Partisiyle birlikte bütün metro projelerine karşı çıktı; bununla birlikte AK Parti’nin yaptığı ve yapmakta olduğu tüm metroları, ‘Ben yaptım, yapıyorum’ diye caka satıyor.
Ta Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde hizmete açılan Merter’deki otoparkı ve Şişli’deki Cemal Kamacı Spor kompleksini hizmete açtım diye afişler astırıyor.
Adaletin olmazsa olmazı, hakkın haklıdan yana tecelli etmesidir. Maalesef dünyanın hemen her yerinde hak güçlüden yanadır. Ki, bu durum eski kavimlerin helakine sebep olmuştur. Aynı suçu işleyen zengine ceza verilmezken, sözde adalet adına fakirlerin ve güçsüzlerin canlarına okunmuştur.
Vaktiyle cehaletini epey bir tahsille yapıp lise hocası olan biri bana, “Görüyorsun, dinde de adalet zenginden yana; zira adaleti ile ünlü olan Hz. Ömer bile (adalet mülkün temelidir) demiş” dedi.
Zavallı, devlet manasına gelen ‘mülk’ kelimesini mal-mülk-zenginlik zannetmiş ve adalet timsali o büyük zata bu iftirayı atma cüretinde bulunmuştu. Bu tipler, bugün bile bol miktarda vardır.
Adaletin zıddı zulümdür.
Her şey en ince yerinden, zulüm ise en kalın yerinden kopar. Zulüm sürekli olmaz, olamaz; zira zalim tez elden belasını bulur ve kendi başını yer. Bu hal, devletler planında da böyledir.
Bakınız; Suudi veliahdı (artık kral sayılır), vatandaşı olan bir gazeteciyi İstanbul Konsolosluğu’nda öldürtüp yok ettirdi. Bütün dünyanın gözleri önünde işlenen bu cinayet görmezden gelindi.
Neden dersiniz?
Çünkü ABD başta olmak üzere ağababaları öyle istedi. Emperyalizmin öncülüğünü yapan ABD, 500 milyar dolar haraç alarak ve Suudi Arabistan’ı kölesi yaparak işin üzerine gitmedi.
Rusya’yı kışkırtıp ateşe iten ABD’nin niyeti belli: Rusya’nın saldırganlığını ileri sürüp bütün bir Avrupa’yı hegemonyası altına almak ve Rusya ile birlikte Çin’i kuşatmak. Nitekim kalan Avrupa ülkelerini de NATO’ya alarak ve daha önemlisi, AB’ye kendi ordusunu kurdurmayarak, bütün bir Avrupa’yı kendine muhtaç hale getirdi.
Daha geçen senelerde Fransa Cumhurbaşkanı “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” demişti. ABD’nin bu hamleleriyle, gerçekte AB’nin beyin ölümünün gerçekleştiği ve her şeyleriyle ABD’ye muhtaç hale geldikleri görüldü.
Bugün AB ülkelerindeki hanelerin yalnızca enerji (elektrik ve doğalgaz) giderleri beş bin avro’nun üzerindedir. Rusya Ukrayna savaşı uzadığı takdirde, yarınlarının daha beter olacağı, bugünden bellidir.
Türkiye, NATO ülkesi olmasına rağmen hem Rusya ile ve hem de Ukrayna ile münasebetlerini iyi şekilde yürütmektedir. Dolayısıyla savaş halindeki Rusya ile görüşebilen tek NATO ülkesi Türkiye’dir.
Türkiye’nin dış politikadaki bu başarısı, tahıl koridorunun açık kalmasını sağlamış ve böylece özellikle Afrika ülkelerindeki açlığın önüne geçilebilmiştir.
Türkiye’nin bu tutumu, yarınlarda oluşabilecek barış koridorunun yerini ve önemini göstermektedir.
ABD, AB’yi her ne kadar hegemonyası altına alsa da dünyanın çok kutupluluğa gitmekte olduğu aşikârdır. Oluşacak yeni dünya düzeninde, Türkiye de küresel güç dengelerinde söz sahibi olacaktır.
ABD, Almanya dahil tüm Avrupa ülkelerine istediğini yaptırıyor ama görüldüğü üzere Türkiye’ye diş geçiremiyor. Türkiye, kendi müstakil politikasını, ABD ve NATO’ya rağmen sürdürüyor.
Ülke yönetimini ele geçiren bir avuç seçkinci grup, tüm imkânları, güzellikleri ve hizmetleri kendilerine göre endekslediklerinden; halk ve halkın beklentileri unutulmuş, göz ardı edilmiş ve bunun sonucu olarak azınlık bir tabaka ile halkın arasında maddi ve manevi olarak büyük uçurumlar oluşmuştur.
Bu durumun tipik yansımasını o günlerin gazete manşetlerinde görmek mümkün: ‘Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremedi’. Dolayısıyla Meclis’in duvarındaki ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ sözü havada asılı levhadan ibaret kaldı.
Oluşturdukları bürokratik oligarşi (atanmışların seçilmişlere tahakkümü) ile devletin yönetimi ve denetimi milletten (milletin seçtiklerinden) alınarak, atanmışların bulunduğu üst kurullara ve kurumlara geçer.
Eski MGK toplantılarını hatırlayın; ilgili zevat adeta komünist ülkelerdeki ‘politbüro’ üyeleri gibi bir görüntü verirdi. Genelkurmay başkanı, başbakana bağlı olmasına rağmen (kâğıt üstünde), oturma düzeninde, masanın baş tarafında, her ikisi yan yana bulunurdu.
