4 Kasım 2006
Elimde, X-Ray cihazından geçerken polislerin kaşlarını çatmasına neden olacağını bildiğim ağır bir çekçek, cebimde uzayıp giden bir "cek-cak" listesi; resmi deyişle Bodrum Milas Havalimanı, bizim deyişimizle Bodrum Havaalanı’na geldim. İçim pır pır. Ha deseler zil takıp oynayacağım.
Şakraklığımın nedeni, sonunda eve dönüyor olmam.
Bu galiba hiç değişmeyecek: Yaz başı kaçar ayak gittiğim İstanbul, yaz sonu hep böyle burnumda tütecek.
İstediği kadar hava güzel, deniz sıcak, etraf oraya yerleşenlerin kutsadığı gibi tenha olsun, sahil kasabası dediğin, yaz aylarında güzel. Günler kısalıp da ortaya battaniyeler çıkınca işin sahili bitiyor, kasabası kalıyor, ki bu da benim için "ruh üşümesi" demek.
"Açar mısınız lütfen?" Ekran başında oturan memur, yüzünde bıkkın bir ifadeyle bavulumu gösteriyor.
Bavulu açmamla birlikte de ortaya, sıkıntıdan "ez-kaynat-dondur-boşalt" yöntemiyle yaptığım, sonra da üşenmeden küçük poşetlere doldurduğum domates küpleri saçılıyor.
"Tanımlanamaz Bavul Cisimlerinin" domates püresi olduğunu gören adamcağızın yüzüne müstehzi bir gülümseme yerleşti. Arkamdan yanındaki arkadaşına işaret edip bana "mahallenin delisi" bakışı fırlattığını görür gibiyim.
Bir de listeyi bilse!..
Hani herkesin yılbaşı öncesi, ertesi yıla yönelik yaptığı listeler vardır ya; ben o listeyi her yaz sonu yaparım. Artık şehre dönülüyordur ve yaz boyu savsaklanan işleri ele alma zamanı çoktan gelmiş, benim gibi sezonun cılkını çıkartan biri için geçmiştir bile.
Liste sağlık maddeleri ile başlar ve her cümle ünlemle biter.
A- Dişçiye gidilecek! Yani dolgusu, çürüğü, köprüsü; dişler elden geçecek. Parantez içinde cepten çıkacak muhtemel para.
B- Kan sayımı yaptırılacak! Yani T1, T2, TSH, tiroitler kontrol edilecek, lipitler ne alem, kolesterol indi mi çıktı mı, hormonlarda bir oynama var mı bakılacak. Parantez içinde cepten çıkacak ikinci meblağ.
C- Sonra grafi faslı: Yani Mamo’su, Tomo’su. Parantez içinde yanlarına soru işareti konmuş sağlık merkezi adları.
Ç- Teksen Çambel, Dehan Yazıcı, Galip Gürel! Yani randevu talepleri! Parantez içinde temenni edilen randevu tarihi. Bak sen!.. Herkes seni bekliyormuş gibi, döndüğünün ertesi günü.
*
İkinci bölüm genellikle para meseleleri ile başlar.
Tecrübeyle sabittir: Bunca sağlık cüzdan yakar.
D- Bankaya git! Parantez içinde şuna.
E- Öbür bankaya git! Parantez içinde buna.
F- Bankamatiğin yuttuğu kredi kartının yenisini iste! Parantez içinde kartın adı.
G- Aidatları yatır! Parantez içinde yatırılmamış ayların hesabı.
Vesaire vesaire ile J’ye gelinir.
*
Üçüncü bölüme bürokrasi yerleşir.
Her maddenin altı da iki kez çizilidir.
K- Pasaport süresini uzattır!
L- Çöp vergisini yatır!
M- Amerika vizesini hallet!
Bu bölüm, şanslıysanız Schengen mengen der, alfabenin yirminci harfinde biter; şanssızsanız Z’ye kadar uzayıp gider.
*
Dördüncü bölüm ruh üşümesini bertaraf edeceği umulan özlemlere aittir:
P- TÜYAP Kitap Fuarı’na git! Şu şu şu kitaplara şunların şunların şunların stantlarına bak. Aman imza günlerine dikkat!
R- İstanbul Modern’deki sergiyi gez!
S- Haaz! Sun Plaza! Murat Patavi! Feride Edige! Git, gör, buluş, yemek ayarla!
Ş- Niş’te Aşkın (Arsunan) yeniden çalmaya başlamış. En kısa zamanda uğra!
T- Topkapı Sarayı’na git! İlber’i ara! (Anlaşılan, "T" Topkapı’yı çağrıştırmış, eh oraya kadar uzanınca da İlber’e uğranmış.)
U- Harvey Nichols ve Sibel Asna. (İş ve sefa bir arada. Oh ne ala, ne ala!)
*
Beşinci bölüm kadınlık hallerine dairdir:
Yaz süresince yenilmiş içilmiş; baharda alınan kararlar ilk sıcaklarla rafa kalktığından, ne saatlerce yüzülmüş ne de dere tepe yürünmüş, doğal olarak da vücuttaki yağ-su-kas oranı istenmeyen doğrultuda değişmiştir. Ayrıca kertenkele gibi güneşte yatmanın hazin sonuçları, yanakta iri bir kahverengi leke ve göz çevresinde daha önce orada olmadığına kalıbını basacağınız derin kırışıklıklar olarak boy göstermiştir.
Bu bölüm ikiye ayrılır.
Beş rakamının altından iki adet ok çıkar.
Birinin ucunda detoks, diğerinde botoks yazar.
Onların yanında da, sonuna üç ünlem konulmuş Taylan Kümeli’nin ve adına hangi yaş krizi derseniz deyin, uygulamalarıyla insanı içine girdiği girdaptan çıkaran bir doktorun, Ziya Şaylan’ın ismi yazar.
Kadınlık halleri, alınacaklar listesi ile devam eder.
Önce elzemler.
Sonra daha az elzemler.
Sonra olmazsa olmazlar.
Sonra daha az olmazsa olmazlar...
Bu böyle çorap söküğü gibi gider.
*
Listenin sonu mutlaka ama mutlaka Nu ile biter.
Nu ile, yani tek şubesi Profilo İş Merkezi’nde olan ve adını benim hayatta tanıdığım en zevkli kadınlardan biri olan sahibesinin adının ilk hecesinden alan mağaza ile.
*
Altıncı ve son bölüm özlenenlere ayrılmıştır.
Bu bölüm "Özel İsimler Seçkisi" gibidir: Adlar lakapları kovalar, tanıdıklar, dostlar, arkadaşlar derken -ne yalan- işin dozu kaçar.
Pilot inişe geçtiğimizi; koltuklarımızın dik, masalarımızın kapalı, kemerlerimizin bağlı olması gerektiğini söyledi.
Süzüldük ve indik.
Kapılar açıldı: Ve yüzümüze okkalı bir tokat gibi nemli İstanbul rüzgarı çarptı.
Hoş geldimse de, hoş bulamadım.
Ve ilk iş yapılacaklar listesini fırlatıp attım.
A benim avare ruhum!
Bu şehre listelerle dönülmeyeceğini ne çabuk unuttun!
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2006
Gündemi yakalamak, ya her gün yazan gazetecilerin ya da günce tutanların işi. Eğer benim gibi haftada bir kez yazıyorsanız daha "ba" diyemeden çoktan "baba" denmiş oluyor.
Ben bu yazıyı bayramın birinci günü yazıyorum. Oysa siz okuduğunuzda bayram bitmiş olacak.
Geçmiş de olsa bir bayram yazısı yazmak mümkün elbet. Yeter ki yazılacak bir şey olsun.
Bodrum’daki evde tek başınayım.
Burada bulunmamın nedeni de gönül eğleyip sarı yaz sefası sürmek değil, bitirilmeyi bekleyen işler. Oysa bilindiği gibi güzel yurdumda bayram dendi mi hayat durur.
İstanbul’da da böyledir bu; arife gelmeden insanlara rehavet çöker, hemen her iş bayram sonrasına ertelenir. Ataleti, yaşama biçimine dönüştürmeyi başarmış Ege insanı bu süreyi öylesine insafsızca çekip uzatır ki, insanı çıldırtabilir.
Çıldırmamaya ve en iyimser tahminle 30 Ekim’e kadar süreceği belli bu zaman diliminin tadını çıkarmaya karar verdim.
Evde oturacak ve canım ne istiyorsa onu yapacağım.
Bu benim evde ilk "oturuşum" değil elbet. Yoğun geçen kimi dönemlerden sonra eve kapandığımı ve günlerce dışarı çıkmadığımı bilirim.
Ama bu kez farklı.
Uzun süredir ilk kez bu kadar sessiz bir evdeyim. Benim gibi kalabalık yaşayan biri için alışılmadık bir sessizlik bu.
Ev telefonu, bilinmeyen bir nedenden kapalı. Kapıda zil yok. Zaten gelen giden de yok. Buna bir bayram klasiği olan ve günün olur olmaz saatinde kapınıza dayanan bahşişçiler de dahil. Televizyon, ben açarsam açık. Müzik de öyle. Ne mutfaktan gelen tabak çanak şakırtısı ne köpek havlaması ne satıcı narası ne fren gıcırtısı ne de martı çığlığı...
Alışmak zaman aldı.
Hava kapalı ama ılık.
