Geçen hafta Phoenix ve onu bir sürü özelliğinin yanı sıra biricik kılan ekibiyle çıktığımız bir haftalık seferin Simi limanına gelinceye kadar olan faslını yazmıştım.
Bu haftaya da yolculuğun geri kalanını bırakmıştım. Gezdiğimiz gördüğümüz hepi topu iki Yunan adası: Simi ve Rodos. Bunun iki hafta üst üste yazılacak neyi ola ki diye düşünülebilir ama öyle değil. Simi, bilmecedeki limon gibi. Ufacık tefecik ama içi dolu bir adacık. Rodos ise kocaman. Üstelik diğer küçük adalar gibi sadece deniz turizmine yönelik bir ada da değil.
Rodos, bir yanı daha adaya yaklaşırken insanı selamlayan minareleri, köşe başlarını tutan çeşmeleri ve daracık sokaklarında sıralanan cumbalı evleriyle Osmanlı ve Müslüman; diğer yanı onların hemen yanı başında yükselen kalesi, biraz ilerideki müzesi, her adımda karşınıza dikilen şövalye efsaneleri ve Haçlı seferleriyle alabildiğine Hıristiyan; çarşının hemen yanında başlayıp iç kısımlara doğru uzanan hafif köhne ve buruk ama oldukça büyük Yahudi mahallesi ve mahallenin orta yerine dikilen sinagogu ile Musevilerin de ada tarihinde önemli yerlerinin olduğunu insana hatırlatan oldukça büyük bir ada.
Üstelik rehberde yazılana bakılırsa gezilecek yerler sadece Rodos şehri ile de sınırlı değil: Adanın öteki yanında antik çağın en önemli limanlarından olan Lyndos ve bir doğa mucizesi olduğu söylenen Kelebekler Vadisi var.
Önce Simi....
Çok değil, bundan 10-15 yıl öncesine kadar Simi, içinde birkaç yüz kişinin yaşadığı ıssız bir adaymış. Şimdi her biri onarılıp adaya kartpostal güzelliği veren evler olsun, tepeye kurumlu kumru gibi kurulmuş kilise olsun her yapı metruk ve bakımsızmış. Adanın anakaraya bunca uzak olması ve damla su bulunmaması nedeniyle adalıların çoğu evlerini kapatıp başka diyarlarla göçmüşmüş.
Yaz aylarında yolu buraya düşen turistler olur da gelir diye bir iki köhne taverna ve hediyelik eşya dükkanı açılır, sokaklarda adalarını terk etmeyen yaşlılardan ve doğaları gereği çileye yatkın papazlardan başka kimselere rastlanmazmış.
Sonra neden bilinmez Simi’nin şansı dönmüş, yüzü gülmüş.
Önce adayı yeniden keşfeden birkaç Yunanlı, derken bir avuç Avrupalı, sonra da Göcek ve Marmaris’ten kalkan teknelerle gelen Türkler derken Simi serpilmiş bu günkü haline gelmiş.
Kış aylarında binbeşyüz kişinin yaşadığı adada yazın nüfus on binlere çıkıyormuş. Bütün eski ve metruk evler yenilenmiş ve tepelere doğru ada mimarisinin özelliğini bozmayacak biçimde yeni evler yapılmasına izin verilmiş. Ve o ister inanın ister inanmayın o evlerin en büyük alıcıları da Türklermiş. Sadece geçen yıl fiyatları otuz ile yüzbin Euro arasında değişen yüz küsur ev Türkler tarafından alınıp yenilenmiş.
YEMEK İÇİN İKİ ADRES VAR
Ada hareketlenmeye başlayınca, üzerilerine eskinin tozu sinmiş köhne tavernalar da silkinip kendilerine gelmiş. Ara sokaklarda market adı altında teknelerin mubayaa eksiğini gidermeye yönelik bakkallar ve makul fiyatlı Yunan şaraplarının yanı sıra Fransız ve İtalyan şarapları da satan şarap evleri açılmaya başlamış ve dediğim gibi ada son on yılda büyük bir değişime uğramış.
Reydan ve Roger adaya hemen her yaz geldikleri için köşe bucağı iyi biliyorlar. Akşam yemeği için iki seçenek var. Ya hemen hemen bütün müşterileri Türklerden oluşan yakışıklı Manos’un tavernasına gideceğiz ya da Frankfurtlu Galerici Hans’ın iki yıl önce açtığı lokantaya.
Roger, Manos’un Türk müşterilerinin gazına gelip fiyatları ikiye katladığını ve yemeklerin kalitesini bozduğunu düşünüyor. Ama gecenin bir vakti içeriden tenceresini tavasını kaptığıyla ortaya çıkan aşçının mutfak edevatıyla yaptığı şovun ve Akdenizlilere özgü neşesini herkese bulaştıran yakışıklı Manos’un adanın en eğlenceli yeri olduğunu da söylemeden edemiyor.
Diğer seçenek ise yemeğe düşkün olanlar için.