Daha önemlisi ülkenin devasa güvenlik, (iç ve dış), terör örgütleri ve onların dışarıdaki bağlantıları, dış politika gibi hayati konuları dururken; ‘İrtica ile mücadele’ başlığı altında millete ve milletin seçtiği, masadaki sivil erkana (başta başbakana) gözdağı verilirdi.
Ekonominin patronları bir avuç seçkinci zümreydi ve ‘İstanbul sermayesi’ diye anılıyordu. Bunların da çoğu uluslararası mahfillerin elemanı olup, hükümetlerin karşısında hizalanıyordu.
Tüm bu zorba takımının seçilmişlere olan düşmanlığı, seçilmişlerin maddi olarak da halkın iktidarını savunmalarından kaynaklanıyor. Seçilmiş hükümetler, ‘İstanbul sermayesi varsa, Anadolu sermayesi de olmalı’ diyerek, sermayeyi halka yaymak istemektedir.
Eksik yönleri olmasına karşın Başkanlık sistemiyle, sözde (vesayetle illetli) demokrasiden kurtulduk.
İzmir’in kurtuluş yıldönümünde, boyundan büyük laflar ederek, içindeki ufuneti kustu.
Ettiği şu iğrenç laflara bakar mısınız: “100 yıl önce bu toprakları yönetenler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindeydi. Saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar. İnsanlık onurumuzu, bağımsızlık tutkumuzu ayaklar altına aldılar, teslim oldular...”
Dikkat ediyor musunuz; işgali yapan soysuzlara, İngiliz’e, Yunan’a tek laf etmiyor. Hırsıza, uğursuza arka çıkıp ev sahibine, mazluma dil uzatıyor.
Şu mantık sefaletine bakar mısınız; sözde sultanlar, saraylarındaki saltanatlarını korumak için bütün bir milleti ateşe atmış. Millet ateşe atıldıktan sonra, sultan, kimlerle ve hangi saltanatı koruyabilecektir?
İnsanlık tarihi boyunca hangi sultan, kral, hükümdar, han, hakan vb. ülkesini satmıştır? Unvanları ne olursa olsun tüm devlet başkanları, saltanatları uğruna ölür, öldürür veya öldürülürler. Ülkesini veya milletini satmak, yalnızca bir şekilde olabilir, o da kendisinin başta bırakılmasıyla.
Yani yabancı bir gücün valisi olmayı kabul eder ve ülkesini o şekilde yönetir! Bu durumun bugün bile birçok örneği var lakin Osmanlı yani Devlet-i Aliyye döneminde böyle bir şeyden bahsedilemez.
İşgalciye tek söz etmeden, ecdadı karalamak ve onlara iftira atmak, cibilliyetinin gereği olsa gerek.
Bahsedilen savaşa, Osmanlı Devleti’ni, padişahın haberi dahi olmadan İttihatçı paşalar soktu. Bu, cahil ötesi
Üstelik bunların birçoğu yüksek tahsil yapmış ve yaşları kemale ermiş kişiler. Doğrusu bu kişiler hakkında üzülmemek elde değil. Zira millet ve devlet hayatımızın bu denli hayati öneme haiz konusuna bile parti gözlüğüyle ve Erdoğan düşmanlığıyla bakma gafleti içindeler.
Ya hu! Bu melun 60’lı yıllardan beri devletin içine sokulmuş bir casus, Amerikan casusu. Bu kişi, yarım asırdır melanetini icra etti. O günden bugüne kimler iktidar olmadı ki! Darbe yönetimleri dahil tüm sivil yönetimler (sağ ve soldaki tüm başbakanlar, cumhurbaşkanları) bu kişiye yardımcı olmak için adeta yarıştılar.
Yarım asır içinde gelip geçen, asker-sivil tüm liderlerin tek istisnası N. Erbakan’dır; o da bunun, Amerikan casusu olduğunu bildiğinden değil, vaktiyle partisini bölen Nurcular olduğu ve bunların da kendilerini Nurcu olarak göstermelerinden dolayıdır.
Devletin tüm istihbarat kurumlarını ele geçirmiş bir casusluk şebekesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla bunların verdikleri bilgiler doğrultusunda, sivil ve askeri yöneticiler karar verdiler. Mesela Bülent Ecevit’e bu kişi için devletin elemanı dendi, görevli olduğu söylendi. Ecevit de sonuna kadar bu kişinin arkasında durdu, durmak zorunda kaldı.
Kenan Evren, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Erdal İnönü, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve en son olarak da Tayyip Erdoğan bu kişinin ve cemaat olarak bilinen yapının arkasında durdular.
Hatırlayın, o vakitler bu kişiyle fotoğraf çektirmek ve bu cemaatin(!) yanında olmak bir ayrıcalıktı. Bu ayrıcalığa sahip olmak için de hemen herkes yarış halindeydi. Çocuklarını bu yapının kurslarına ve kolejlerine vermek için insanlar birbirini eziyordu.
Sebebi açıktı; bunlar okulları kazanıyor, bunlar iş buluyor, bunlar parmakla gösteriliyordu.
Bu yapıya yarım asır boyunca kadro kurduruldu, hem de tüm devlet kurumlarını donatacak şekilde. Vali ise vali, kaymakamsa kaymakam, polis ise polis (Emniyet MİT’in her kademesi), askerse asker, öğretmense öğretmen, doktorsa doktor, doçentse doçent, profesörse profesör ve tüm branşlarda ve kademelerdeki bürokratlar, bu yapıda sebildi.