Yüzmeye de gidilebilir, deniz kenarında aylaklık da edilebilir. Ama nedense canım çekmiyor. Bütün yaz sıcaktan ötürü yapamadığım bir şeyi yapmaya karar veriyor ve Bodrum’un ara sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Eski mahalleler, yeniler, değişmeden kalmayı başarmışlar, değişimden nasibini almışlar, baka baka dolaşıyorum. Yorulunca bir kahveye oturuyor sade kahve eşliğinde gazeteleri okuyor, şehir uyanmaya yüz tuttuğunda eve dönüyorum.
HER YİĞİDİN KİTAP OKUYUŞU FARKLIDIR
Günün bundan sonrası okuma saati.
Her yiğidin yoğurt yiyişi gibi, her okurun da farklı okuma yöntemi olduğuna inanıyorum.
Kimi, aynı anda dört-beş kitap okur. Kimi, birini bitirmeden diğerine başlamaz.
Kimi masanın başına geçer, kimi yorganın altına girer.
Kimi mutlak sessizlik arar, kimi müziğin sesini açar.
Kimi ağzına lokma koymaz, kimi yemeden durmaz.
Ben, aynı anda dört beş kitap okuyabilenlerden değilim. Hatta kitapları karıştırmaktan, başlarına sonlarına göz atmaktan bile hoşlanmam. İlk satırdan başlar son satıra giderim.
Eskiden; sevmediğim, hoşlanmadığım kitapları da yazarını tanımak adına okuduğum olurdu. Okumanın, her şeyden önce bir haz işi olduğunu anladığımda bu huyumdan vazgeçtim ama kitapları didikleyip bırakmayı beceremedim.
Dediğim gibi, eskiden öğrenmek için okurdum. Bir dönemi, bir yazarı, bir düşünceyi kavramak adına uzun okumalara dalardım. Örneğin Yourcenar’ın Adrianus’unu mu okudum; roman beni onun diğer kitaplarına götürür, oradan Roma imparatorları üzerine yazmış diğer yazarlara sıçrar, Graves’den Gore Vidal’e uzanır, diğer kitapları derken yeniden Roma’ya döner bu kez Roma’da gündelik hayat, Roma sikkeleri, Çiçero’nun söylevleri, uzayıp giderdim...
MOZART EŞLİĞİNDE THOMAS BERNHARD
Şimdi öyle mi ya?
Son günlerde art arda okuduğum kitapların neden yan yana geldikleri benim bile meçhulüm. Belki de tek ortaklıkları, istisnasız hepsinin çok iyi çevrilmiş olmaları.
İlk kitap Thomas Bernhard’ın küçümen kitabı. Adı Wittgenstein’ın Yeğeni. Çevirmeni Fatih Özgüven. Kitap Metis Yayınlarından çıkmış ve ilk basımı 1989’da yapılmış. İkinci bir baskı yapıp yapmadığını bilmiyorum. Elime, evdeki küçük kütüphaneyi yerleştirirken geçti. Öyle ince ki, diğerlerinin arasında kaybolup gitmiş. Hatırlıyorum, bir yaz başka kitaplarla birlikte onu da yüklenip Bodrum’a gelmiş ve okuma fırsatı bulamadan kaybetmiştim. Meğer usul usul bu günü beklermiş.
Thomas Bernhard çok iyi tanıdığım bir yazar değil. Fransa’da, bu kitaba önsöz yazan Orhan Pamuk’un da sonradan alacağı Prix du Medicis ödülünü kazandığında adını duymuş ve Düzeltmen adlı romanını okumuştum. Hani nasıl Haneke filmleri unutulmazsa, Bernhard da bir kez okunsa bile akla çakılan yazarlardan. Yaşadığı dünya ile uzlaşmayı reddeden, öfkeli, hiddetli bir yazar. Biraz Kafka, biraz Dostoyevski tadı barındıran üslubu ile kaleme aldığı ve okur okumaz otobiyografik öğeler taşıdığını sezdiğiniz anlatıları ne kolay yenir yutulur ne unutulur cinsten. Wittgenstein’ın Yeğeni de, "Bir Dostluk" alt başlığından da anlaşılacağı gibi, biri akciğer rahatsızlığından diğeri ruh sağlığından ötürü yan yana hastanelerde yatan iki dostun yıllara yayılan gelgitli arkadaşlığı.
Edebiyat severlere şiddetle tavsiye edilir ve bence bu kitap okunurken Brendel yorumu ile Mozart dinlenir.
BİR AYDININ İZİNDE GİTMEK
Okuma saatlerinin ikinci kitabı da yeni sayılmaz. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmış ve ilk baskısı 2001 yılında yapılmış. Adı Dar Geçitteki Aydın. Çevirmenleri Can Kurultay ile Nil Kurtulan. Yazarı, benim adını ilk kez duyduğum biri: Jay Parini. Oysa kitabın başında yer alan tanıtıma bakılırsa şimdiye dek dört şiir kitabı, beş roman, Steinbeck ve Frost biyografileri yazmış. Roethke üzerine de eleştirel bir çalışması varmış. Dar Geçitteki Aydın, bir roman. Biyografi tadında bir roman. Roman kahramanı ise yüzyılın belki de en parlak düşünürlerinden Walten Benjamin. Parini, belli ki kitabı Benjamin’i yakından tanıyanlarla görüştükten, mektuplarını okuduktan, en önemlisi de düşünürün 1940’tan başlayıp intiharına kadar süren savrulmalarının izini sürdükten sonra kaleme almış. Avrupa’nın o karanlık yıllarında ayakta kalmaya uğraşan bir aydının izini sürmek, daha da doğrusu aydın olmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlamak isteyenlere önerilir. Kahramanın düşünür olması korkutmasın. Müthiş akıcı ve kolay okunabilen bir kitap. Peki "Ben aheste yıldız Satürn’ün etkisi altında doğdum; gecikmelerin, tali yolların yıldızının alıntısı" ile başlayan bir kitap okunurken ne dinlenir? Hiç. Bence sessizlik gerekir.
TREVENIAN OKURU OLMA ZAMANI
Üçüncü kitap başka telden: Trevenian’ın ölümünden önce yazdığı , E yayınlarından çıkan ve kitapçılarda da kolaylıkla bulunan son kitabı. Adı: İnci Sokağı.
Çevirmeni, Belkıs (Çorakçı) Dişbudak. Trevenian hastalarının kitabı çoktan yalayıp yuttuklarına eminim. Benim sözüm Trevenian okuru olmayanlara. Bilindiği gibi Trevenian, gölgede kalmayı seçmiş bir yazar. Bugüne kadar hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen, gizemli biri. Yazar ilk kez bu kitapla biraz olsun kendini aralıyor ve bize annesi ve kız kardeşi ile birlikte yaşadığı Albany kentinin yoksul mahallelerini, köhne bir binasında oturdukları İnci sokağının her biri diğerinden çılgın sakinlerini, otuzlu yılların Amerika’sındaki yoksulluğu, sefaleti, kocası tarafından terk edilmiş Kızılderili-Fransız melezi genç bir annenin bu sefalet karşısındaki öfkesini, beş sent daha fazla kazanabilmek için yapılan işleri hayal gücü geniş yedi yaşındaki bir çocuğun ağzından anlatıyor.
Dil ustası bir yazarın bir solukta okunan çocukluk yılları. Arka planda mutlaka Coltrane çalmalı.
BU KİTABA ROCK VE FASHION TV GİDER
Dördüncü kitap tuğla. Adı Glamorama. Amerikan Sapığı’nın da yazarı olan Bret Easton Ellis’in sanırım Sapık’tan sonra Türkçede yayımlanan ikinci kitabı. İthaki Yayınları’ndan çıkmış. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk kitabı Fatih Özgüven çevirmişti. Bu sefer çevirmen koltuğuna Dost Körpe oturmuş ve açıkçası zor bir işe soyunmuş. Kitabı henüz bitiremedim. Bitirip bitirmeyeceğimi de bilemedim. Bir yandan itici, bir yandan elinize yapışan bir kitap bu. Okumaya devam edersem fonda sıkı bir rock çalmalı. Ve göz ucuyla Fashion TV’ye bakmalı.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
11 EKİM 2006, SAAT 11.30<br><br>Çamaşırhane Koyu’nda yazmaya başladığım yazı, biz açık denizde seyrederken bitti. Tam istediğim gibi olmadı ama bu sallantıda tuşlara basabilmek bile mucizeydi Fırtına gittikçe kuvvetleniyor. Cihan Kaptan mürettebata hemen güverteyi boşaltmalarını söylüyor. Gitgide kararan gökyüzünde şimşekler çakıyor.
Neden buradayım? Nereden çıktı bu Kekova sevdası? Sırası mıydı?
Yemeğe çağırıyorlar... Nasıl yiyebiliyorlar?
Açık havada mı durmalı?
Yoksa kamaraya inip, hiç mi ortaya çıkmamalı?
Sözüm söz! Karaya ayak basar basmaz yeri öpeceğim. Hayır, yemin ederim avuç avuç toprak yiyeceğim.
12 EKİM 2006, SAAT 13.30 AÇLIKTAN ÖLECEĞİM
Benim fırtına dediğim, meğer fırtına değil, boraymış. Gelirmiş, gürlermiş geçermiş. Peki, böyle ısrarla geçmek istemeyenine ne deniyor acaba?
Tekneye yıldırım düşer mi? Düşmezmiş. İçim rahat olsunmuş. Biraz ıslanır, biraz sallanırmışız. Eh, bu kadarı da keyfe kedermiş.
Alay ediyorlar diyeceğim ama öyle bir halleri de yok. Bütün içtenlikleri ile konuşuyorlar. Hadi onlar deniz çocukları, korkmuyorlar. Peki ötekilere ne demeli. Bir tek ben miyim sallanan? Sallandıkça bulanan, bunalan?
