Önce anlamadım. Deniz Adanalı yanıldı, şaşırdı, yanlışlıkla beni aradı sandım.
"Deniz Hanım, ben basket maçından anlamam, kurallarını bilmem, inanın son kez maç izlediğimde Yalçın Granit hayatta, Baba Kemal sahadaydı" diyorum ama dinletemiyorum.
Davetli gazetecilerin hiçbirinin spor yazarı olmadığını, zaten kimseden de maç yorumu beklenmediğini, birlikte Siena, Floransa ve Roma’ya gideceğimizi, kısaca maçın bahane gezinin şahane olduğunu söylüyor.
Siena, Roma, Floransa... Campo di Fiori, Piazza della Signoria, Uffizi, Trevi...
Aman Tanrım, bir de hava güzel olursa... Teklifi ikiletmiyor, "Tamamdır" diyorum.
Telefonu kapattıktan sonra nezaket gereği Ülker Spor üzerine küçük bir araştırma yapmam gerektiğini düşünüp Yavuz’u arıyorum. Yavuz Demir eski millilerdendir. Evde vaktinin çoğunu NBA maçlarının karşısında geçirir. Yaşlı kurt durduk yerde ortaya çıkan bu basket merakıma şaşırmakla birlikte istediğim bilgileri veriyor.
Takım bu yıl parlak değilmiş. Avrupa Şampiyonası’nda pek şansları yokmuş. İbrahim ve Mirsad iyi günlerindeyse kazanır, değilse yenilirmişiz. Aman hezimet olmasın da, adımız uğursuz gazetecilere çıkmasın diyor, araştırmasını tamamlayan gazetecilerin gönül rahatlığıyla telefonu kapatıyorum.
Tutmayın... İtalya’ya gidiyorum!
Nasıl hoş bir geziydi; beş günlüğüne bile olsa İstanbul’dan uzaklaşmak; yağmuru çamuru, derdi tasayı arkada bırakıp Noel arifesinde ışıl ışıl parlayan, sokaklarında hálá şık kadınların ve yandan gülüşlü çapkınların dolaştığı Avrupa’nın bu en görkemli medeniyetinin başkentine gitmek nasıl iyi geldi anlatamam.
18 kişiydik. Eşleriyle birlikte Ülker Şirketler topluluğunun iki yöneticisi; biri otuz küsur yıldır Roma’yı mesken tutan, diğeri Nice’de ikamet etmekle birlikte önemli gezilerin vazgeçilmez rehberlerinden iki İst-Mar rehberi; Deniz ve Mehmet Adanalı çifti ile biz on gazeteci.
Bu tür geziler -tecrübeyle sabittir- ya iyi başlar ve iyi biter, ya da kötü başlar ve öyle gider. Kötü dediğim, kimse kimseyle kaynaşmaz, sabah kahvaltılarında verilen kuru selam dışında kelam etmez, gülünmez, eğlenilmez. İyisi de tadından yenmez. Burada hüner davet edene düşer. Kimin kiminle anlaşacağını önceden kestirmek, davetlileri saptarken ince eleyip sık dokumak gerekir.
Havaalanına ayak basar basmaz ve ayıp olmasın diye Deniz Adanalı’ya sormadığım davetli listesini elime alır almaz bu küçük İtalya seferinin iyi geçeceğini anladım.
SIENA, KİBİRLİ OLMAKTA HAKLI
O gün Roma üzerinden otobüsle Siena’ya gittik. Siena’nın ana caddesi üzerinde Rönesans sarayından devşirme İntercontinental Oteli’ndeki odalarımıza yerleştik. Akşam maç var.
Maçta, içimden inşallah küçük taraftar grubumuzun gençleri fazla tezahürat yapmaz da, ateşli İtalyan seyircisiyle bir sürtüşme yaşanmaz diyor, ağırbaşlılığı bilinen Mehmet Adanalı’nın yanına ilişiyorum. Ne sürtüşmesi? Adamlar bizim taraftan gelen cılız seslere bakıyor, el sallıyor, gülüyorlar. Maçı 74-71 aldık. Kötü oynadık ama kazandık.
Ertesi sabah, erkenden Mehveş ile Campo di Polio’da Siena’nın dünyaca ünlü eğri meydanında yürüyüşe çıktık. Aristokratlıkta Floransa ile yarışan, dünyanın en yaşanılası kenti olarak seçilen Bologna’ya burun kıvıran Siena bu kadar kibirli olmakta haklı. Şehir 55 bin yaşayanının üzerine titriyor. Yollar, lokantalar, dükkanlar, yerli nüfus rahatsız olmasın diye turist otobüslerinin şehir dışına park etme zorunluluğu, gelen yabancılardan alınan ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılan ayak bastı parası, yaşlılara gösterilen özen, gençlere yönelik çalışmalar, sanata ve sanatçıya duyulan saygı, her şey bu kibri haklı çıkarıyor sanki...
