Şaşkın seyyahın seyir defteri

11 EKİM 2006, SAAT 11.30

Çamaşırhane Koyu’nda yazmaya başladığım yazı, biz açık denizde seyrederken bitti. Tam istediğim gibi olmadı ama bu sallantıda tuşlara basabilmek bile mucizeydi

Fırtına gittikçe kuvvetleniyor. Cihan Kaptan mürettebata hemen güverteyi boşaltmalarını söylüyor. Gitgide kararan gökyüzünde şimşekler çakıyor.

Neden buradayım? Nereden çıktı bu Kekova sevdası? Sırası mıydı?

Yemeğe çağırıyorlar... Nasıl yiyebiliyorlar?

Açık havada mı durmalı?

Yoksa kamaraya inip, hiç mi ortaya çıkmamalı?

Sözüm söz! Karaya ayak basar basmaz yeri öpeceğim. Hayır, yemin ederim avuç avuç toprak yiyeceğim.

12 EKİM 2006, SAAT 13.30 AÇLIKTAN ÖLECEĞİM

Benim fırtına dediğim, meğer fırtına değil, boraymış. Gelirmiş, gürlermiş geçermiş. Peki, böyle ısrarla geçmek istemeyenine ne deniyor acaba?

Tekneye yıldırım düşer mi? Düşmezmiş. İçim rahat olsunmuş. Biraz ıslanır, biraz sallanırmışız. Eh, bu kadarı da keyfe kedermiş.

Alay ediyorlar diyeceğim ama öyle bir halleri de yok. Bütün içtenlikleri ile konuşuyorlar. Hadi onlar deniz çocukları, korkmuyorlar. Peki ötekilere ne demeli. Bir tek ben miyim sallanan? Sallandıkça bulanan, bunalan?

Açlıktan öleceğimi düşünen aşçı, bütün inceliği ile Tom Kha çorbası isteyip istemediğimi sordu. "Neli söz ettiğin o çorba" diyorum. Karidesli demesiyle yüzüm beyaza kesiyor. "Kızarmış ekmek?", "Hayır lapa, hayır patates haşlama, bırak hepsi kalsın..."

Hayırlısıyla bir karaya varalım.

13 EKİM 2006, SAAT 12.30 YAĞMUR DENİZDE FARKLI

Kalkan’ı geçmiş, Kaş’ta konaklamış, Patara açığından vurup Üçağız’a gelmişiz. Mişli-muşlu anlatıyorum, zira baygındım. Burnumu kamaradan çıkaramadım. Arada hava almak için yalpalaya yalpalaya çıktığım güvertede de bir iki dakikadan fazla kalamadım.

Benim dışımda herkes normal hayatına devam ediyor gibi. Kitap okuyor, televizyon izliyor, kağıt oynuyor ve Uzakdoğu yemekleri üstadının hazırladıklarını büyük bir iştahla mideye indiriyorlar.

Elli küsur saat sonra ilk kez hava duruldu ama içim hálá sallanıyor.

Bir durabilsem, karaya çıkacağım.

Alargadan bakınca, bu Üçağız benim yirmi yıl önce gelincik tarlaları arasından geçerek geldiğim küçük kasabaya benzemiyor.

Kıyıda bu kadar lokanta var mıydı? Ya bu kadar çok tekne? Saydım, o küçük koyda bizimki ile birlikte tek direklisi, çift direklisi, küçüğü büyüğü, guleti tirhandili, kıçtan takmalısı, motoryatı derken, tam otuz yedi tane tekne var. Yaz değil, tatil değil. Bayram değil seyran değil.

Böylece tek delinin bizler olmadığı da ortaya çıktı.

Tıp, ilk damla düştü. Tıp tıp tıp, ikinci, üçüncü derken gene o bildik gök gürültüsü... Tamam, yağmurun yağması iyidir, hoştur, rahmettir, berekettir ama yağmuru sevmek biraz da ona nasıl yakalandığınızla ilgilidir. Evde pencere kenarına kurulup hülyalı bakışlarla dışarıya bakmak başka şeydir, işe koştururken dere olup akan sokaklarda sekmek başka şey... Yağmur şehirde başka yağar, dağda başka, ormanda başka. Görünen o ki, denizde bambaşka. Bir de şimdiki gibi yanına rüzgarı katarsa, ne diyeyim, düşman başına.

Karaya mı çıkacaktım? Ne münasebet, doğru kamaraya.

14 EKİM 2006, SAAT 09.30ESKİ DOST, KALEKÖY

İnanılır gibi değil. Sanki mevsim değişti! Pırıl pırıl bir hava. Solgun sabah güneşinin tadını çıkarıyor ve kertenkele gibi kıpırdamadan duruyorum. Deniz, göl gibi. Çocuklar kepçeyle baraküdaya benzeyen iri bir balık yakalıyorlar. Sivri suratlı, keskin dişli bir balık. Hayvan çırpındıkça, denize atalım diye tutturuyorum. Ters ters yüzüme bakıyorlar. Eti pek lezzetli olurmuş. Dördüncü günün sonunda ilk kez yemek yeme fikri içimi bulandırmıyor ama bu kez de şu garibi mideye indirme fikri sırtımı ürpertiyor. İyisi mi Tom Kha içmeli.

Kahvaltıdan sonra Kaleköy’e doğru yola çıkıyoruz.