Açlıktan öleceğimi düşünen aşçı, bütün inceliği ile Tom Kha çorbası isteyip istemediğimi sordu. "Neli söz ettiğin o çorba" diyorum. Karidesli demesiyle yüzüm beyaza kesiyor. "Kızarmış ekmek?", "Hayır lapa, hayır patates haşlama, bırak hepsi kalsın..."
Hayırlısıyla bir karaya varalım.
13 EKİM 2006, SAAT 12.30 YAĞMUR DENİZDE FARKLI
Kalkan’ı geçmiş, Kaş’ta konaklamış, Patara açığından vurup Üçağız’a gelmişiz. Mişli-muşlu anlatıyorum, zira baygındım. Burnumu kamaradan çıkaramadım. Arada hava almak için yalpalaya yalpalaya çıktığım güvertede de bir iki dakikadan fazla kalamadım.
Benim dışımda herkes normal hayatına devam ediyor gibi. Kitap okuyor, televizyon izliyor, kağıt oynuyor ve Uzakdoğu yemekleri üstadının hazırladıklarını büyük bir iştahla mideye indiriyorlar.
Elli küsur saat sonra ilk kez hava duruldu ama içim hálá sallanıyor.
Bir durabilsem, karaya çıkacağım.
Alargadan bakınca, bu Üçağız benim yirmi yıl önce gelincik tarlaları arasından geçerek geldiğim küçük kasabaya benzemiyor.
Kıyıda bu kadar lokanta var mıydı? Ya bu kadar çok tekne? Saydım, o küçük koyda bizimki ile birlikte tek direklisi, çift direklisi, küçüğü büyüğü, guleti tirhandili, kıçtan takmalısı, motoryatı derken, tam otuz yedi tane tekne var. Yaz değil, tatil değil. Bayram değil seyran değil.
Böylece tek delinin bizler olmadığı da ortaya çıktı.
Tıp, ilk damla düştü. Tıp tıp tıp, ikinci, üçüncü derken gene o bildik gök gürültüsü... Tamam, yağmurun yağması iyidir, hoştur, rahmettir, berekettir ama yağmuru sevmek biraz da ona nasıl yakalandığınızla ilgilidir. Evde pencere kenarına kurulup hülyalı bakışlarla dışarıya bakmak başka şeydir, işe koştururken dere olup akan sokaklarda sekmek başka şey... Yağmur şehirde başka yağar, dağda başka, ormanda başka. Görünen o ki, denizde bambaşka. Bir de şimdiki gibi yanına rüzgarı katarsa, ne diyeyim, düşman başına.
Karaya mı çıkacaktım? Ne münasebet, doğru kamaraya.
14 EKİM 2006, SAAT 09.30ESKİ DOST, KALEKÖY
İnanılır gibi değil. Sanki mevsim değişti! Pırıl pırıl bir hava. Solgun sabah güneşinin tadını çıkarıyor ve kertenkele gibi kıpırdamadan duruyorum. Deniz, göl gibi. Çocuklar kepçeyle baraküdaya benzeyen iri bir balık yakalıyorlar. Sivri suratlı, keskin dişli bir balık. Hayvan çırpındıkça, denize atalım diye tutturuyorum. Ters ters yüzüme bakıyorlar. Eti pek lezzetli olurmuş. Dördüncü günün sonunda ilk kez yemek yeme fikri içimi bulandırmıyor ama bu kez de şu garibi mideye indirme fikri sırtımı ürpertiyor. İyisi mi Tom Kha içmeli.
Kahvaltıdan sonra Kaleköy’e doğru yola çıkıyoruz.
Kaleköy! Çook ama çook yıl önce şimdi bana milat gibi gelen eski bir tarihte kaçıp saklandığım köy. Kalınabilecek tek yer olan Salih’in pansiyonundaki iki göz odaya yerleşip, gaz lambasının titrek ışığında Durell’ın İskenderiye Dörtlüsü’nü hatmettiğim, deniz altının büyülü dünyasını keşfettiğim, ellerim paralanana kadar kayık zımparaladığım, ipek halı dokuyan kadınların ilmiklerini saydığım, Ali ile bitmek bilmeyen tartışmalara daldığım ve elbette oraya gidişimin müsebbibi Mustafa Kemal’in nasıl olup da beni ikna ettiğine şaşıp şaşıp kaldığım yer...
Mustafa Kemal, Ankara’ya gelişlerinden birinde beni doğum sonrası sancısıyla kıvranırken bulmuş; hem iş hem annelik hem ev kadınlığı hem okur yazarlık hem de gençlik aymazlığı içinde debelendiğimi görünce de dinlenmek, biraz da kendimi dinlemek için neden bir yerlere gitmediğimi sormuştu.
Nereye gidebilirdim ki? Yeni iş, yeni çocuk, yeni ev, mıhlanıp kalmıştım. Oturmuş, birbirine doladığım iplikleri üşenmeden çözmüş sonra da kız kardeşi ile eşinin yolu olmayan küçük bir Akdeniz köyünde yaşadığını söyleyerek beni yanlarına yollamıştı.
Kaleköy ile böyle tanıştım.
ZEVKSİZLİĞİMİZİN NEDENİ GÖÇEBE TARİHİMİZ Mİ?
Karşımda bütün güzelliği ile duran köy, dönüş yolunda yakından göreceğim Kaş ve Kalkan gibi tanınmaz halde değil. Evet, buraları da değişmiş ama değişim diğerlerinde olduğu gibi insanı dehşete düşürmüyor. Evet, belki biraz fazla çayhane açılmış. Evet, sağda tam Likya mezarının yanı başında yapılan ev yapılmasa çok daha iyi olurmuş ama köy hálá hatırladığım köy. Nerede bu, nerede diğerleri?
Kalkan, apalak çocuklar gibi. Hani kısa zamanda serpilen, gürbüzleşen ve sevimsizleşen çocuklar vardır ya öyle. Kaş’ın durumu daha da vahim. O güzelim yarımadaya o korkunç binaları dikenler cezalandırmalı. Yaptıkları ucubenin içinde yaşıyorlarsa eğer, zorla dışarı çıkartılmalı ve ömürlerinin sonuna kadar kaz kakası, ördek ağzı, cami yeşili, cife rengi gibi itici renklere boyadıkları binalara baka baka yaşamaya mahkum edilmeliler.
Bizim kadar mimari duygusu gelişmemiş başka bir ulus var mı? Bu zevksizliğin de nedeni göçebe tarihimiz mi?
Oyalı yemenilerini sandallara yüklemiş iki köylü kız birbiriyle yarış halinde tekneye doğru geliyor. Eskiden kürek çekerlerdi. Şimdi birinin altında Johnson, diğerinde Mercury... Her ikisinden de birer yemeni alıyoruz ama çilemiz bitmiyor. Kaleyi dolaştığımız sürece peşimize takılacak ve bırakmayacaklar. Onların bu yapışkan inadı, ileride duran yaşlı kadının bile canını sıktı, onlar adına utandı. Onun da leğeni ucu dantelli yemeni dolu ama satmaya kalkışmıyor.
Birlikte yukarı, kaleye tırmanıyoruz. Kalenin, bakımsızlıktan her yıl pare pare döküldüğünü anlatıyor. Bir iki ay önce içinde dev zeytinyağı künkü bulunan kilisenin duvarları çökmüş. Geçen kış da bir gümbürtüyle uyanmışlar ki, tersane yerle bir. Gevrek şivesiyle "Değvlet buğaladan dünya kadağ para kazanıyo ama onağmıyo, bakmıyo, yıkılıp duru. Olu mu heç?" diyor.
"Olur teyze" diyorum. Bizim buralarda bal gibi olur.
Adı Ayşa.
Korka korka eski tanıdıkları soruyorum: "Ali bey sizleee ömür" diyor. "Sitera hanım da Kaş’a getti. Artık bualada bi biz, bi de bunlağ vağ" diye kaya mezarlarının içinde otlayan keçileri gösteriyor.
Şu boğuk gürültü içimden mi geldi?
Yoksa gök mü gürledi?
İŞTE O ÇORBA
Yıldızlı şef Peter’ın Tom Kha çorbasını sonunda tattım. Tatmakla kalmayıp sizler için tarifini de aldım. Karada ya da denizde, gündüz veya gece her an tüketilebilir. Sade suya tirit durduğuna bakmayın, tadı şahane.
Bir litre tavuk suyuna, bir adet orta boy zencefil (doğranacak), piyaz kesilmiş orta boy soğan, varsa bir sap limon otu (Makro’da bulunuyormuş), yoksa ikiye bölünmüş bir adet Bodrum mandalinası, isteğe göre bir ya da iki adet acı cücük biber atılır, beş dakika kaynatılır. Buna ince kesilmiş beş adet mantar, önceden ayıklanıp temizlenmiş karidesler, (karides sevmeyen aynı tarifi ince kıyım tavuk göğsü ile de yapabilir) ilave edilir ve iki dakika daha kaynatılır. Ateşten aldıktan sonra daha önce hazırladığınız ikiye bölünmüş çeri domatesler, ince kıyım maydanoz, taze kişniş, yeşil biber ve bir kaşık acı biber ezmesi ile iki kaşık limon suyu ve bir çay bardağı Hindistan cevizi sütü eklenip hemen servis yapılır.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
Çamaşırhane koyundayız. Dışarıda fırtına değilse de, fırtınaya yakın rüzgar ve yağmur var. Yüksek dağların çevrelediği, çam dallarının denize değdiği bu güzelim koya çamaşırhane adını kim koydu acaba? Süngerciler mi, mavi tur kaptanları mı, birikmiş kirlileri bu küçük koyda yıkamaya alışmış mürettebat mı? Kim bilir, kim? Geçen gün tekneyle beş günlük Kekova yolculuğu öneren arkadaşıma Vahşetin Çağrısı gibi hiç düşünmeden evet dedim. Oysa hastaydım. Yataktaydım. Ateşim vardı ve iyileşinceye kadar evde oturmaya karar vermiştim. Gördüğünüz gibi bende kararlılık bu kadar!
