İnsan neden resim yapar, neden yazar? Bence başka türlü yapamadığı için...

Daha giderken biliyordum. Ne sürme ne rimel. Belli akacak. Sıcak mı sıcak bir akşam. Ayın son günü. Oysa iki haftadan beri uyuşuk ağustos yerini mağrur eylüle bırakmış gibiydi.

Felaket tellalları, biz aymazlar hiçbir şeyin farkına varmaz, bitmeyecek gibi vur patlasın çal oynasın son demleri yaşarken; rüzgarı koklamış, gözlerini kısıp kırılan ışığa bakmış, sineklerin sokmasını, deniz ısısını, mehtabı tanık tutup kötü haberi vermişlerdi: Boşuna ağustosun yarısı yaz yarısı kış denmemişti... Yaz bitmişti.

Hoş geldin hüzün!

Sonra felaket tellallarının bile beklemediği bir şey oldu. Tam da gerçekten bitti derken, ayların en muğlağı yapacağını yaptı: Ne kadar kavurucu olabileceğini unutmayalım diye olsa gerek, gelecek yıla kadar çekip gitmeden kalanlara yakıcı bir selam çaktı.

30 Ağustos yılın en sıcak gecesiydi.

Gün boyu şemsiye gölgesinde pinekleyip, akşam alacasında eve döndüm.

İçim, çekül.

Oysa bir an önce hazırlanıp çıkmam, saat sekizde Dedeman Oteli’nde olmam gerek.

Bugün Sitare Duragil’in, Situş’un yaş günü. Biliyorum, Hasan amca ve Banu onun bu sonu sıfırlı yaş gününe uzun süredir hazırlanıyorlar. Üzeri her yaşını gösteren fotoğraflarla kaplı davetiyeyi iki ay önce dağıttılar. Uzaktakilere, yakındakilere.

Steph, torunlar, Banu Londra’dan geldi. Kalan dostlar, her yandan.

Vakitli vakitsiz göçüp de bu davete icabet edemeyenlere gelince... Biliyorum ki onlar melek, onlar da gelecek.

Sürmeden rimelden geçmemin, yürekteki çekülün nedeni de bu zaten...

Gidenler, dönmeyenler... Eksiklikleri her an hissedilenler...

BARKOVİZYONDA BİR HAYATIN ÖZETİ

Sekizi biraz geçe gittiğimde hemen herkes oradaydı. Ankara’dan, İstanbul’dan gelenlerle birlikte 100-150 kişi kadar. Birbirini tanımayan yok gibi. Küçük öbekler oluşturmuş eski dostlar harıl harıl konuşuyor, hal hatır soruyor.

Situş el boyaması uzun bir kaftan giymiş. Gözleri çakmak çakmak, gelenleri karşılıyor.

Kokteyl bitip de masalara geçildiğinde ışıklar söndü, terasın bir ucuna yerleştirilmiş barkovizyondan önce siyah beyaz, sonra renkli fotoğraflar akmaya başladı.

Kalın kaşlı, şimşek bakışlı küçük bir kız çocuğu güzelliği dillere destan annesinin dizinde kameraya gülümsüyor.

Kardeşiyle kırlara vurmuş.

Kara önlük, beyaz yaka, ağır çanta. Fonda gri Ankara.

Lise bitmiş: Kepli vesikalık.

Karavel devri her genç kız gibi Situş’u da esir almış... Türk Tarih Coğrafya Fakültesi’nin merdivenlerinde uçuşan saçlarıyla fiyakalı bir pozu var.

İlk aşk... Amerika’dan geldiği ayağındaki mokasenden belli genç adamla dönemin ünlü bir gece kulübündeler. Bir kol önde, diğeri belde, parmak uçlarıyla tutuşmuşlar. Kalıbımı basarım Çaça yapıyorlar.

Düğün, gelinlik, pasta.

Pusette bir bebek. Banu gelmiş.

Sonra ikinci bebek. Ali de gelmiş.

