Gazeteden gelen telefon aslında insanı zevkten şıkır şıkır oynatır ama keşke bu haftaya denk düşmeseydi: Yazıyı olağandan kısa yazmam isteniyor. Ama Bodrum’daki üç günlük tatil parantezim öyle üç satırda anlatılır gibi değil. Ya da, anlatılır da tadı çıkmaz...
Sonuçta gidildi, görüldü, dönüldü. Üstelik gidilen de kürkçü dükkanındaki Divan Palmira, bilinmedik yer değil.
Gel gör ki, gidildi ile dönüldü arasındaki virgül, eş dost oturulan kalabalık masalarda mükemmel yemekler yiyerek, puslu güneş altında pinekleyerek, gazeteleri küçük ilanlarına dek didikleyip uzun süren kışın nihayet bittiğini iliklere kadar hissederek geçen uzun iki gün.
Sadece bu his bile benim gibi yaz insanlarına sayfa dolusu yazdırır. Kaldı ki anlatılmaya değer nice sohbet, sohbetten de öte muhabbet var.
Madem kısa kesilecek o zaman tek cümlede toplayalım bari: Türkbükü’ndeki Divan Palmira aynen bıraktığım gibi. Tıpkı geçen yıl, tıpkı ondan önceki, tıpkı daha da önceki yıllar gibi.
Motus gibi İstanbulluların özellikle de Nişantaşılıların yakından bildiği sağlık merkezinin de bünyeye katılması ve sevgili Ahmet Nart’ın geçirdiği kaza yüzünden ayrılması dışında değişen hiçbir şey yok. Ödüllü arka bahçedeki begonvil bile aynı. Ne daha uzun, ne daha çiçekli. Hep orada, hep olması gerektiği gibi.
Odalar gene ferah. Sabah kapınıza gene ütülü torbalar içerisinde günlük gazeteler bırakılıyor. Gene kahvaltı servisi garsonların iri tepsilerde sunduğu çeşitlerle açık büfe ya da insana gına getiren ve adına Continental Breakfast denen kahvaltı fukarasından farklı. Havuz, iskele gene pırıl. Ne gün boyu güneş yağlarıyla haşır neşir minderlerde, ne de masalara serilen ferah beyaz örtülerde tek bir leke var.
Mutfak, yaptığı yemeklerin fotoğraflarını çeken ve bilgisayarına yükleyen Şef Mustafa Baylan’ın komutasında askeri disiplin altında. Barmenler genç, işlerinin ehli. Bunun böyle olduğu, değişmeyen Bloody Mary’nin tadından belli. Ve bütün bunların böyle olmasının, daha da önemlisi hep aynı kalmasının nedeni, övünmekten hiç mi hiç hoşlanmayan, mecazi değil, gerçek anlamda tam kırk yıllık bir turizimci: Kamil Erenyatır.
GENÇ TÜRK NEDEN GELENEKTEN KORKAR?
Gerçekten de Türkiye’de belki de en zorlu iş, bir yerin değişmeden kalmasını sağlamak. Özellikle hiç sevmesem de adına öyle dendiği için demek zorunda kaldığım hizmet sektöründe bu böyle. Bayılarak gittiğimiz kaç yere bir süre sonra aynı gönül ferahlığıyla gidebiliyoruz? Kaldığımız kaç yerin aynı temizlikte, eğlendiğimiz kaç kulübün aynı nezihlikte devam ettiğine eminiz? El değiştirse de anlayış değiştirmeden süre giden kaç yer var?
Yeniliğe bayılan genç Türkiye neden gelenekten ölesiye korkar?
Sorular... Sorular...
Devam edelim.... Hizmet sektörü özellikle de her yıl büyük umutlar bağlanarak, bütçedeki "hayali gelir" hanesine umut dolu iri rakamlarla yazılan turizm sektörü her önüne gelenin el atabileceği bir iş kolu mudur?
Başka sektörden kazandıkları paraları bilir bilmez bu alana yatıran namuslularla, gene bu alanda aklayan namussuzların tek yatırım yolu bu mudur?
Eğer öyleyse bize gerekli olan hep beş yıldızlı oteller midir?
Türkiye’nin başka yıldıza ihtiyacı yok mudur?
Antalya’da Bodrum’da Çeşme’de kısaca göz dikilen o güzelim kıyı şeridinde her yıl bir koy daha mı kurban edilecek? Ve ortada tek bir koy bırakmamacasına iri ucubeler dikilmeye devam mı edecek?
İyi hoş da oraları kimler işletecek?
Kişiliksiz odalara bir adet uydu kanallı televizyonla içinde hap kadar şişelerin ve bayat gofretlerin durduğu mini bar kondurmanın, denize iskele çıkıp biri çocuklar diğeri büyükler için iki havuz yapmanın, açık büfeye hepsi birbirinin tıpkıbasımı yüz on sekiz adet salata koymanın ve hizmet adı verilen bu mereti yabancıya bir yerliye on liraya satmanın adı nedir?
Bunun adı otelcilik midir?
Ve cevap:
Değildir efendim, değildir.
TECRÜBESİZ OTELCİNİN KAÇINILMAZ KADERİ
Oteli otel yapan, kim ne derse desin personelidir.
En tepedekinden en alttakine, personeli.
Bizde de bilindiği üzere bu alanda yetişmiş insan sayısı mebzul değil.
O zaman ne oluyor?
Hesapsızın biri milyonlarca euro harcayıp bir yerlere bol yıldızlı bir otel açıyor, onu çalıştıracak insanları arayıp bulamıyor, yan işletmedeki adamlara göz koyup iki kat maaş teklif ediyor, iki aya varmadan sıkıntıya düşüyor; önce aşçı, derken satın almacı, hemen ardından pazarlamacı kaçıyor, bu arada alınan banka kredileri katlanıyor, döviz artışıyla kalp krizi kapıya dayanıyor, mecburen kazıklama yoluna başvuruluyor; zaten hizmetten yana memnuniyetsiz son müşteriler de kaçırtılıp sezon başında ala ü vala ile açılan otel "Allahım bir alan çıksa" dualarıyla kapanıp satışa çıkıyor.
Ya el altından ya da gazete ilanlarıyla.
Sonra sil baştan.
BODRUM SAKİN...
Sezon henüz açılmamış.
Bodrum’un içi de köyleri de boş.
Esnaf henüz kan ağlamasa da yazdan umudunu kesmiş.
Dünya Kupası’nın Almanya’da oynanacak olması Avrupa’dan gelen talebi azaltmış. Türkler de kazık yemekten bunaldıkları için olsa gerek başka yerlere kaçmış.
Yüksek kiralar, bitmeyen yol çalışmaları, yasağa rağmen harala gürele devam eden inşaatlar, alt- yapının bitmek bilmez ve nedense çözümlenemez sorunlarıyla Bodrum uykusuz bir yaza hazırlanıyor.
Başlarını yastığa koyar koymaz uyuyanlar ise kendilerine ve birlikte çalıştıkları kişilere güvenen birkaç kişi.