Gündemi yakalamak, ya her gün yazan gazetecilerin ya da günce tutanların işi.
Eğer benim gibi haftada bir kez yazıyorsanız daha "ba" diyemeden çoktan "baba" denmiş oluyor.
Ben bu yazıyı bayramın birinci günü yazıyorum. Oysa siz okuduğunuzda bayram bitmiş olacak.
Geçmiş de olsa bir bayram yazısı yazmak mümkün elbet. Yeter ki yazılacak bir şey olsun.
Bodrum’daki evde tek başınayım.
Burada bulunmamın nedeni de gönül eğleyip sarı yaz sefası sürmek değil, bitirilmeyi bekleyen işler. Oysa bilindiği gibi güzel yurdumda bayram dendi mi hayat durur.
İstanbul’da da böyledir bu; arife gelmeden insanlara rehavet çöker, hemen her iş bayram sonrasına ertelenir. Ataleti, yaşama biçimine dönüştürmeyi başarmış Ege insanı bu süreyi öylesine insafsızca çekip uzatır ki, insanı çıldırtabilir.
Çıldırmamaya ve en iyimser tahminle 30 Ekim’e kadar süreceği belli bu zaman diliminin tadını çıkarmaya karar verdim.
Evde oturacak ve canım ne istiyorsa onu yapacağım.
Bu benim evde ilk "oturuşum" değil elbet. Yoğun geçen kimi dönemlerden sonra eve kapandığımı ve günlerce dışarı çıkmadığımı bilirim.
Ama bu kez farklı.
Uzun süredir ilk kez bu kadar sessiz bir evdeyim. Benim gibi kalabalık yaşayan biri için alışılmadık bir sessizlik bu.
Ev telefonu, bilinmeyen bir nedenden kapalı. Kapıda zil yok. Zaten gelen giden de yok. Buna bir bayram klasiği olan ve günün olur olmaz saatinde kapınıza dayanan bahşişçiler de dahil. Televizyon, ben açarsam açık. Müzik de öyle. Ne mutfaktan gelen tabak çanak şakırtısı ne köpek havlaması ne satıcı narası ne fren gıcırtısı ne de martı çığlığı...
Alışmak zaman aldı.
Hava kapalı ama ılık.
Yüzmeye de gidilebilir, deniz kenarında aylaklık da edilebilir. Ama nedense canım çekmiyor. Bütün yaz sıcaktan ötürü yapamadığım bir şeyi yapmaya karar veriyor ve Bodrum’un ara sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Eski mahalleler, yeniler, değişmeden kalmayı başarmışlar, değişimden nasibini almışlar, baka baka dolaşıyorum. Yorulunca bir kahveye oturuyor sade kahve eşliğinde gazeteleri okuyor, şehir uyanmaya yüz tuttuğunda eve dönüyorum.
HER YİĞİDİN KİTAP OKUYUŞU FARKLIDIR
Günün bundan sonrası okuma saati.
Her yiğidin yoğurt yiyişi gibi, her okurun da farklı okuma yöntemi olduğuna inanıyorum.
Kimi, aynı anda dört-beş kitap okur. Kimi, birini bitirmeden diğerine başlamaz.
Kimi masanın başına geçer, kimi yorganın altına girer.
Kimi mutlak sessizlik arar, kimi müziğin sesini açar.
Kimi ağzına lokma koymaz, kimi yemeden durmaz.
Ben, aynı anda dört beş kitap okuyabilenlerden değilim. Hatta kitapları karıştırmaktan, başlarına sonlarına göz atmaktan bile hoşlanmam. İlk satırdan başlar son satıra giderim.
Eskiden; sevmediğim, hoşlanmadığım kitapları da yazarını tanımak adına okuduğum olurdu. Okumanın, her şeyden önce bir haz işi olduğunu anladığımda bu huyumdan vazgeçtim ama kitapları didikleyip bırakmayı beceremedim.
Dediğim gibi, eskiden öğrenmek için okurdum. Bir dönemi, bir yazarı, bir düşünceyi kavramak adına uzun okumalara dalardım. Örneğin Yourcenar’ın Adrianus’unu mu okudum; roman beni onun diğer kitaplarına götürür, oradan Roma imparatorları üzerine yazmış diğer yazarlara sıçrar, Graves’den Gore Vidal’e uzanır, diğer kitapları derken yeniden Roma’ya döner bu kez Roma’da gündelik hayat, Roma sikkeleri, Çiçero’nun söylevleri, uzayıp giderdim...
MOZART EŞLİĞİNDE THOMAS BERNHARD
Şimdi öyle mi ya?
Son günlerde art arda okuduğum kitapların neden yan yana geldikleri benim bile meçhulüm. Belki de tek ortaklıkları, istisnasız hepsinin çok iyi çevrilmiş olmaları.
İlk kitap Thomas Bernhard’ın küçümen kitabı. Adı Wittgenstein’ın Yeğeni. Çevirmeni Fatih Özgüven. Kitap Metis Yayınlarından çıkmış ve ilk basımı 1989’da yapılmış. İkinci bir baskı yapıp yapmadığını bilmiyorum. Elime, evdeki küçük kütüphaneyi yerleştirirken geçti. Öyle ince ki, diğerlerinin arasında kaybolup gitmiş. Hatırlıyorum, bir yaz başka kitaplarla birlikte onu da yüklenip Bodrum’a gelmiş ve okuma fırsatı bulamadan kaybetmiştim. Meğer usul usul bu günü beklermiş.