Hasta hasta yola çıkacağımı duyan annem, bininci kez evdeki balığın yerini değiştirmemi önerdi. Her seferinde düzeltiyorum. "Balık, bolluk bereket için" diyorum. O da her zamanki gibi, "O zaman şu deli gezmelerinin müsebbibi hangi meret ise onu bir süreliğine ortadan kaldır" diyor ve bundan iki yıl önce evi yıkıp yeniden yaparken birlikte çalıştığım mimar arkadaşımın gönülden inanarak sağa sola serpiştirdiği Feng Shui nesnelerinden söz ediyor.
Serap gözlerini kısıp pusulaya bakarak, evi sağlık, bereket, iş, aşk, para, gezmek tozmak, oturmak, durmak gibi anlamadığım ve inanmadığım yüzlerce parçaya böldükten sonra sağa sola kimi gizli kimi aleni simgeler serpiştirmiş; oraya bir kristal top asmış, buraya kırmızı bir tabla koymuş, evdeki bütün fazlalıkları, kullanılmayan eşyaları, artık okunmayan ve bir daha okunmayacak kitapları atmamı önerip, kuru çiçekler konusunda kulağımı çekmişti: Çiçek solar solmaz ortadan kaldırılmalı ve hiçbir eşyanın tozlanmasına göz yumulmamalıydı.
Önerilerinin kimi aklımda kaldı. Kimini unuttum.
Sağa sola serpiştirdiği nesneler de inançsızlığımdan paylarına düşeni aldılar: Kimi kaldırmayı unuttuğum için koyuldukları yerde duruyorsa da, çoğunun yerinde yeller esiyor.
İşte annemin sözünü ettiği meret de Serap’ın gezi köşesi olarak vaftiz ettiği köşeyi süsleyen, başlangıçta inanmasam da bir süre sonra galiba bu Japon icadının benim anlamadığım kerametleri var diye kaldırmaktan vazgeçtiğim cam top.
Annem, biraz olsun dinlenmek istiyorsam hemen sehpanın üzerini boşaltmamı ve falcı küresine benzeyen nesneyi en azından bir süreliğine gözden ırak bir yere kaldırmamı söylüyor.
Gerçekten de son aylardaki yazılarım, gazetenin Seyahat ekinde çıksa daha evla dedirtecek türden yazılar olma yoluna girdi. Genellikle üç gün bazen biraz daha uzun süre için katıldığım geziler ve gezi izlenimleri sanki yazmam gerekenleri gölgeledi.
Aslında benden beklenen; birileri ile herkesin gidebileceği yerlere gitmem ve gittiğim o mekanları tanıtmam.
İLK DURAĞIMIZ CHANGA
Tamam, gittiğim yerlere genellikle birileri ile gidiyorum ve neden olmasın Çamaşırhane Koyu da eninde sonunda bir "mekan" ama bu ıssız koyu tanıtmanın, yağmurdu, yağmur sonrası kokusuydu diye pastoral bir yazı patlatmanın kime ne yararı var?
Her zaman olduğu gibi yedekte yazım olmadığı ve yaz aylarında kullandığım dört haftalık izin de bana yazmama lüksü tanımadığı için belki de en iyisi şimdiki zamanı es geçip geçmişi kurcalamak ve gidip de bir türlü yazma fırsatı bulamadığım yerlerden dem vurmak.
O zaman derin bir nefes alalım ve Changa ile başlayalım.
Bundan dört yıl önce bu yazıları yazmam önerildiğinde, ilk yazıyı Changa üzerine yazmayı düşünmüştüm. Her yaz olduğu gibi gene Bodrum’daydım ve Changa’cılar da Sıraselviler’deki kışlık lokantanın gördüğü ilgi üzerine o yaz Bodrum Türkbükü’nde yazlık açmaya karar vermişler ve lokantayı o zamanlar Ada Otel’in rıhtımı olarak kullanılan yerde açmaya karar vermişlerdi.
Yazın ilk günleriydi. Kan uyuşmazlığı yaşayacaklarını ve sezon sonunda dönmemek üzere çekip gideceklerini henüz onlar da bilmiyordu.
Bir akşam bahçenin alamet-i-farikası ardıç ağacının altında oturmuş ve uzun uzun konuşmuştuk. Hepsi virgülüne kadar aklımda. Zekiye’nin keyifli keyifli tüttürdüğü piposu, Savaş ve Tarık’ın o sıralarda denedikleri alternatif tıp metodu, masadakilerin bir yandan onları dinlerken diğer yandan asma yaprağında hellim ızgarasına düzdükleri övgü; hepsi.
Ama olmadı işte, yazamadım. Daha doğrusu gazete yazılarına öngörülenden daha geç başladım. Oysa onlar çoktan taslarını taraklarını toplamış İstanbul’un yolunu tutmuşlardı bile.
Yazı başka bahara kalmıştı.
Sonra kış geldi. Yolum elbette birkaç kez Sıraselviler’e düştü. Ama olmayınca olmaz ya araya gene başka baharlar girdi.
Derken Sabancı müzesindeki yerlerini açtılar.
Aman ne iyi, yakına geldiler, dedimse de istediğim sıklıkta oraya da gidemedim.
NEYE NİYET NEYE KISMET
Sonra aklıma Hakan Erdoğan ve onun ünü alemi tutan Kahvaltıda Caz programlarını yazmak geldi. Elime bir fırsat geçmişti: Artık hiçbir tanıtıma ihtiyaç duymadığını bildiğim, ama İstanbul’un en ilginç mekanlarının başında geldiğine yürekten inandığım Changa ile gittikçe daha da Müslümanlaşan ülkemin semtlerinde salyangoz satmaktan da zor bir iş yaptığını bildiğim Hakan Erdoğan’ı bir arada yazacak ve dört yıldır isteyip de yapamadığım bu işten yüzümün akıyla çıkacaktım.
Makus talih diye bir şey varsa, ki var; gene olmadı.
Oysa kavurucu sıcağa rağmen püfür esen terasta Hakan ile sohbet ettikten, Zekiye Tarık ve Savaşla hasret giderdikten sonra hemen eve dönmüş yazının başına oturup son noktayı koyduktan sonra içim rahat Edinburgh’a uçmuştum.
Artık aceleden hangi tuşa bastıysam, yazı da gazeteye gideceğine benimle birlikte uçtu ve o hafta Hakan Erdoğan ve Changa’nın yerini kuru bir "teknik arıza" özrü aldı.
Damarlarımda gazeteci kanı akmadığından ben ne konuşulanların ne de yenip içilenlerin notunu tutarım. Aklımda kalana, tortuya inanırım. Ama arayı uzatmamak, bir iki hafta içerisinde yazmak koşuluyla.
Sonra bilirim ki bellek tortuyu bile siler.
Konuşulanlar soğan mürekkebiyle yazılmış harfler gibi uçar gider.
O sıcak yaz gününün üzerinden aylar geçti.
Şimdi belleğimde Hakan Erdoğan’ın söylediği birkaç vurucu cümleden ve o uzun öğle sonrasına sinen huzur duygusundan başka bir şey yok.
YAZI KALDI AMA CD YANIMDA
Nasıl olup da klasik müzik gibi, Türklerin pek de benimsemediği müzik türünü kitlelere dinletmek gibi riskli bir işe soyunduğunu sorduğumda Hakan şöyle demişti: "Gençtim, denedim."
Çok parası olsa ne yapacağını sorduğumda ise: ’Sadece müzik dinlerim.’
Elbette stadyum konserlerinde otuz bin kişiye Beethoven dinletmesinden, Fazıl Say ile gerçekleştirdiği Yerebatan Sarayı dinletilerinden, dünyaca ünlü oldukları halde İstanbul Müzik Festivali kapsamında yer almayan şeflerle çalışmayı yeğlediğinden, Sabancı Müzesi’nde her pazar gerçekleştirdiği Kahvaltıda Caz günlerinin gördüğü ilgiden ve son gözdesi, İstanbul’un çeşitli semtlerinde seçtiği seçkin evlerde gerçekleştirdiği ev konserlerinden söz etmiştik.
Bir de fazla konuşmayı sevmeyen biri olmasına karşın, uzun uzun kızını anlatmıştı. Babasının yolundan gidip boynuz misali onu geçen, müzik dinlemekle yetinmeyip müzik yapmayı seçen kızını.
Ayrılırken de hafif utangaç kızına yaptığı CD’nin demosunu vermişti.
Ve eminim o sohbeti izleyen birkaç hafta gazetedeki köşeme göz atıp sonunda yazmayacağıma kanaat getirmiş ama Çamaşırhane gibi sıradan adına karşın sıra dışı güzellikteki bu ıssız koyda, yağmurun sesine kızının sesinin karışacağını hiç mi hiç düşünmemişti.
Yerim bitti.
Yazdıklarımı yeniden okudum. Olmamış, eksik kalmış.
