Dört ay ayrı kaldığım İstanbul’a dönüş, beklediğim gibi zor oldu. Zor olan kısmı ayrılma değil, kavuşma faslı. Bilmem size de öyle mi gelir?
Uzun süre ayrı kaldığım yerlere döndüğümde birkaç gün süren yabancılaşma duygusu yaşarım.
Ne mahalle bıraktığım mahalledir ne ev bildiğim ev. Ne de şehir bildiğim şehir.
Tanıdık olmasına her şey tanıdık, bir o kadar da yabancıdır.
Daha önce farkına varmadığım ayrıntılar, baktığım halde görmediklerim el birliği etmişçesine üstüme gelir.
Bu duvar bu kadar yüksek miydi?
Bu ağaç bu kadar uzun?
Bu yol bu kadar yokuş?
Bu oda bu kadar loş?
Yeniden İstanbul’da olduğumu kavramam için bir yolunu bulup köprüden geçmem gerekir.
Günün hangi saati olursa olsun, ister birinci ister ikinci köprüden geçtiğim an şaşkınlığım öyle bir hal alır ki, şaşırmayı bırakırım. Lamı cimi yoktur: Bu şehir dünyanın en güzel şehridir.
Sonra alışma devri başlar.
Derken unutma devri gelir.
Sonra bunalma devri.
Kaçma isteği.
Dönme dönemi.
Son yirmi yıldır bu döngü değişmedi.
Pazar sabahı erken bir saatte, şehir henüz uyur, mahmur bir güne hazırlanırken döndüm.
Hava pırıl, güneş solgun, renkler pastel.
Henüz ağaçlar yapraklarını dökmemiş, ortalık kızıla kesmemiş ama güz bütün ihtişamıyla gelmiş.
Mus, uzun süreden beri havanın bu kadar ılık olmadığını söyledi.
‘Böyle karşılamaya can kurban’ dedim, evde biraz oyalanıp bahçeye indim.
Ortancaların yaprakları yeşil ama çiçekleri solmuş.
Manolya kozalağa durmuş. Çimlerin üzerinde birkaç ölü yaprak...
Köşedeki köşkte de çıkaramadığım bir civeleklik var gibi.
Sokak değilse de kaldırımlar yeni.
Balıkçıların önüne iki adımda bir mazgal açmışlar.
Parktaki tarhlarda bir iki boynu bükük gül.
GÜNEŞİN SON DEMLERİ
Sonra sokak...
‘Hoş geldiniz, şükür kavuşturana, taşındınız sanmıştık, ooo bak hele kim geliyor’lar eşliğinde yürüyorum.
Yazlıklar kapanmış, Pala’nın bıyığı sanki biraz daha pala, enginar satan seyyar satıcı mevsime uyup tezgahı taze fındık-cevizle donatmış.
Kıraathanenin müdavimleri her zamanki yerlerini almış ama tek tük kişinin önünde dumanı tüten çay, dudağında cıgara var. Boş gözlerle gelen geçene bakıyorlar; belli afyonu patlatamamışlar.
Gazeteler istiflenmiş, kesekağıdında sıcak poğaçalar, demli çay beklenirken sırtlar güneşe verilmiş.
İSTİKAMET BEBEK
Aleko boş. Hem erken, hem ramazan.
Yelken de öyle.
Tarihi Yeniköy Fırını’nın önündeki masalarda tek tük kişi.
Buna karşılık Gazebo’nun önünde duran arabalara bakılırsa kameriyenin altında oturan epey müşteri var gibi.
Tekneleri kapandıktan sonra karaya vuran Takanik ve Titanic iki kuruş üç paraya balık-salata verdiklerini cephelerine astıkları bez afişlerle ilan etmiş.
Yavaş adımlarla İstinye.
Her taraf lüfer, palamut, midye.
Taze soğan, kıvırcık, roka, tere...
Niyetim Emirgan’a uğrayıp çınar altında kahve içmek, dermanım kalırsa da Bebek’e kadar yürümek.
VE SEZONUN İLK LÜFERİ
Nasıl köprüden geçmeden İstanbul’da olduğumu anlamazsam, Bebek’e gitmeden Boğaz’a geldiğimi de anlamam ben.
Zar zor çınar altına kadar geldik. Nefes nefese Çapkın’a su, bize de iki sade söyledik. Kahveler biter bitmez de haddimizi bilip, geçen ilk taksiye bindik.
Rumelihisarı’nda meşhur kazılardan biri yapılıyor. Yol tek şerit; Çanakkale misali geçilmiyor.
İnsanın vazgeçemediği adresleri vardır ve neyi özlerse aklına ilk orası düşer ya, Poseidon da balık özlediğimde benim aklıma düşen ilk yer.
Terasa geçip lüfer, midye dolması, salata söyledik. Bir de yeşil üzüm rakısı.
İlk lokma ilk yudum...
Yaz geçmişmiş, güz gelmişmiş, günler kısa, şehir yorucuymuş boş verdim.