Alt alta üst üste fotoğraflarından haşarı oldukları anlaşılan iki çocuk, gözleri misket bu genç kadını yormak şöyle dursun, daha da güzelleştirmiş.

Amerika’daki ilk evleri. Modern döşenmiş.

Londra’da bahçedeler.

Geziler, kutlamalar; çoğu bu gece burada olan kırk yıllık dostlarla çektirilen ilk fotoğraflar.

Çoluk çocuk Avrupa gezisine çıkılmış.

Altın renkli Mustang Mach 1’in direksiyonunda, rüzgarı arkasına almış.

Situş hep aynı Situş. Bütün fotoğraflarında hep o şimşek bakışlı içten gülüşlü güzel kadın.

Daha resimle ilgili bir kare yok. Demek eline fırça aldığı yıllara gelmedik henüz. Onun için biraz beklemeliyiz. Siyah beyaz fotoğraflarda gülümseyen aile önce azalıp dağlanmalı, sonra çoğalmalı. Resim yapmaya o felaketten sonra başlamıştı.

Banu’nun düğünü.

İşte torunlar da geldiler.

Hong Kong. Hasan Amca’nın peşi sıra gidilen uzak diyarlar.

Dünyayı turladıktan, üç kıtada yaşadıktan sonra Bodrum’u daimi adres kılmak için aldıkları evin bahçesinde bahçıvanlık yapıyor.

Elinde palet, şövalenin önünde.

Son bir kare daha... bitti. On dakika sürdü sürmedi.

Koca bir hayat gözümüzün önünden on dakikada geçti.

Yeniden ışıklar yandığında herkesin gözleri nemliydi. Onun hayatına bakarken biraz da kendi geçmişimize dalmıştık.

SİTARE O BÜYÜK ACIDAN SONRA RESME BAŞLIYOR

Onu tanıdığımda on beş yaşlarındaydım. Eğer gözünüzün önünde Situş gibi bir rol modeli varsa, hayranlık kaçınılmaz olur. Ben de yaşıtım birçok genç kız gibi ona hayrandım. Golf kulübünün en güzel kadınlarından biriydi. Uzun yıllar yaşadıkları Amerika’dan dönmüşler, neden bilmem, Ankara’ya yerleşmişlerdi. Birlikte yolculuklara çıktık. Yaz tatillerine, kış gezilerine. Çocuklara ders verdim. Ve ilk evimin bir odasını onun Amerika’dan getirdiği mobilyalarla döşedim. Başucu lambası hálá evde durur.

Ankara faslı bir süre sonra bitti. Yollar ayrıldı.

Duragiller önce Londra’ya, derken New York’a yerleşti.

Ve hayatları orada değişti.

Aile acıların en büyüğü ile sınandı.

Böyle büyük yangınlar sönmez. Söndürülemez. Kavrulan etin acısı dinmez.

İşte bu yangından sonra Situş resme başladı.

Önce usul usul. Sonra hummalı.

Bildiğinin yetmediğini düşündü, ders aldı. Günler geceler boyu şövalenin önünden kalkmadı.

İnsan neden resim yapar?

‘Neden yazar, neden besteler’ gibi, yanıtı her ressama, her yazara, her besteciye göre değişen bir soru bu.

Ama şurası kesin ki böyle zorlu uğraşlar ancak başka türlü yapamayan insanların harcıdır.

Situş’un neden resim yapmayı seçtiğini bilmiyorum. Bildiğim, ilk resimlerin Ali’nin portreleri olduğu.

Sanki zaman, o güzel yüzü, o hınzır gülüşü belleğin kuytusuna atmasın, ezbere bildiği hatları bulanıklaştırmasın istemiş. Hep aynı yüzü defalarca resmetmiş.

Sonra elbette başka resimler de yaptı.

Ve o derin kırılma, kentsoylu hoş bir kadından yetenekli bir ressam çıkardı.

İyi ki varsın Situş.

Doğum günün kutlu olsun.
Yazarın Tüm Yazıları