Hans bundan on yıl önce keşfettiği adaya öyle vurulmuş ki, önce bir ev satın almış sonra işi ilerletmiş. Anlattığına bakılırsa hayatta onu en dinlendiren iş, oldum olası yemek pişirmekmiş. O da hobisini işe dönüştüren şanslı insanlardan olmak için kolları sıvamış ve adanın orta yerindeki eski taş binayı onarıp büyücek bir lokanta açmış. Orta yerinde restorasyon çalışmalarının bir yıl kadar durmasına neden olan lahitin sergilendiği lokanta adanın en şık lokantası. Mönü, Akdeniz mutfağına Avrupalı damak tadının karıştığı yemeklerden oluşuyor. Geniş bir şarap kavı var. Müşteriler bizim gibi gelip geçici turistlerden çok, adada evleri olan kişiler. Porsiyonlar devasa, fiyatlar Manos’a nazaran daha ucuz.
Ama doğruya doğru eğlence Manos’ta.
BİR GECE, BİR SABAH LYNDOS
Ertesi gün akşam saatlerinde Rodos’a doğru yola çıktık.
Bir gece Lyndos’ta kalacak; şehri tepesine atmaca misali asılmış kalesini gezdikten ve Hans’ın ne yapın ne edin gitmemezlik etmeyin dediği Maurikos’un yerinde yemek yedikten sonra yola devam edeceğiz.
Öyle de yaptık.
Lyndos yüksekçe bir tepenin üzerine kurulu kalenin eteklerine yayılan taş söveli, ahşap kapılı beyaz evleri ile gönül okşayan küçük bir kasaba. Bizim de demirlediğimiz koydan şehre doğru tırmanan ince bir yol var. Adada kalanların hemen her gün denize girmek için indikleri, akşam saatlerinde de gerisin geriye çıktıkları yol bu. Gözümüze uzaktan çıkılması pek güç değil gibi geliyor ama üç adım sonra oflamaya başlıyor ve ertesi sabah kaleye daracık yollarda dörtnal koştuklarını gördüğümüz eşeklere binerek gitmeyi kararlaştırıyoruz.
Hans’ın sözünü ettiği Maurikos’un Yeri kasabanın tam ortasında. Zaten bütün yolların çıktığı turist kaynayan meydanda. Eşeklerini bağlamış eşekçiler ve olur da eşeğe binemeyenleri taşırız diye düşünen taksiciler, Bodrum’daki çarşıya çok benzeyen çarşıdaki dükkanlarını kapattıktan sonra iki laf etmek için toplanan esnaf, küçük taburelerine oturup gün boyu gelen geçeni izleyen yaşlılar ve oradan oraya koşturan çocuklarla yerlilerinin de gözdesi olduğu anlaşılan kasabanın kalbinin attığı bir meydan bu.
Lokanta, tek kapalı alanı geniş mutfağı olan, tepesini örten yüzyıllık asmaya takılı vantilatörleri, iri saksılara dikilmiş meyve ağaçları ile müthiş keyifli açık bir lokanta.
Yemekler ha-ri-ka!
Deniz mahsulleri bildiğimiz tariflerden farklı yapılmış, un işleri müthiş hafif kotarılmış, balıklar taze, şaraplar şahane.
Hele kırmızı şarapta pişmiş pilakiyi, yolunuz düşerse tatmadan dönmeyin derim.
Ve bizim gibi, içi, dışı kadar görkemli olmayan kaleyi görmekte ısrar ederseniz akın akın gelen turistlerden önce davranmanızı ve kıvrıla kıvrıla tepeye çıkan yolu tırmanmayı göze alamayıp da eşeğe binerseniz bile dönüşte aymazlık edip aynı aracı kullanmamanızı; nedense dönüş yolunda şaha kalkan ya da sinirlenip zınk diye duran bu inatçı hayvanın sırtından inmenizi öneririm.
Üstelik inerken kalenin hemen çıkışında bulunan ve hemen her şeyi İstanbul’dan getirilerek döşenmiş şirin otelde soluklanabilir ve adayı kuş bakışı gören terasında oturup buz gibi limonata içebilirsiniz.
Bir gece, bir sabah. Lyndos bitti.
Ve rotamız Rodos’a çevrildi.
RODOS’TA ALEXIS’İ ES GEÇMEYİN
Rodos’a gelince...
Rodos bir günde gezilecek yer değil.
Bence kısa süreliğine gidenler bir Rodos kitabı almalı ve şehirde görülecek yerleri önceden saptamalı.
Kelebekler Vadisi’ni es geçmeli.
Ama iki elleri kanda da olsa, çarşıdaki Alexis’in Yeri’nde yemek yemeli.
Yannis’in mutfakta, Apostalis’in serviste yarattığı mucizeye bizzat tanık olmalı ve olur da bizim gibi şanslı günlerindeyseler eğer, annelerinin tarifi olduğunu söyledikleri bamyalı iskorpitten mutlaka ama mutlaka bir kaşık tatmalı ve bamyanın nelere kadir olduğunu görüp şaşmalı.
İşte adresler...
Sahibi, kuzinim olduğu için değil ama Phoenix’i bunca önemsemem biraz da yapımına Alman hardalı değse de Türk imalatı olmasından. Nitekim dünyaca ünlü teknelerin yer aldığı Boote Exclusive dergisi tarafından en iyi motoryatlar arasında ilk ona girmesi ve benim göğsümü hem Türkiye’de yapılması hem de kaptan ve ekibinin Türk olmasıyla kabartması da bundan. Daha fazla bilgi için ilgilenenlere phoenix_shipping@yahoo. com