Yıllar önce yağmurlu bir yaz günü ayrıldığım meydana bu kez soğuk ve güneşli bir kış günü bakıyor ve gözümde vebanın kol gezdiği, engizisyonun acımasız kıskacının herkesi esir aldığı Rönesans dönemini canlandırmaya çalışıyorum. Siyah cüppeli rahipler, sürgünde ölen şairler, mum ışığında çalışan ressamlar, mimarlar, yazarlar, kediler... Hepsi göçtüler. Geriye Siena kaldı. Zamana kafa tutan mağrur şehir. Ve onun mağrur insanları.
KABAK ÇİÇEĞİ KIZARTMASI YANINDA CHIANTI
Floransa’ya hareket ediyoruz. Önce Campo di Fiori’ye gideceğiz. Dünyanın en büyük katedrallerinden Duomo’nun bütün haşmetiyle yükseldiği, Michelangelo tarafından yapıldığı sanılan ama onun yapmadığını ancak eseri gören üstadın, "O kadar güzel ki, olsa olsa bu cennet kapısı olur" diye vaftiz ettiğini bildiğimiz bronz kabartmalarıyla ünlü Vaftizhane kapısının açıldığı, zındık diye dönemin en ünlü düşünürlerinden Bruno’nun yakıldığı meydana gideceğiz. Sonra sırada Uffizi var. Zamanında Medici ailesinin ofislerinin yer aldığı, şimdilerde dünyanın en önemli Rönesans müzesi olan Uffizi.
Sonra Leonardo’lar, Boccacio’lar arasında dolaşmadan soluklanacak ve Montale’den Vargas Llosa’ya kadar yüzlerce sanatçının müdavimi olduğu söylenen ünlü Premio Antico Fattore’de öğle yemeği yiyeceğiz. Antico Fattore Floransa’nın en iyi trattoria’larından. Geleneksel İtalyan mutfağının tipik yemeklerini yapan, kavında Solaia, Tignanello gibi Super Toscan şarapları gibi cep yakan şaraplar olmasa da, iyi Brunello’lar ve kara horozlu logolarıyla tanınan Chianti’ler olan lokanta.
İlk yemeğimiz, bir İtalyan arkadaşımdan tarifini aldığım halde bir türlü yapmayı beceremediğim kabak çiçeği kızartması. Şarap olarak da bölge şarabı Chianti. Biz duvarlardaki ünlülerin fotoğraflarıyla oyalanırken kayık tabaklarda kabak çiçeği ve soğan kızartmaları geliyor. Bu arada Selahattin Duman’dan "fiyasko" sözcüğünün dilimize nereden girdiğini öğreniyorum. "Fiasco", Chianti şarap şişelerinin içine konulduğu sepete verilen admış. Bu Chianti’ler öyle kötü şaraplarmış ki, içen "Fiasco" diye bağırırmış. Zamanla fiyasko bizim bildiğimiz anlamını almış ve tacirler aracılığı ile Türkçe’ye taşınmış.
Bilenler bilir. Gerçekten de Chianti şarap severler için makbul bir marka değildir. Daha doğrusu 1970’lere kadar değildi. O yıllarda Toscana bölgesi şarap üreticileri kalite devrimi yapmaya karar verip, menekşe kokulu, kiraz ve ahududu lezzetli Sangiovese üzümlerini ıslah yoluna gittiler. Bağlar söküldü atıldı, Slovenya meşesi fıçılar yerini Fransız meşelerinden yapılan fıçılara bıraktı. Zeytin ağaçları ile omacaların iç içe geçtiği ve kaderi toprak sahiplerinin kahyalarının eline terk edildiği için ne iyi zeytinyağı ne iyi şarap alınamayan üretim bitti ve ortaya yeni nesil Chianti şarapları geldi: Brunello di Montalcino’lar Vino Nobile di Montalpacino’lar. Yani, sebze ve hamur ağırlıklı İtalyan mutfağına yakışan, gövdeli, meyvemsi şaraplar.
KADIN, HER YERDE KADINDIR!
Ana yemek olarak her perşembe lokantanın önünde kuyruk oluşmasının nedeni ev yapımı hamuru patates püresinden ünlü gnocchi’nin eşlik ettiği yumuşacık bir et yedik ve tatlıya eşlik eden bir güneyli, Vino Santo içtik.
Ve İtalyanların kimi zaman insanı isyan ettiren siesta huylarından neden vazgeçmediklerini iliklerimizde hissederek Uffizi’ye gittik. Sonra da, "kadın Rönesans’ın mabedinde olsa bile kadındır" diyerek, Arno nehri üzerindeki kapalı köprü Ponte Vecchio’daki ünlü eldivenciden eldiven almaya.
Akşama başka bir program var. Bu kez müze içerisinde yer alan, duvarında Dante’nin bilinen tek freskinin bulunduğu, otuz yıldır devlet erkanına hizmet eden, adını şimdi unuttuğum ünlü bir kadın şefin mutfağın başını tuttuğu Di Bon Gusto lokantasına gideceğiz.
Ve yerimiz bittiğine göre bu konuya ister istemez, Roma ve İtalya’ya gitmeden bir gün önce Bebek’te karşılaştığım ünlü tasarımcı Aldo Cibic baplarını açarak gelecek hafta devam edeceğiz...