Çamaşırhane koyundayız. Dışarıda fırtına değilse de, fırtınaya yakın rüzgar ve yağmur var.
Yüksek dağların çevrelediği, çam dallarının denize değdiği bu güzelim koya çamaşırhane adını kim koydu acaba? Süngerciler mi, mavi tur kaptanları mı, birikmiş kirlileri bu küçük koyda yıkamaya alışmış mürettebat mı? Kim bilir, kim? Geçen gün tekneyle beş günlük Kekova yolculuğu öneren arkadaşıma Vahşetin Çağrısı gibi hiç düşünmeden evet dedim. Oysa hastaydım. Yataktaydım. Ateşim vardı ve iyileşinceye kadar evde oturmaya karar vermiştim. Gördüğünüz gibi bende kararlılık bu kadar!
Hasta hasta yola çıkacağımı duyan annem, bininci kez evdeki balığın yerini değiştirmemi önerdi. Her seferinde düzeltiyorum. "Balık, bolluk bereket için" diyorum. O da her zamanki gibi, "O zaman şu deli gezmelerinin müsebbibi hangi meret ise onu bir süreliğine ortadan kaldır" diyor ve bundan iki yıl önce evi yıkıp yeniden yaparken birlikte çalıştığım mimar arkadaşımın gönülden inanarak sağa sola serpiştirdiği Feng Shui nesnelerinden söz ediyor.
Serap gözlerini kısıp pusulaya bakarak, evi sağlık, bereket, iş, aşk, para, gezmek tozmak, oturmak, durmak gibi anlamadığım ve inanmadığım yüzlerce parçaya böldükten sonra sağa sola kimi gizli kimi aleni simgeler serpiştirmiş; oraya bir kristal top asmış, buraya kırmızı bir tabla koymuş, evdeki bütün fazlalıkları, kullanılmayan eşyaları, artık okunmayan ve bir daha okunmayacak kitapları atmamı önerip, kuru çiçekler konusunda kulağımı çekmişti: Çiçek solar solmaz ortadan kaldırılmalı ve hiçbir eşyanın tozlanmasına göz yumulmamalıydı.
Önerilerinin kimi aklımda kaldı. Kimini unuttum.
Sağa sola serpiştirdiği nesneler de inançsızlığımdan paylarına düşeni aldılar: Kimi kaldırmayı unuttuğum için koyuldukları yerde duruyorsa da, çoğunun yerinde yeller esiyor.
İşte annemin sözünü ettiği meret de Serap’ın gezi köşesi olarak vaftiz ettiği köşeyi süsleyen, başlangıçta inanmasam da bir süre sonra galiba bu Japon icadının benim anlamadığım kerametleri var diye kaldırmaktan vazgeçtiğim cam top.
Annem, biraz olsun dinlenmek istiyorsam hemen sehpanın üzerini boşaltmamı ve falcı küresine benzeyen nesneyi en azından bir süreliğine gözden ırak bir yere kaldırmamı söylüyor.
Gerçekten de son aylardaki yazılarım, gazetenin Seyahat ekinde çıksa daha evla dedirtecek türden yazılar olma yoluna girdi. Genellikle üç gün bazen biraz daha uzun süre için katıldığım geziler ve gezi izlenimleri sanki yazmam gerekenleri gölgeledi.
Aslında benden beklenen; birileri ile herkesin gidebileceği yerlere gitmem ve gittiğim o mekanları tanıtmam.
İLK DURAĞIMIZ CHANGA
Tamam, gittiğim yerlere genellikle birileri ile gidiyorum ve neden olmasın Çamaşırhane Koyu da eninde sonunda bir "mekan" ama bu ıssız koyu tanıtmanın, yağmurdu, yağmur sonrası kokusuydu diye pastoral bir yazı patlatmanın kime ne yararı var?
Her zaman olduğu gibi yedekte yazım olmadığı ve yaz aylarında kullandığım dört haftalık izin de bana yazmama lüksü tanımadığı için belki de en iyisi şimdiki zamanı es geçip geçmişi kurcalamak ve gidip de bir türlü yazma fırsatı bulamadığım yerlerden dem vurmak.
O zaman derin bir nefes alalım ve Changa ile başlayalım.
Bundan dört yıl önce bu yazıları yazmam önerildiğinde, ilk yazıyı Changa üzerine yazmayı düşünmüştüm. Her yaz olduğu gibi gene Bodrum’daydım ve Changa’cılar da Sıraselviler’deki kışlık lokantanın gördüğü ilgi üzerine o yaz Bodrum Türkbükü’nde yazlık açmaya karar vermişler ve lokantayı o zamanlar Ada Otel’in rıhtımı olarak kullanılan yerde açmaya karar vermişlerdi.
Yazın ilk günleriydi. Kan uyuşmazlığı yaşayacaklarını ve sezon sonunda dönmemek üzere çekip gideceklerini henüz onlar da bilmiyordu.
