Adonis’le bir Bodrum akşamı

Anneannem kendisinden kırk yaş büyük dedemle evlenmesinde Ahmet Haşim’in parmağının olduğunu söylerdi.

Dedem, görür görmez aşık olduğu genç kızı annesinden istemeye gittiğinde "Allahın emri Peygamberin kavli"nin ucuna Haşim’den de bir iki mısra eklemiş ve iflah olmaz bir romantik olan ninem, "Sana yalnız bir ince taze kadın bana yalnızca eski bir budala diyen bugünkü beşer, bu sefil iştiha, bu kirli nazar bulamaz sende bende bir mana" lafını duyar duymaz on yedisindeki Ferdane’yi fikrini sormaksızın bu kerli ferli adama vermiş.

Ferduş’un şairlere kuşkuyla yanaşması melali anlamayan nesle aşina olmayan şairin hayatında oynadığı bu mel’un rol yüzünden miydi, yoksa mehtaplı bir yaz gecesi sofrasına konuk olan Yahya Kemal’in Boğaz’a karşı anlamlı iki laf edeceği yerde, inci gibi sardığı dolmaları lüp lüp yutmasından mı bilemem ama ne zaman laf şiire ve şaire dayansa unuttuğunu söylediği Fransızcasını bir anda hatırlar ve belleğinin derinliklerinden şairler üzerine söylenmiş en acımasız meseli çıkarırdı: "Ciğerinin ezmesine bayıldığın kazın kendini tanımaya çalışma sakın!"

Ölene kadar bu fikri değişmedi. Zaten hayatında sadece bir şairi sevdi. Ona da doyamadan gitti. Bana gelince ben onun kadar acımasız değilim. Şairlerin, handiyse bizlerden farklı bir ırka mensup nev’i şahsına münhasırlar olduğunu düşünürüm. Şiirleriyle kurdukları dünyada tek başına yaşamaktan mutluluk duyan; kalabalık yaşamak zorunda kaldıklarında içlerindeki münzeviyle çatışan, hayat şiirlerinden çalmayagörsün düpedüz hoyratlaşan, dünyanın kendi çevrelerinde dönmesini olağan sayan zındıklar.

Bu sadece şairlere özgü bir özellik de değil aslında. Kendini ciddiye alan bütün sanatçılar için geçerli. Anlaşılan yaratıcılık öyle bir şey ki ondan alınan haz öyle büyük, öyle doyurucu, öyle tamamlayıcı ki, yaratıcıya yarattığı yetiyor, başka şey gerekmiyor. Anlaşılan sanat öyle kıskanç, öyle talepkar, öyle buyurgan ki kendi dışındakilere yer bırakmıyor. İstisnalar yok mu peki? Elbette var ve ben bu uzun girişi işte onun için yazdım.

ÖZDEMİR İNCE’NİN İSTİSNA MİSAFİRİ

Bodrum’da fır döner, kendimi bir yapı marketten diğerine atar, zor bela aldığım bir haftalık izni iki haftaya çıkartamayacağımı bildiğim ama o hengame içerisinde ne yazacağımı bilemediğim için karalar bağlarken; karşıma o istisnalardan biri çıktı: Hayat sıralamasını "Önce yazdığım şu meret, sonra sen, sonra şu velet" diye sıralayanlara inat ömrünü şiire adadığı halde eşi ve oğlu söz konusu olduğunda şiirden vazgeçeceğini açıkyüreklilikle söyleyen bir şair. Bir yazar. Bir dost. Özdemir İnce. Ve her zamanki gibi Ülker’le birlikte.

Alışverişi bırakıp kendimizi hemen yandaki küçük kahveye attık. Hal hatır derken, laf döndü dolaştı, Adonis’in birkaç gün kalmak üzere onlara geldiğine bağlandı. İlk sorum "Ne zaman?" oldu. İki gün sonraymış. İki gün sonra uç uzağa gitmek için İstanbul’a dönüyorum oysa. Peki ne yapmalı? Ne yapılacak, gidip bileti değiştirmeli, gerekirse diğer uçağı kaçırmayı göze alıp Arap dilinin yaşayan bu en ünlü şairini tanımak ve kayaların gölgesinde içki içip Ülker’in nefis yemeklerinin her daim eşlikçisi koyu sohbete dalmak için Gündoğan’daki o güzelim eve uğramalı.