Makus talih dedikleri bu işte: Yenilmiyor.
Olsa olsa deneniyor.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
Çoğu kez, "kimin yolu oraya düşecek ki" mantığıyla yazmadan geçtiğim yerler için okurlardan tepki alıyorum. Gezip gördüğünüzü yazıyorsunuz, tamam ama yediğiniz içtiğiniz de size kalmasın, ilginç mekanların adreslerini verin mealinde tepkiler. Uzun bayram tatilinde güzergahı İtalya’nın bu kuzeydoğu bölgesinden geçecek olanlar var mıdır bilemiyorum ama olur da yolu oraya düşenler olursa diye işte üç günlük geziden arda kalanlar...
Baş ve en büyük kenti Trieste olan Veneta Friuli Guilia bölgesine eğer kara yolu ile gidilmeyecekse, en kestirme yol kuşkusuz uçakla Lublijana’ya gitmek ve oradan otomobille devam etmek. Çünkü Lublijana-Trieste arası hepi topu yarım saat. Gel gör ki THY’nın İstanbul-Lublijana seferini yakalamak bir mesele... Uçak sabahın beşinde. Diğer seçenek ise, insani bir saatte havalanan Venedik uçağına binmek ve yarım saat yerine bir buçuk-iki saatlik bir yolculuğu göze alıp Trieste’ye gitmek. Biz öyle yaptık. Son zamanlarda sık sık gecikme yapan THY bu kez tam saatinde havalandı ve iki buçuk saatlik bir uçuştan sonra Venedik Marco Polo havalimanına indi.
Programımız yüklü. Valizlerimizi, arkasında çektiği küçük konteynıra yerleştirdiğimiz minibüsümüze binecek ve Passariano’ya gideceğiz. Öğle yemeği şu anda bölgenin en önemli Çağdaş Sanat Merkezi olan Villa Manin’de. Venedikli bir beyzadenin çiftlik evi olarak kurulmuş saray, Rönesans mimarisinin bütün ihtişamıyla büyük bir parkın içinde yükseliyor. Giriş yolunun iki yanında yer alan arkadların sol tarafında bulunan Ristorante Del Dodge ise gerek sardunyalı terası, gerek büyük davetlere ev sahipliği yaptığı içerideki masa sayısından anlaşılan uzun salonuyla, belli ki bölgenin en şık lokantalarından biri. Hava öyle ılık, öyle güzel ki masamızı dışarıda hazırlamış olmalarına seviniyor, gelişimizden biraz önce açılıp havalandırılmış Bertiolo bölgesinin kırmızı Cabarnet Sauvignon’unu kadehlerimize boşaltıp bize bu güzel yolculuğu hazırlayan Nil Adula ve Papa’nın şerefine içiyoruz.
Giriş yemeği harika, ana yemek olarak gelen risotto, "eğer bu gerçek risotto ise bizim oralarda yediğimiz ne ola ki" dedirten cinsten, tatlı eh. Yemekten sonra Villa Manin’in halkla ilişkiler müdiresi ile buluşuyor ve şu anda Tayvan’dan Kore’ye tanımadığım yüzlerce ressamın ve Jeff Koons gibi önemli imzaların sergilendiği salonunu geziyoruz. Daha sonra, Villa Manin’de 29 Ekim’den 2007’nin 25 Mart’ına kadar sürecek; içinde Hüseyin Çağlayan’dan Haluk Akakçe’ye Gülsum Karamustafa’dan Hatice Güleryüz’e on yedi çağdaş Türk sanatçısının yer aldığı bir sergi açılacağını duyup seviniyoruz. Biraz koşar adım, biraz soluk soluğa sarayı, sergiyi ve içinde heykellerin sergilendiği bilmem kaç hektar bakımlı bahçeyi gezdik.
1000 YILDA BİTEN BAZİLİKA
Şimdi istikamet, yapımına dördüncü yüzyılda başlanıp, savaş gibi doğal olmayan ya da deprem gibi doğal afetler yüzünden hasar gördükçe onarımına devam edilen; son çivisi ancak ondördüncü yüzyılda çakılan, dolayısıyla da on yüzyılın farklı mimari anlayışını bünyesinde barındıran, zemin seramikleri ise bizim Antakya müzesini aratmayan Aqueileia Bazilikası. Çevredeki Roma kalıntılarının ortasında yükselen Bazilika, tam da söz ettiğim on asırlık serüveninden ötürü görülmesi gereken yerlerden.
Akşam, yorgun bir halde Trieste’ye vardık. Otelimizin adı afili mi afili: Hotel Savoia Exelsior. Ama ne yalan, ışıl ışıl Trieste limanına tepeden bakan balkonlarını ve dış cephesinin göz alıcılığını bir yana bırakırsak, kendisi de tıpkı yüzlerindeki mağrur ifadeye ve dik duruşlarına rağmen üzerlerindeki tozu silkip atamayan; bu günün dünyasında yerleri olmadığını düşünüp geçmişin güzel günlerini hatırlayarak yaşayan imparatorluk ardılı asilzadeler gibi: Hüzünlü ama haşmetli.
Akşam yemeğini, geçen haftaki yazıyı süsleyen, Atlas dergisi editörlerinden sevgili Gökhan Tan’ın çektiği fotoğraftaki ışıl ışıl meydanda yedik. Bütün küçük şehirlerin büyük meydanlarında köşe başını tutan lokantalarda olduğu gibi, bizim lokantanın da konumu şahane, yemekleri eh işte idi.
Sabah pusu kalkmadan kalktık ve yaya olarak şehri dolaşmaya başladık. Trieste, bilindiği gibi Svevo’nun ve Joyce’un şehri. Hemen her kitapçının vitrinini bu iki devin kitapları süslüyor. Gerçek boyutlarda yapıldığını düşündüğüm heykeli ile Joyce, başında fötrü, gözünde tel çerçeveli gözlüğü ve kolunun altına sıkıştırdığı kitabıyla kanala bakan dar kaldırımda yürüyor. Svevo ise parasızlıktan sık sık ev değiştirmek zorunda kalan bu çilekeş meslektaşını şehrin tepelerinden birinde yer alan büstü ile yukarıdan süzüyor. Benim aklıma ise nedense habire Tezer Özlü’nün adı düşüyor. O değil miydi, sevdiği üç yazarın peşi sıra onların yaşadıkları şehre giden ve Trieste’yi adım adım Svevo önderliğinde gezen?
SON GÜN TAKATİMİZ KALMADI
Öğleden sonra Dolmabahçe Sarayı ile aynı tarihte yapılmış Miramar Şatosunu gezdik. Ben şatodan çok, şatoyu çevreleyen botanik bahçesine hayran kaldım. Ama siz bana bakmayın. Hele ki el emeği göz nuru yaptırttığı şatosunda bir buçuk yıl oturabilen ve Meksika İmparatoru olarak gittiği Meksika’da suikasta kurban giden Ferdinand ile, kocasının ölümü üzerine delirip ölene kadar divane gezen Charlotte gibi kahramanlara düşkünseniz Miramar’a mutlaka gidin.
Akşam konaklamak için ortasından duvar değil ama sınır geçtiği için bölgenin Berlin’i olarak adlandırılan Grozia’ya gitmeden yol üzerindeki Palmanova’ya uğrayacak, geçen hafta sözünü ettiğim Avrupa’da Türkler sergilerini gezeceğiz.
Gezinin üçüncü günü, bölgedeki en büyük bağlardan biri olan Livio FellugabBağlarını ziyarete ve ünlü Tokay şaraplarının tadımına ayrılmış. Yemek de aynı yerde. Yörenin kırk yıllık şarap tadım evini, sahibesinin ölümünden sonra bir Çinli’nin alarak Çin Lokantası yapmak istemesi üzerine Felluga ailesinin devraldığı küçük Osteria’da. En iyi öğünlerimizden birini burada yedik ve yolumuza devam ettik.
Akşam bölgenin ikinci büyük şehri Udine’deyiz. Şu anda sergisinin Pera Müzesi’nde devam etmekte olan ünlü mimar d’Aronco’nun da doğduğu şehirde. Gel gör ki hiç birimizde şehri gezecek takat yok gibi. Ünlü bir sanat tarihi profesörü olan Sinyora Antonicci’nin anlattıklarını dinlemeye çalışıyor ama bulduğumuz ilk heykel kaidesine, kaldırım kenarına, merdiven basamağına oturuyoruz. Ve sessiz bir anlaşmayla Udine’nin keyfini çıkarmayı başka bir sefere bırakıyoruz.
Biraz da şarap dedikodusu...
Bölgenin en iddialı olduğu şaraplar genellikle beyaz. Ama Cabarnet Sauvignon ve Pinot Noir kırmızılar da var. Bölge bu günlerde büyük telaş içinde. Macaristan’ın gelecek yıl Avrupa Birliği’ne tam üye olması nedeniyle on üçüncü yüz yıldan beri Tokay üzümlerinden yaptıkları şarapların adını değiştirmeleri gerekiyor. Oysa hemen hemen bütün tarihi belgeler, üzümlerin anavatanının bu bölge olduğunu ve on üçüncü yüzyılda bir rahip tarafından Macaristan’a götürüldüğünü söylüyor(muş). Üstelik bugün Macaristan’da üretilen Tokay şaraplarının Tokay üzümlerinden üretilmediği de biliniyor. Ama yapacak bir şey yok. Kalem kırılmış, karar alınmış. Macaristan’la özdeşleşmiş Tokay, bundan böyle sadece Macar olacak ve İtalyanlar gözbebekleri şaraplarına ister istemez başka bir ad bulacak.
