Paylaş
Meğer ben ne çok kıyas severmişim: Ülkeleri kıyasla, caddeleri kıyasla, evleri kıyasla, bahçeleri, mahalleleri, lokantaları, fiyatları, insanları kıyasla…
Bir kıyas bir kıyas ki, sormayın gitsin.
Oteller de bu kıyas cinnetinden payına düşeni alıyor elbette.
Hangi otele gidersem gideyim, lobiye adım attığım andan itibaren içimdeki kıyasçı şahlanıp onun osu iyiydi bunun busu iyi diye liste tutmaya başlıyor. Sonunda iş gelip bizimkiler ve onlarınkilere dayanıyor tabii.
Bu yetmezmiş gibi bir de gizli gizli yarıştırıyorum onları. Kaldığım bütün hip oteller, butik oteller, küçük oteller, beş yıldızlılar, yıldızsızlar birer birer aklıma düşüyor ve ben sözde en hakkaniyetli halimle onlara ciddi ciddi notlar veriyorum. Birincilere gizli taçlar takıyor, zaman içinde çaptan düştüğünü gördüklerimin yıldızını söküyorum.
Şurası kesin ki, son yirmi yılda dünyada otelcilik anlayışı çok değişti, çok farklılaştı. Türkiye’de de öyle.
Gezen ve yolculuk eden insan sayısı artıp farklılaşınca, eskinin bilindik zincir otellerinin yerini yeni tür oteller almaya başladı. Sundukları hizmet ve lüks anlayışı birbirine benzemese de hepsi iyi hizmet veren lüks oteller bunlar. Bir şehre iki gece kalmaya gelen bir işadamıyla, şehrin gürültüsünden uzak kafa dinlemeye gelen yaşlı bir çiftin beklentisi aynı olamayacağına göre bu çok da doğru bir gelişme.
İstanbul’a gelince... İstanbul’un her ne kadar olanın iki, belki de üç katı otele daha ihtiyacı da olsa , burada da artık dünyadaki yeni otelcilik anlayışına koşut oteller açılıyor. Ne zaman yabancı arkadaşlarım benden bir otel tavsiye etmemi istese, artık eskisi gibi beş yıldızlı dört otel seçeneği arasına sıkışmıyorum. Bienali gezmeye gelenlere Sofa’ya gidin diyorum, romantik bir hafta sonu geçirmek isteyenlere Sumahan’ı öneriyorum, İstanbul’a ilk kez geleceklere günlerinin büyük bölümünü tarihi yarım adada geçirecekleri için hararetle Four Seasons’ı tavsiye ediyorum.
Şimdiye kadar da kimsenin şikayetçi olduğunu görmedim.
Aslında olabilirdi de. Çünkü her ne kadar bir oteli görürseniz görün, istediğiniz kadar odalarını gezin, lokantasında yemek yiyin, o oteli bilmekle konaklamak arasında büyük fark vardır. Otele dışarıdan gelen müşterilerin asla ayırdına varamayacakları bir ayrıntı, otelde kalanların çok mutlu ya da mutsuz ayrılmalarına yol açabilir çünkü.
Bu konuda Four Seasons sanırım işin sırrını çözmüş bir otel. Bu güne kadar ne dışarıdan gidenin ne de orada kalanın hakkında olumsuz tek laf ettiğini duydum. Sultanahmet’teki Four Seasons’a şu ya da bu nedenden, yılda en az on kere yolum düşer ama fırsat bulup da burnumun dibinde sayılabilecek Boğaz’daki yeni yerlerine gidememiştim.
Geçen güne kadar...
Bir gittim pir gittim denir ya, tam öyle.
Akşam yemeğinde Jack Daniels’ın, öğle yemeğinde otelin Halkla İlişkiler Müdürü Sibel Benli’nin davetlisi olarak.
Daha girişte orkidelerle karşılanıyorsunuz. Bir iki adım atıyor ve Boğaz’a nazır terasa çıkıyorsunuz. Aslında büyükçe bir otel olmasına rağmen küçük bir otel sıcaklığında olması da insanı etkileyen artıların başında geliyor. Otel A, B ve C kapılarından girilen üç ana yapıya yayılmış. Lobi ve lokantalar A kapısından girildiğinde. B kapısından girildiğinde ise özel davetlerin verildiği mekan ve terasa gidiyorsunuz. Bu da orada verilen bir davete gelenlerin otel müşterileriyle karşılaşmadan ve uzun mesafe katetmeden davetin verildiği yere gitmelerini sağlıyor.
Önemli mi, diyeceksiniz. Evet önemli.
Şeytan ayrıntıda gizli değil mi?
Öğle yemeğini terasa açılan lokantada yedik ve kahvelerimizi karşı kıyıyı zar zor seçebildiğimiz terasta içtik.