Sonunda da öyle yapıldı. Akşamı zor ettim. Yedi sularında Gündoğan’a gittiğimde herkesi çatıdaki terasta beni bekler buldum. Herkes; yani Öz’le Ülker ve kız arkadaşıyla Adonis. Gür sesli şairlerin dev gibi adamlar olduğu yanılsamasından ötürü olsa gerek iri kıyım bir adamla karşılaşmayı bekliyorum. Oysa karşımda ufacık tefecik biri var. Dökülmeye yüz tutmuş kır saçları ve anavatan toprağı gibi şahrem yüz hatlarıyla yaşından da yaşlı görünen biri.

Konuşuncaya kadar karşınızda Mısır, Suriye, Lübnan, kısaca Ortadoğu’nun herhangi bir ülkesinde binlercesine rastladığınız bir adam duruyor. Ne zaman ki konuşmaya başlıyor, o yaşlı adam gidiyor, yerine nice gençten daha genç biri geliyor. Müthiş bir hatip. Onu dinlerken ne yazık ki Arapça bilmiyorum diye düşündüm. Arapça’ya hakimiyeti kendi kadar ünlü çünkü. Bu konuda alçakgönüllü olduğu da söylenemez. Dünyada kendisinden iyi Arapça şiir okuyan başka birini tanımadığını söyledi laf arasında.

Soruyu soruyla yanıtlamasını, kavramların kılıfını yırtmasını ve olaylar arasında insanı afallatan bir çabuklukla bağlantı kurmasını ise feylesofluğuna. Bu konuda nispeten alçakgönüllü. Kendine feylesof değil, düşünür diyor. Ve dünya üzerine düşünüyor. Doğa üzerine, coğrafya üzerine, tarih üzerine, toplum üzerine ama galiba en çok da dil üzerine. Dil onun vatanı. Bütün sürgünler gibi kökünü salabildiği tek yer. Yıllardır orada yaşamasına, hayatını orada kazanmasına, hatta kendi ülkesinden önce orada ünlü olmasına ve sular seller gibi dilini konuşmasına rağmen Fransızca’ya yüz vermemesi; anadilinde yazmakta ısrarı etmesi de bu yüzden olsa gerek.

Dinlemeyi biliyor. Beş saat süren sohbetin tortusu ne, diye sorarsanız, akşam alacası geçene kadar şiirden konuştuk derim. Al-Mutanabi’den, Abu-Nawas’tan, Char’dan, Bonnefoy’dan. Şiir çevirisinin imkansızlığından. Dünyanın neresinde olursa olsun iyi şairlerin hepsinin sesine gerçeğin kokusunun sindiğinden ve zaten başka türlüsünün düşünülemeyeceğinden. Sonra doğu ve batının din üzerine tutuştuğu kör dalaştan bahsettik. Ve Ömer Hayyam’ı yad ederek şaraplarımızı içtik.

GÜNDOĞAN İMAMINI DUYAR DUYMAZ YÜZÜNÜ BURUŞTURDU

Akşam ezanı okundu. Arap dilinin üstadı, Gündoğan imamının sesini duyar duymaz yüzünü buruşturdu. Ünlü müezzinlerin okuduğu ezan CD’lerinin fena bir seçenek olmadığından, Arapça’nın hele hele Kuran dili olan klasik Arapça’nın katlinin yarattığı düş kırıklığından, bütün Arap aleminde Kuran’ı anlayacak pek az Arap varken, neden bizim kulaktan dolma Arapçamızla bu işe soyunduğumuzdan, İslam reformunun şart olduğundan, bu yüzyıla kendisinden vazgeçen müminleri katletme hakkı veren bir dinin hiç mi hiç yakışmadığından ama bunun çözümünün bir zaman meselesi olduğundan söz etti.
Yazarın Tüm Yazıları