Bir akşam bahçenin alamet-i-farikası ardıç ağacının altında oturmuş ve uzun uzun konuşmuştuk. Hepsi virgülüne kadar aklımda. Zekiye’nin keyifli keyifli tüttürdüğü piposu, Savaş ve Tarık’ın o sıralarda denedikleri alternatif tıp metodu, masadakilerin bir yandan onları dinlerken diğer yandan asma yaprağında hellim ızgarasına düzdükleri övgü; hepsi.
Ama olmadı işte, yazamadım. Daha doğrusu gazete yazılarına öngörülenden daha geç başladım. Oysa onlar çoktan taslarını taraklarını toplamış İstanbul’un yolunu tutmuşlardı bile.
Yazı başka bahara kalmıştı.
Sonra kış geldi. Yolum elbette birkaç kez Sıraselviler’e düştü. Ama olmayınca olmaz ya araya gene başka baharlar girdi.
Derken Sabancı müzesindeki yerlerini açtılar.
Aman ne iyi, yakına geldiler, dedimse de istediğim sıklıkta oraya da gidemedim.
NEYE NİYET NEYE KISMET
Sonra aklıma Hakan Erdoğan ve onun ünü alemi tutan Kahvaltıda Caz programlarını yazmak geldi. Elime bir fırsat geçmişti: Artık hiçbir tanıtıma ihtiyaç duymadığını bildiğim, ama İstanbul’un en ilginç mekanlarının başında geldiğine yürekten inandığım Changa ile gittikçe daha da Müslümanlaşan ülkemin semtlerinde salyangoz satmaktan da zor bir iş yaptığını bildiğim Hakan Erdoğan’ı bir arada yazacak ve dört yıldır isteyip de yapamadığım bu işten yüzümün akıyla çıkacaktım.
Makus talih diye bir şey varsa, ki var; gene olmadı.
Oysa kavurucu sıcağa rağmen püfür esen terasta Hakan ile sohbet ettikten, Zekiye Tarık ve Savaşla hasret giderdikten sonra hemen eve dönmüş yazının başına oturup son noktayı koyduktan sonra içim rahat Edinburgh’a uçmuştum.
Artık aceleden hangi tuşa bastıysam, yazı da gazeteye gideceğine benimle birlikte uçtu ve o hafta Hakan Erdoğan ve Changa’nın yerini kuru bir "teknik arıza" özrü aldı.
Damarlarımda gazeteci kanı akmadığından ben ne konuşulanların ne de yenip içilenlerin notunu tutarım. Aklımda kalana, tortuya inanırım. Ama arayı uzatmamak, bir iki hafta içerisinde yazmak koşuluyla.
Sonra bilirim ki bellek tortuyu bile siler.
Konuşulanlar soğan mürekkebiyle yazılmış harfler gibi uçar gider.
O sıcak yaz gününün üzerinden aylar geçti.
Şimdi belleğimde Hakan Erdoğan’ın söylediği birkaç vurucu cümleden ve o uzun öğle sonrasına sinen huzur duygusundan başka bir şey yok.
YAZI KALDI AMA CD YANIMDA
Nasıl olup da klasik müzik gibi, Türklerin pek de benimsemediği müzik türünü kitlelere dinletmek gibi riskli bir işe soyunduğunu sorduğumda Hakan şöyle demişti: "Gençtim, denedim."
Çok parası olsa ne yapacağını sorduğumda ise: ’Sadece müzik dinlerim.’
Elbette stadyum konserlerinde otuz bin kişiye Beethoven dinletmesinden, Fazıl Say ile gerçekleştirdiği Yerebatan Sarayı dinletilerinden, dünyaca ünlü oldukları halde İstanbul Müzik Festivali kapsamında yer almayan şeflerle çalışmayı yeğlediğinden, Sabancı Müzesi’nde her pazar gerçekleştirdiği Kahvaltıda Caz günlerinin gördüğü ilgiden ve son gözdesi, İstanbul’un çeşitli semtlerinde seçtiği seçkin evlerde gerçekleştirdiği ev konserlerinden söz etmiştik.
Bir de fazla konuşmayı sevmeyen biri olmasına karşın, uzun uzun kızını anlatmıştı. Babasının yolundan gidip boynuz misali onu geçen, müzik dinlemekle yetinmeyip müzik yapmayı seçen kızını.
Ayrılırken de hafif utangaç kızına yaptığı CD’nin demosunu vermişti.
Ve eminim o sohbeti izleyen birkaç hafta gazetedeki köşeme göz atıp sonunda yazmayacağıma kanaat getirmiş ama Çamaşırhane gibi sıradan adına karşın sıra dışı güzellikteki bu ıssız koyda, yağmurun sesine kızının sesinin karışacağını hiç mi hiç düşünmemişti.
Yerim bitti.
Yazdıklarımı yeniden okudum. Olmamış, eksik kalmış.