Villa Manin: 0039 432 90 66 57 Ristorante Del Dodge: 0039 432 904 829 Hotel Savoia Exelsior: 0039 403 57 77 Osteria Con Allogio: 00 39 481 60 28
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
İtalya’dan her dönüşümde böyle oluyor: Yazıya oturur oturmaz aklıma ne ilgisi varsa, "nil nove sub sole"den "veni vidi vici"ye, yığınla Latince cümle üşüşüyor. Elbette "güneşin altında yeni bir şey yok" ve evet, "gittik gördük -yenmek ne haddimize- döndük" ama bunların konumuzla ilgisi ne? Aslında yazıya Türkçe bir deyim yakışır: "Ayağımın tozuyla" VFG’den döndüm diye başlamalı ve hemen ardından VFG’nin açılımını yapmalıyım. VFG, yani Venetzia Friuli Giulia. Bunun, ilgi alanı İtalya coğrafyası olmayanlar için hiçbir anlama gelmeyeceğini hesaba katmalı ve ikinci yani’yi eklemeliyim: Yani İtalya’nın ayağını Adriyatik’e uzatıp başını Alplere yaslayan, sınır komşuları Slovenya-Hırvatistan-Avusturya ve başkenti Trieste olan bölgesi demeliyim. Madem coğrafya ile başladım coğrafya ile devam etmeli; bölgenin ikinci büyük kentinin Udine, nüfusunun 1 milyon 200 bin olduğunu söylemeli ve bu sıkıcı dersi lise yıllarından aşina olduğumuz üzere Geçim Kaynakları ve Kişi Başına Düşen Milli Gelir ile bitirmeliyim... Oldu olacak onu da yapalım: Tarım, bağcılık, sanayi, turizm diyelim ve bizim rüyada bile göremeyeceğimiz bir rakamı, 23 bin Euro, telaffuz edip sadede gelelim. Sadede yani 2006 yılının bölgede Türk Yılı ilan edilmesi nedeniyle Gian Paolo Papa’nın başını çektiği, Nil Adula’nın düzenlediği basın gezisine...
Çizmenin gitmediğim pek az yeri kalmıştı. Umbria, Lombardia, Toskana Emilio Romana hatta ve hatta... Ama yıllar önce jet hızıyla gelip geçtiğim Trieste’yi saymazsak, yolum hiç İtalya’nın üç adlı bu bölgesine düşmemişti.
Sadece benim mi?
Eminim benim gibi pek çok kişinin de.
Artık ortak bilinçaltımızda ilk hedefimizin Akdeniz olduğuna inanmamızdan mı yoksa sahiden bütün yolların Roma’ya çıktığını sanmamızdan mı neden bilmem, İtalya denince Türklerin aklına imparatorluk başkenti Roma gelir. Onu da sırasıyla Venedik, Floransa, Milano izler.
Türklerin dediysem, Türk turistlerin.
Yoksa sevgili Yurtsan Atakan sayesinde Vatikan’da bile konuşlandığını öğrendiğimiz şanlı milletimin ama iş ama güç ama yaşamak ama ölmek için ayak basmadığı yer kalmadı gibi.
Nitekim benim ilk kez gittiğim VFG bölgesi de bir anlamda Türklerin istilasında.
Şu farkla ki oraya gidenler turist değil. Gidenler "uzun yola hüküm giyenler."
Haftanın her günü Trieste limanına, Türkiye’den yükledikleri malı taşıyan kamyonlarla dolu iki dev ro-ro gemisi yanaşıyor ve bu mallar direksiyonlarının başına geçen yüzlerce sürücü tarafından Avrupa’nın diğer ülkelerine taşınıyor.
Hepsinin yükü, hepsinin yönü farklı.
Ortak olan yanları; dönüş yolunda bir benzincinde karşılaştığımız ve Türkçe konuştuğumuzu duyar duymaz yüzünde güller açan genç adamın söylediği gibi, yalnızlıkları.
BU BÖLGENİN TARİHİ ÇOK KARIŞIK
Peki Gian Paolo’nun hazırladığı nefes aldırmayan program sayesinde üç gün boyunca neredeyse her yerini gezdiğimiz, bağından dağına adım atmadık yer bırakmadığımız bölge sadece ekonomik nedenlerle gidilecek, gezilip görülecek fazla yeri olmayan İtalya’nın diğer bölgelerinden daha az ilgin, daha az sevimli, daha az tarihi, daha az yaşama coşkusu olan, daha asık suratlı, daha bedbin bir yer mi ki?
Yoo... Tam tersi!
Ama şurası da kesin ki, hem Trieste hem de bütün bölge, 500 yıl süren Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun egemenliğinden miras kültürüyle İtalya’nın diğer bölgelerinden biraz daha farklı.
Nasıl demeli? Sanki özü sözü İtalyan ama havası doğası Habsburg: Yani Avusturya-Macaristan.
Sınırda yer almanın bütün ceremesini çekmiş.
Önceleri rahatmış: Roma varmış.
Sonra işler karışmış.
Her şehir kendi egemenliğini kurmuş. Avrupa’yı kasıp kavuran savaşlar ve barışlar, yeniden savaşlar ve yeniden barışlar dönemini elbette o da yaşamış. Çilesi bu kadarla kalmamış.
Yanıbaşında dönemin belki de en güçlü şehir-devleti Venedik varmış ama neden bilinmez Venedik’le yıldızı hiç barışmamış.
O yüzden Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun uç beyliği olmayı seçmiş.
Tam işler tıkırında giderken Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş. Savaş sonrası sınırlar çizilirken yeniden İtalyan olmuş.
Tam rahat edecekken belaların ikincisi gelmiş.
Faşist Mussolini yenilip de bir adım uzaklıktaki topraklar Tito’nun Yugoslavya’sı olunca kendini Soğuk Savaş’ın ortasında bulmuş. İtalya’ya fazla uzak, şimdi Slovenya olan topraklara fazla yakın olduğu ve rahmetli Tito da gözünü bu bereketli topraklara diktiği için yıllarca iğne üzerinde yaşamış.
Grozia’da olduğu gibi harita üzerinde çizilen sınırlar evlerin ortasından geçmiş. Aileleri bölmüş. Kiminin kümesi orada, tavuğu burada kalmış. Kiminin kavağı orada, anası burada.
Ama en korkuncu, bölge uzun yıllar boyunca ne olur ne olmaz mantığı ile yatırım yapılmayan, yoksulluğun hüküm sürdüğü, hemen hemen bütün gençlerinin geleceklerini yabancı topraklarda aradığı göç yorgunu bir bölgeye dönüşmüş.
TÜRKİYE’YE BİZDEN FAZLA İNANAN DİPLOMAT
Ve yavaş yavaş belki düşe belki kalka ama emin adımlarla bu günlere gelmiş.
Gian Paolo, bu mucizenin adını Sosyal Barış olarak koyuyor: Venetia Friuli Giulia bölgesi yaşayanlarının hem sanayi hem tarım alanında eşit oranda çalışmalarının bu barışın temelini oluşturduğunu düşünüyor.
Biliyorum, yazının başından beri durmadan Gian Paolo Papa deyip duruyorum.
Peki kimdir bu Gian Paolo Papa?
Fransızların sevmediğim binlerce huyunun dışında bayıldığım bir huyları var ki, o da kendi dilleri, kendi kültürleri için çalıştığına inandıkları yabancılara verdikleri Legion d’Honneur nişanı.
Gian Paolo Papa da eğer bizde Legion d’Honneur benzeri bir nişan varsa o nişanın takılması gereken insanlardan.
1970’lerin çorak Ankara’sına o zamanlar adı Avrupa Ekonomik Topluluğu olan topluluğun Ankara Temsilcisi olarak atandığında olsun, sonra görev aldığı Madrid’de ya da merkeze dönüp çalışmaya koyulduğu Roma’da olsun, gönlü hep Türklerden yana olan; bu ülkenin potansiyeline kimi zaman bizlerden fazla inanan bir diplomat.
Emekli olduğu 2000 yılından beri doğup büyüdüğü bölge olan VFG için çalışmaya koyulan ve ne yapıp ne edip gönül verdiği bu iki ülkenin birbirini yakından tanıması için uğraş veren biri.
Bugün, eğer zamanında Türk istilasından korktukları için üç sıra sur içinde inşa ettikleri Palmanova şehrinde "Avrupa’da Türkler" diye bir sergi açılıyorsa, bilin ki müsebbibi o.
Bölgede var olan ahşap endüstrisi ile bizim İnegöl’ün yakın gelecekte büyük bir olasılıkla kuracakları bağlantının nedeni de o.
Ticaret-teknoloji-turizm gibi iki ülkeyi yakınlaştırabilecek alanlarda atılan bütün adımların arkasında duran da o.
Varsın böyle bir nişanımız olmasın.
Biz çoktan ona nişan yerine bir erkeğin başka bir ülkeye aşık olmasının nedeni olan kadını, ülkemizin medarı iftiharlarından birini verdik.
Ve bugünlere geldik.
Tarih tamam, coğrafya da oldu ama sadede gelemedik.
O da haftaya...
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
Geçen hafta Phoenix ve onu bir sürü özelliğinin yanı sıra biricik kılan ekibiyle çıktığımız bir haftalık seferin Simi limanına gelinceye kadar olan faslını yazmıştım. Bu haftaya da yolculuğun geri kalanını bırakmıştım. Gezdiğimiz gördüğümüz hepi topu iki Yunan adası: Simi ve Rodos. Bunun iki hafta üst üste yazılacak neyi ola ki diye düşünülebilir ama öyle değil. Simi, bilmecedeki limon gibi. Ufacık tefecik ama içi dolu bir adacık. Rodos ise kocaman. Üstelik diğer küçük adalar gibi sadece deniz turizmine yönelik bir ada da değil.