Thomas Bernhard çok iyi tanıdığım bir yazar değil. Fransa’da, bu kitaba önsöz yazan Orhan Pamuk’un da sonradan alacağı Prix du Medicis ödülünü kazandığında adını duymuş ve Düzeltmen adlı romanını okumuştum. Hani nasıl Haneke filmleri unutulmazsa, Bernhard da bir kez okunsa bile akla çakılan yazarlardan. Yaşadığı dünya ile uzlaşmayı reddeden, öfkeli, hiddetli bir yazar. Biraz Kafka, biraz Dostoyevski tadı barındıran üslubu ile kaleme aldığı ve okur okumaz otobiyografik öğeler taşıdığını sezdiğiniz anlatıları ne kolay yenir yutulur ne unutulur cinsten. Wittgenstein’ın Yeğeni de, "Bir Dostluk" alt başlığından da anlaşılacağı gibi, biri akciğer rahatsızlığından diğeri ruh sağlığından ötürü yan yana hastanelerde yatan iki dostun yıllara yayılan gelgitli arkadaşlığı.
Edebiyat severlere şiddetle tavsiye edilir ve bence bu kitap okunurken Brendel yorumu ile Mozart dinlenir.
BİR AYDININ İZİNDE GİTMEK
Okuma saatlerinin ikinci kitabı da yeni sayılmaz. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmış ve ilk baskısı 2001 yılında yapılmış. Adı Dar Geçitteki Aydın. Çevirmenleri Can Kurultay ile Nil Kurtulan. Yazarı, benim adını ilk kez duyduğum biri: Jay Parini. Oysa kitabın başında yer alan tanıtıma bakılırsa şimdiye dek dört şiir kitabı, beş roman, Steinbeck ve Frost biyografileri yazmış. Roethke üzerine de eleştirel bir çalışması varmış. Dar Geçitteki Aydın, bir roman. Biyografi tadında bir roman. Roman kahramanı ise yüzyılın belki de en parlak düşünürlerinden Walten Benjamin. Parini, belli ki kitabı Benjamin’i yakından tanıyanlarla görüştükten, mektuplarını okuduktan, en önemlisi de düşünürün 1940’tan başlayıp intiharına kadar süren savrulmalarının izini sürdükten sonra kaleme almış. Avrupa’nın o karanlık yıllarında ayakta kalmaya uğraşan bir aydının izini sürmek, daha da doğrusu aydın olmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlamak isteyenlere önerilir. Kahramanın düşünür olması korkutmasın. Müthiş akıcı ve kolay okunabilen bir kitap. Peki "Ben aheste yıldız Satürn’ün etkisi altında doğdum; gecikmelerin, tali yolların yıldızının alıntısı" ile başlayan bir kitap okunurken ne dinlenir? Hiç. Bence sessizlik gerekir.
TREVENIAN OKURU OLMA ZAMANI
Üçüncü kitap başka telden: Trevenian’ın ölümünden önce yazdığı , E yayınlarından çıkan ve kitapçılarda da kolaylıkla bulunan son kitabı. Adı: İnci Sokağı.
Çevirmeni, Belkıs (Çorakçı) Dişbudak. Trevenian hastalarının kitabı çoktan yalayıp yuttuklarına eminim. Benim sözüm Trevenian okuru olmayanlara. Bilindiği gibi Trevenian, gölgede kalmayı seçmiş bir yazar. Bugüne kadar hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen, gizemli biri. Yazar ilk kez bu kitapla biraz olsun kendini aralıyor ve bize annesi ve kız kardeşi ile birlikte yaşadığı Albany kentinin yoksul mahallelerini, köhne bir binasında oturdukları İnci sokağının her biri diğerinden çılgın sakinlerini, otuzlu yılların Amerika’sındaki yoksulluğu, sefaleti, kocası tarafından terk edilmiş Kızılderili-Fransız melezi genç bir annenin bu sefalet karşısındaki öfkesini, beş sent daha fazla kazanabilmek için yapılan işleri hayal gücü geniş yedi yaşındaki bir çocuğun ağzından anlatıyor.
Dil ustası bir yazarın bir solukta okunan çocukluk yılları. Arka planda mutlaka Coltrane çalmalı.
BU KİTABA ROCK VE FASHION TV GİDER
Dördüncü kitap tuğla. Adı Glamorama. Amerikan Sapığı’nın da yazarı olan Bret Easton Ellis’in sanırım Sapık’tan sonra Türkçede yayımlanan ikinci kitabı. İthaki Yayınları’ndan çıkmış. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk kitabı Fatih Özgüven çevirmişti. Bu sefer çevirmen koltuğuna Dost Körpe oturmuş ve açıkçası zor bir işe soyunmuş. Kitabı henüz bitiremedim. Bitirip bitirmeyeceğimi de bilemedim. Bir yandan itici, bir yandan elinize yapışan bir kitap bu. Okumaya devam edersem fonda sıkı bir rock çalmalı. Ve göz ucuyla Fashion TV’ye bakmalı.