Kaleköy! Çook ama çook yıl önce şimdi bana milat gibi gelen eski bir tarihte kaçıp saklandığım köy. Kalınabilecek tek yer olan Salih’in pansiyonundaki iki göz odaya yerleşip, gaz lambasının titrek ışığında Durell’ın İskenderiye Dörtlüsü’nü hatmettiğim, deniz altının büyülü dünyasını keşfettiğim, ellerim paralanana kadar kayık zımparaladığım, ipek halı dokuyan kadınların ilmiklerini saydığım, Ali ile bitmek bilmeyen tartışmalara daldığım ve elbette oraya gidişimin müsebbibi Mustafa Kemal’in nasıl olup da beni ikna ettiğine şaşıp şaşıp kaldığım yer...

Mustafa Kemal, Ankara’ya gelişlerinden birinde beni doğum sonrası sancısıyla kıvranırken bulmuş; hem iş hem annelik hem ev kadınlığı hem okur yazarlık hem de gençlik aymazlığı içinde debelendiğimi görünce de dinlenmek, biraz da kendimi dinlemek için neden bir yerlere gitmediğimi sormuştu.

Nereye gidebilirdim ki? Yeni iş, yeni çocuk, yeni ev, mıhlanıp kalmıştım. Oturmuş, birbirine doladığım iplikleri üşenmeden çözmüş sonra da kız kardeşi ile eşinin yolu olmayan küçük bir Akdeniz köyünde yaşadığını söyleyerek beni yanlarına yollamıştı.

Kaleköy ile böyle tanıştım.

ZEVKSİZLİĞİMİZİN NEDENİ GÖÇEBE TARİHİMİZ Mİ?

Karşımda bütün güzelliği ile duran köy, dönüş yolunda yakından göreceğim Kaş ve Kalkan gibi tanınmaz halde değil. Evet, buraları da değişmiş ama değişim diğerlerinde olduğu gibi insanı dehşete düşürmüyor. Evet, belki biraz fazla çayhane açılmış. Evet, sağda tam Likya mezarının yanı başında yapılan ev yapılmasa çok daha iyi olurmuş ama köy hálá hatırladığım köy. Nerede bu, nerede diğerleri?

Kalkan, apalak çocuklar gibi. Hani kısa zamanda serpilen, gürbüzleşen ve sevimsizleşen çocuklar vardır ya öyle. Kaş’ın durumu daha da vahim. O güzelim yarımadaya o korkunç binaları dikenler cezalandırmalı. Yaptıkları ucubenin içinde yaşıyorlarsa eğer, zorla dışarı çıkartılmalı ve ömürlerinin sonuna kadar kaz kakası, ördek ağzı, cami yeşili, cife rengi gibi itici renklere boyadıkları binalara baka baka yaşamaya mahkum edilmeliler.

Bizim kadar mimari duygusu gelişmemiş başka bir ulus var mı? Bu zevksizliğin de nedeni göçebe tarihimiz mi?

Oyalı yemenilerini sandallara yüklemiş iki köylü kız birbiriyle yarış halinde tekneye doğru geliyor. Eskiden kürek çekerlerdi. Şimdi birinin altında Johnson, diğerinde Mercury... Her ikisinden de birer yemeni alıyoruz ama çilemiz bitmiyor. Kaleyi dolaştığımız sürece peşimize takılacak ve bırakmayacaklar. Onların bu yapışkan inadı, ileride duran yaşlı kadının bile canını sıktı, onlar adına utandı. Onun da leğeni ucu dantelli yemeni dolu ama satmaya kalkışmıyor.

Birlikte yukarı, kaleye tırmanıyoruz. Kalenin, bakımsızlıktan her yıl pare pare döküldüğünü anlatıyor. Bir iki ay önce içinde dev zeytinyağı künkü bulunan kilisenin duvarları çökmüş. Geçen kış da bir gümbürtüyle uyanmışlar ki, tersane yerle bir. Gevrek şivesiyle "Değvlet buğaladan dünya kadağ para kazanıyo ama onağmıyo, bakmıyo, yıkılıp duru. Olu mu heç?" diyor.

"Olur teyze" diyorum. Bizim buralarda bal gibi olur.

Adı Ayşa.

Korka korka eski tanıdıkları soruyorum: "Ali bey sizleee ömür" diyor. "Sitera hanım da Kaş’a getti. Artık bualada bi biz, bi de bunlağ vağ" diye kaya mezarlarının içinde otlayan keçileri gösteriyor.

Şu boğuk gürültü içimden mi geldi?

Yoksa gök mü gürledi?

İŞTE O ÇORBA

Yıldızlı şef Peter’ın Tom Kha çorbasını sonunda tattım. Tatmakla kalmayıp sizler için tarifini de aldım. Karada ya da denizde, gündüz veya gece her an tüketilebilir. Sade suya tirit durduğuna bakmayın, tadı şahane.

Bir litre tavuk suyuna, bir adet orta boy zencefil (doğranacak), piyaz kesilmiş orta boy soğan, varsa bir sap limon otu (Makro’da bulunuyormuş), yoksa ikiye bölünmüş bir adet Bodrum mandalinası, isteğe göre bir ya da iki adet acı cücük biber atılır, beş dakika kaynatılır. Buna ince kesilmiş beş adet mantar, önceden ayıklanıp temizlenmiş karidesler, (karides sevmeyen aynı tarifi ince kıyım tavuk göğsü ile de yapabilir) ilave edilir ve iki dakika daha kaynatılır. Ateşten aldıktan sonra daha önce hazırladığınız ikiye bölünmüş çeri domatesler, ince kıyım maydanoz, taze kişniş, yeşil biber ve bir kaşık acı biber ezmesi ile iki kaşık limon suyu ve bir çay bardağı Hindistan cevizi sütü eklenip hemen servis yapılır.
Yazarın Tüm Yazıları