Rodos, bir yanı daha adaya yaklaşırken insanı selamlayan minareleri, köşe başlarını tutan çeşmeleri ve daracık sokaklarında sıralanan cumbalı evleriyle Osmanlı ve Müslüman; diğer yanı onların hemen yanı başında yükselen kalesi, biraz ilerideki müzesi, her adımda karşınıza dikilen şövalye efsaneleri ve Haçlı seferleriyle alabildiğine Hıristiyan; çarşının hemen yanında başlayıp iç kısımlara doğru uzanan hafif köhne ve buruk ama oldukça büyük Yahudi mahallesi ve mahallenin orta yerine dikilen sinagogu ile Musevilerin de ada tarihinde önemli yerlerinin olduğunu insana hatırlatan oldukça büyük bir ada.
Üstelik rehberde yazılana bakılırsa gezilecek yerler sadece Rodos şehri ile de sınırlı değil: Adanın öteki yanında antik çağın en önemli limanlarından olan Lyndos ve bir doğa mucizesi olduğu söylenen Kelebekler Vadisi var.
Önce Simi....
Çok değil, bundan 10-15 yıl öncesine kadar Simi, içinde birkaç yüz kişinin yaşadığı ıssız bir adaymış. Şimdi her biri onarılıp adaya kartpostal güzelliği veren evler olsun, tepeye kurumlu kumru gibi kurulmuş kilise olsun her yapı metruk ve bakımsızmış. Adanın anakaraya bunca uzak olması ve damla su bulunmaması nedeniyle adalıların çoğu evlerini kapatıp başka diyarlarla göçmüşmüş.
Yaz aylarında yolu buraya düşen turistler olur da gelir diye bir iki köhne taverna ve hediyelik eşya dükkanı açılır, sokaklarda adalarını terk etmeyen yaşlılardan ve doğaları gereği çileye yatkın papazlardan başka kimselere rastlanmazmış.
Sonra neden bilinmez Simi’nin şansı dönmüş, yüzü gülmüş.
Önce adayı yeniden keşfeden birkaç Yunanlı, derken bir avuç Avrupalı, sonra da Göcek ve Marmaris’ten kalkan teknelerle gelen Türkler derken Simi serpilmiş bu günkü haline gelmiş.
Kış aylarında binbeşyüz kişinin yaşadığı adada yazın nüfus on binlere çıkıyormuş. Bütün eski ve metruk evler yenilenmiş ve tepelere doğru ada mimarisinin özelliğini bozmayacak biçimde yeni evler yapılmasına izin verilmiş. Ve o ister inanın ister inanmayın o evlerin en büyük alıcıları da Türklermiş. Sadece geçen yıl fiyatları otuz ile yüzbin Euro arasında değişen yüz küsur ev Türkler tarafından alınıp yenilenmiş.
YEMEK İÇİN İKİ ADRES VAR
Ada hareketlenmeye başlayınca, üzerilerine eskinin tozu sinmiş köhne tavernalar da silkinip kendilerine gelmiş. Ara sokaklarda market adı altında teknelerin mubayaa eksiğini gidermeye yönelik bakkallar ve makul fiyatlı Yunan şaraplarının yanı sıra Fransız ve İtalyan şarapları da satan şarap evleri açılmaya başlamış ve dediğim gibi ada son on yılda büyük bir değişime uğramış.
Limana yanaşır yanaşmaz tekneden inip gezinmeye başladık.
Reydan ve Roger adaya hemen her yaz geldikleri için köşe bucağı iyi biliyorlar. Akşam yemeği için iki seçenek var. Ya hemen hemen bütün müşterileri Türklerden oluşan yakışıklı Manos’un tavernasına gideceğiz ya da Frankfurtlu Galerici Hans’ın iki yıl önce açtığı lokantaya.
Roger, Manos’un Türk müşterilerinin gazına gelip fiyatları ikiye katladığını ve yemeklerin kalitesini bozduğunu düşünüyor. Ama gecenin bir vakti içeriden tenceresini tavasını kaptığıyla ortaya çıkan aşçının mutfak edevatıyla yaptığı şovun ve Akdenizlilere özgü neşesini herkese bulaştıran yakışıklı Manos’un adanın en eğlenceli yeri olduğunu da söylemeden edemiyor.
Diğer seçenek ise yemeğe düşkün olanlar için.
Hans bundan on yıl önce keşfettiği adaya öyle vurulmuş ki, önce bir ev satın almış sonra işi ilerletmiş. Anlattığına bakılırsa hayatta onu en dinlendiren iş, oldum olası yemek pişirmekmiş. O da hobisini işe dönüştüren şanslı insanlardan olmak için kolları sıvamış ve adanın orta yerindeki eski taş binayı onarıp büyücek bir lokanta açmış. Orta yerinde restorasyon çalışmalarının bir yıl kadar durmasına neden olan lahitin sergilendiği lokanta adanın en şık lokantası. Mönü, Akdeniz mutfağına Avrupalı damak tadının karıştığı yemeklerden oluşuyor. Geniş bir şarap kavı var. Müşteriler bizim gibi gelip geçici turistlerden çok, adada evleri olan kişiler. Porsiyonlar devasa, fiyatlar Manos’a nazaran daha ucuz.
Ama doğruya doğru eğlence Manos’ta.
BİR GECE, BİR SABAH LYNDOS
Ertesi gün akşam saatlerinde Rodos’a doğru yola çıktık.
Bir gece Lyndos’ta kalacak; şehri tepesine atmaca misali asılmış kalesini gezdikten ve Hans’ın ne yapın ne edin gitmemezlik etmeyin dediği Maurikos’un yerinde yemek yedikten sonra yola devam edeceğiz.
Öyle de yaptık.
Lyndos yüksekçe bir tepenin üzerine kurulu kalenin eteklerine yayılan taş söveli, ahşap kapılı beyaz evleri ile gönül okşayan küçük bir kasaba. Bizim de demirlediğimiz koydan şehre doğru tırmanan ince bir yol var. Adada kalanların hemen her gün denize girmek için indikleri, akşam saatlerinde de gerisin geriye çıktıkları yol bu. Gözümüze uzaktan çıkılması pek güç değil gibi geliyor ama üç adım sonra oflamaya başlıyor ve ertesi sabah kaleye daracık yollarda dörtnal koştuklarını gördüğümüz eşeklere binerek gitmeyi kararlaştırıyoruz.
Hans’ın sözünü ettiği Maurikos’un Yeri kasabanın tam ortasında. Zaten bütün yolların çıktığı turist kaynayan meydanda. Eşeklerini bağlamış eşekçiler ve olur da eşeğe binemeyenleri taşırız diye düşünen taksiciler, Bodrum’daki çarşıya çok benzeyen çarşıdaki dükkanlarını kapattıktan sonra iki laf etmek için toplanan esnaf, küçük taburelerine oturup gün boyu gelen geçeni izleyen yaşlılar ve oradan oraya koşturan çocuklarla yerlilerinin de gözdesi olduğu anlaşılan kasabanın kalbinin attığı bir meydan bu.
Lokanta, tek kapalı alanı geniş mutfağı olan, tepesini örten yüzyıllık asmaya takılı vantilatörleri, iri saksılara dikilmiş meyve ağaçları ile müthiş keyifli açık bir lokanta.
Yemekler ha-ri-ka!
Deniz mahsulleri bildiğimiz tariflerden farklı yapılmış, un işleri müthiş hafif kotarılmış, balıklar taze, şaraplar şahane.
Hele kırmızı şarapta pişmiş pilakiyi, yolunuz düşerse tatmadan dönmeyin derim.
Ve bizim gibi, içi, dışı kadar görkemli olmayan kaleyi görmekte ısrar ederseniz akın akın gelen turistlerden önce davranmanızı ve kıvrıla kıvrıla tepeye çıkan yolu tırmanmayı göze alamayıp da eşeğe binerseniz bile dönüşte aymazlık edip aynı aracı kullanmamanızı; nedense dönüş yolunda şaha kalkan ya da sinirlenip zınk diye duran bu inatçı hayvanın sırtından inmenizi öneririm.
Üstelik inerken kalenin hemen çıkışında bulunan ve hemen her şeyi İstanbul’dan getirilerek döşenmiş şirin otelde soluklanabilir ve adayı kuş bakışı gören terasında oturup buz gibi limonata içebilirsiniz.
Bir gece, bir sabah. Lyndos bitti.
Ve rotamız Rodos’a çevrildi.
RODOS’TA ALEXIS’İ ES GEÇMEYİN
Rodos’a gelince...
Rodos bir günde gezilecek yer değil.
Bence kısa süreliğine gidenler bir Rodos kitabı almalı ve şehirde görülecek yerleri önceden saptamalı.
Kelebekler Vadisi’ni es geçmeli.
Ama iki elleri kanda da olsa, çarşıdaki Alexis’in Yeri’nde yemek yemeli.
Yannis’in mutfakta, Apostalis’in serviste yarattığı mucizeye bizzat tanık olmalı ve olur da bizim gibi şanslı günlerindeyseler eğer, annelerinin tarifi olduğunu söyledikleri bamyalı iskorpitten mutlaka ama mutlaka bir kaşık tatmalı ve bamyanın nelere kadir olduğunu görüp şaşmalı.