Tanrım bir şehre sis bu kadar mı yakışır?
Ve de Boğaz’a böyle bir otel?
Durur mu içimdeki kıyasçı, hemen harekete geçti ve Four Seasons Bosphorus’a hemen on üzerinden on verdi.
Ama doğrusu bunda otelin Boğaz kıyısında olmasının da büyük payı var.
Nasıl olmasın, dünyada kaç tane Boğaz var?
Bir daha ağzıma sarıkanat değerse namerdim
Defne Koryürek’ten bir çağrı geldi.
Üstelik tam da konu hakkında arkadaşlarla uzun uzun konuştuğumuz bir öğle yemeğinin ertesinde.
İçimizden biri, lafa lüferin eski tadı yok diye başlayacak oldu diğeri lafı, bırak tadı ortada lüfer yok diye tamamladı.
Sizlerin de dikkatini çekiyor mu bilmem ama gerçekten denizde ne eskiden olduğu gibi lüks lambalı kayıklar ne de balıkçı tablalarında sıram sıram lüfer var.
Bu sadece bu yıla özgü değil. Geçtiğimiz yıl da lüferin eski bereketinden eser yoktu. Bir yıl öncekinde de...
İşte Boğaz’ın sultanının gözle görülür biçimde azalması, yok olma tehlikesiyle burun buruna kalması üzerine Fikir Sahibi Damaklar’ın başkanı Defne Koryürek, ‘İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın’ adlı bir imza kampanyası başlatmış ve Deniz Araştırmaları Vakfı ( TÜDAV) ile işbirliği yaparak bu sorunu enine boyuna irdelemek üzere 12 Nisan Pazartesi günü tüm gün sürecek bir konferans düzenlemiş.
Bu sadece bir imza kampanyası ya da tek bir konferansla sınırlı bir çalışma değil.
Uzun soluklu bir mücadele.
Lüferin tadını almaya görsün, başka balıkların yüzüne bakmayan insanlar tanırım. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına kahrolacakları bilirim. Bu mücadeleye canı gönülden destek verecek yüzlerce kişi olduğundan da adım gibi eminim.
Defne’nin yolladığı çağrının sonunda iri puntolarla yazılmış ARANIYOR sözcüğünün altında, mis gibi bir lüfer resmi var.
Onun da altında şu cümleler:
Lüferin yavrusuna çinekop denir, sarıkanat denir
Avlarsan lüferi yavrulayamadan,
Yakında bütün ailenin soyu tükenir.
Mesaj belli değil mi?
Bu soruna çare bulunmadan bir daha ağzıma sarıkanat değerse namerdim.
İmza kampanyası ve bilgi edinmek için:
www.fikirsahibidamaklar.org.
Moda ikonu yarışmasında benim oyum Eda’ya
Bir başlık da yeni bir yarışma için açalım.
www.styleawards.elle.com.tr adresine tıkladığınızda, karşınıza ELLE dergisinin meşhur yarışması çıkıyor. 13 kategoride yapılan bu yarışmanın ödüllerinden bir bölümü, belirlenen jüri tarafından, diğerleri de Elle okurları tarafından seçilecekmiş. 1997’den beri dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan yarışma ilk kez Türkiye’de yapılmakta. Diğer ülkelerde nasıl yapılır, ne kadar ses getirir bilemeyeceğim ama Fransa’da bu ödülü kazanmak demek, ömür boyu yakana iliştireceğin madalya demek. Sözü edilen kategorilerden jürinin seçecekleri, yılın en iyi tasarımcısı, en iyi genç tasarımcısı ve fotoğrafçısı. Elle okurları tarafından seçilecekler ise oyuncular, şarkıcılar, iş kadınları, iş adamları ve de elbette modeller ve moda ikonları.
Bu moda ikonu lafına bitiyorum. Moda ikonu olmak demek, kendine özgü kışkırtıcı bir giyim tarzı yaratmak demekse ufkumuzda bir Madonna ve bir Lady Gaga; giyim kuşamıyla modayı belirleyen demekse yurdumuzda bir Kate Moss olmadığına göre ödül kime verilecek? Yok eğer moda ikonu olmak aynı tip yüz ifadesinden aynı renk saça, aynı çantadan aynı pantolona arzı endam eyleyen kadınlardan farklı giyinmekse, üç aday bence çoktan belli. (Aday mı değil mi bilmiyorum ama benim oyum Eda’ya.)
Adresi tıklayan ve oy kullanan on kişi, Ekim ayında yapılacak ödül törenine katılmaya hak kazanacakmış.
Tık’layın, mutlaka tıklayın.
Müthiş keyifli bir gece geçireceğinize kefilim.
Nereden biliyorsun diye sormayın.
Paylaş