İşte adresler...
Sahibi, kuzinim olduğu için değil ama Phoenix’i bunca önemsemem biraz da yapımına Alman hardalı değse de Türk imalatı olmasından. Nitekim dünyaca ünlü teknelerin yer aldığı Boote Exclusive dergisi tarafından en iyi motoryatlar arasında ilk ona girmesi ve benim göğsümü hem Türkiye’de yapılması hem de kaptan ve ekibinin Türk olmasıyla kabartması da bundan. Daha fazla bilgi için ilgilenenlere phoenix_shipping@yahoo. com
Simi’deki Hans’ın lokantası Mylopetra: 0030 22460 72 333.
Lyndos’taki olmazsa olmaz Maurikos: 0030 224 40 312 32.
Rodos’taki Alexis: 0030 224 10 29347.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
Tam dört hafta...<br><br>Yazmayalı tam dört hafta oldu. Bir yerlere zamanında yetişmek, bir şeyleri zamanında yetiştirmek kaygısından uzak geçen dört hafta! Hani bazen şafak sökmeden insan çalar saat çalmış gibi uyanır ve uçağı kaçıracakmış gibi yataktan fırlar ya. Hani o uykuyla uyanıklık arasındaki zaman diliminde nerede olduğunu hatırlamaz ya. Hani içinde çöreklenen telaş ve endişe yumağının nedenini anlayamaz ya. İşte böyle zamanlarda durmak gerektiği söylenir.
Durmak ve hayatı askıya almak.
Ben de öyle yaptım. Saatimi çıkardım, telefonu kapattım, şart kipini dilimden attım. İçinde benden başkasına yer olmayan bir koza ördüm.
Usul usul yumağı çözdüm.
Yeniden merhaba!
Ben böyle kitaplarla hal hamur Benjamin’i yeniden keşfeder, o çiçek senin bu bitki benim, börtü böcek yaşarken; inzivamı çile sanan kuzinim bir sabah ansızın ahlaksız bir teklifle çıkageldi: Tekne hazırdı.
İster bizim kıyılar, ister komşununkiler, ister uç uzaklar... Seçim bana kalmıştı.
İçimdeki şeytan oyunu hemen uç uzaklardan yana kullandı.
Münzevir ıssız kıyılar önerdi.
Dilim, "Yunan Adaları" dedi.
Bundan yirmi yıl önce adaları o feribottan in buna bin, yolda uyu yerde yat, Musakka-Souvlaki-Tzcaciki yemekten fenalık geçir, bin yıllık kahvemizin Yunanlı olmasına içerle, Türkçe konuştuğumuzu duyup da nereli olduğumuzu soranlara işkillen, gözünü karartıp Türk’üm de, koşup gelip öpenleri, kahve falına bakanları, analarından dinledikleri İstanbul’u yana yakıla anlatanları görünce işkilinden utan, yerin dibine gir, yerin dibine girmekle kalma hislen, o da yetmez hüngür şakır ağla gezmişliğim vardır.
*
Santorini’de, adada insandan çok eşek, sudan çok şarap olmasıyla övünen adalılarla sohbet etmiş, kuzguni kumsalı görünce sersemlemiş ve Ege’nin kuşkusuz en güzel günbatımına karşı 1940’larda Avrupa’yı ortada tek bir omaca bırakmamacasına kavuran felaketten nasıl olduysa kurtulmayı başaran üzümlerden yapılan ve hálá Antik Yunan döneminde olduğu gibi eski usul kotarılan tatlı Santorini şaraplarından içmiştim.
Karşımda duran koca seramik çanak o seferden yadigar.
Paros’taki çılgın gece hayatının, Mikonos’un simgesi pelikanların ve ilk kez gördüğüm çıplaklar kampındaki çirkin adamların anısı da o seferden.
İkeria’nın adının güzel, kendinin çorak, Lesbos’un Sappho’suz çıplak olduğunu o zaman görmüştüm.
Ve bir ay boyunca sırtta çanta, o ada senin bu ada benim sürtmüştüm.
Başka bir yıl, hiç unutmam, Eco’nun Gülün Adı’nı yayınladığı yıl, yolum Patmos’a düşmüştü. Oldukça sevimsiz limana inmiş, belli ki çağa ayak uydurmak adına yeniden düzenlenmiş kişiliksiz kahvede bir süre pineklemiş sonra sıcağa rağmen tırmanmayı göze alıp tepedeki manastıra gitmiştim. Eteğim kısa diye içeri almamışlardı. Ben de benim gibi baldırı çıplak diğer turistlerin yaptığını yapmış, orada bulunan sepetten hayli pis bir şalvar seçmiş, eteğimin üzerine çektiğim gibi ellerindeki tespihini sallayarak dolaşan kara cüppe-kara külah-kara sakal papazların arasından geçip tam da Eco’nun anlattığı gibi el yazması kitaplarla dolu loş kütüphaneye girmiştim.
Orada kim bilir kaç saat geçirdim.
Ama yemin ederim Gülün Adı filmini Annaud’dan önce o gün ben çektim.
Sonra başka bir yıl başka bir ada derken bir diğeri daha.
İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan donanmasının üssü olan ve Ege’nin ortasında bir Art Deco şaheseri olarak duran Leros, nedense bana fena halde Erdek’i hatırlatan Samos, Mikanos’un burnunun dibinde olmasına rağmen hayattan kam almayı beceremeyen Nixos.
Ve şimdi adlarını unuttuğum Kardak kayalıklarından hallice onlarca ada.
Bir İthaka’ya gitmedim bir de inanması güç ama burnumuzun dibindekileri görmedim.
Meis’i bilmem, Rodos’u da Simi’yi de.
Yıllardır ışıklarına bakarak uykuya daldığım Kos’a bile ancak geçen yıl günübirliğine gidebildim.
Dilimin Yunan Adaları demesi parmağımın Simi ve Rodos’u göstermesi işte bu yüzden.
*
Eylül başında bizim buralarda yani Bodrum’da, denizcilerin iyi bildiği, üç gün süren kocakarı fırtınası çıkar.
O durgun deniz gider, yerine açıkta koyun başı denilen dalgalarla köpüren bir deniz gelir.
Küçük tekneler denize açılmaz. Açılmış olanlar da korunaklı koylara demirler, kocakarının gazabının geçmesini bekler.
İşte o fırtınanın ilk günü yola çıktık.
Tekne büyük, kaptan deneyimli, içimiz rahat.
Üç saat sonra Simi’deydik.
Önce yüzmek ve çok şirin olduğu söylenen manastırı gezmek için adanın arkasındaki koyda demirledik.
Koy, girişinde bekçi kulübesi gibi bir yeldeğirmeninden ve sözünü ettiğim manastırdan başka bir şey olmayan küçük kapalı bir koy.
Deniz enfes.
Manastır, İzmir’in saat kulesinden esinlenerek yapıldığı söylenen kulesi ve yakından bakıldığında nedense Meksika sanatını hatırlatan süslemeleri ile insanı şaşırtan barok bir yapı.
Papazlar ortada görünmüyor.
Manastıra girer girmez zemini podima taş işçiliğinin çok güzel bir örneği olan küçük bir avlu ile karşılaşıyorsunuz. İçeride Aziz Mikael’e adak adayan denizcilerin dilekleri gerçekleştiğinde getirdikleri küçük hediyelerin sergilendiği ufak bir müze de var. El yapımı gemi maketleri, denizde bulunmuş şişeler, fildişi sahillerinden gelme oyma heykeller, antika kılıçlar...
Adak adayanlar, belli ki korkunç bir fırtınada gemileri fındık kabuğu gibi sallanırken istavroz çıkarıp hayatta kalmayı dileyen garibanlar.
Akşamüstü adanın öteki yanına, yani Simi limanına doğru yola çıktık.
Önünden geçtiğimiz her koy bizim kıyılardan geldikleri çektiği bayraktan, yabancı bayrak çekmiş olsalar bile teknelerine koydukları adlardan anlaşılan guletlerle dolu. Amaros’u bayrağından, Dedikodu’yu adından anladık.
Deniz geleneğidir ya hepsini selamlayıp el salladık.
Sonunda Simi.
Anlatılanlar doğru: Gerçekten de Simi, limanı çevreleyen tepelere serpiştirilmiş sarı ve leylak rengi tonlarında boyanmış bakımlı evleri, tepeden uzaklara bakan alımlı kilisesi, rıhtımın etrafına dizilmiş tavernaları, kahveleri ve balkonlarında oturup yanaşan tekneleri seyreden yaşlıları ile kartpostal gibi.
Ada küçük ama yazılacak yığınla yanı var.
Yakışıklı ve üçkáğıtçı Manos, on yıl önce buraya vurulup sonunda hayatta en sevdiği şeyi, yemek yapmayı seçen ve eski bir taş yapıyı onarıp lokanta açan Frankfurtlu galerici Hans, Dimitri’nin ünlü şarap evi, sadece Simi’de üretilen halat sandaletleri satan Myra ve elbette sırasıyla Lyndos, Rodos, Kelebekler Vadisi, Rüstem Paşa Camii, Şövalyeler ve Doğu Akdeniz mutfağının en iyi yemeklerinin yendiği Alexis’in Yeri.
Bir de elbette Phoenix.
Ve Cihan Kaptan’la ekibi: Turgay, Mete, tek yıldızlı Michelin restoranını terk edip tekneye gelen Belçikalı aşçı Peter, Alman Annia ve Laoslu Linda...
Ama hepsi gelecek haftaya!
Yazının Devamını Oku