Aslında doğruyu söylemek gerekirse Jack Daniels benim içtiğim bir viski değil. Bırakın içmeyi, bildiğim bir viski bile değil.
Buna Amerika’da üretilen viskilere hafif dudak kıvırarak bakmamı, mis gibi Skoçlar dururken damağımı ne demeye Tennesse’den gelen bir viskiyle ıslatayım ki, diye fena halde önyargılı olmamı da ekleyin.
Demem o ki, Four Seasons Bosphorus’daki yemeğe uça uça gitmedim.
Şimdi bu yazıya oturduğumda, elimdeki Jack kitapçığına bakıyorum da, arka sayfasında tam da benim o akşam yemeğinden sonra düşündüklerimi özetleyen bir slogan var: NE SCOTCH NE BOURBON, O JACK .
Doğru mu, doğru.
O akşam sadece yeni bir marka ile değil, Jack Daniels’ın farklı viskileriyle de tanıştım. Hemen şimdi, viski eşliğinde yediğimiz yemeklerin harika olduğunu söylemeliyim. Şaraba eşlik edecek yemek yapmak, viskiye eşlik edecek yemek yapmaktan daha kolaydır şefler için. Hele ki Jack Daniels gibi kuvvetli bir
viskiye eşlik edecek yemeği yapmak düpedüz çok iyi bir şef olmayı gerektirir. Bu yüzden genç şef Mehmet Gök’ü ne kadar kutlasam az. Üstelik Mehmet sadece viskiye eşlik edecek yemekler yapmakla kalmamış, yaptığı bütün yemeklerde Jack Daniels kullanmış. Bir artı daha.
O gece üç ayrı Jack tattık.
Birincisi diğerlerinden nispeten daha hafif olan Gentleman Jack idi. Diğerlerinden çok daha yumuşak içimli olan bu viski, odun kömüründe olgunlaşma sürecinden iki kez geçiyor. Yani her Tennessee viskisi gibi fıçıda olgunlaşmadan önce bir kez, olgunlaştıktan sonra da ikinci kez odun kömüründen geçiriliyor. Gentleman ile birlikte, gene aynı viski ile marine edilmiş somonlu, yeşil elmalı avokado salatası ve ricotta peynirli ravioli ile gelen tavada karides yedik.
Jack Daniels Single Barrel ile siyah trüflü kuzu fileto. Kuzunun single barrel ile marine edildiğini söylememe gerek yok sanırım. Single Barrel’e gelince... Tattıklarım içinde en beğendiğim Jack, o oldu. Bu viskinin tek fıçı adını alma nedeniyse her fıçının eşsiz olması, yani ne renk ne aroma ne de tat olarak bir diğerine benzemesi. Zaten akmeşe ağacından yapılan ve bütün Jack’lerin dinlendirildiği fıçılar özel. Fıçıların sırrı ise ahşabın dikkatlice ısıtılıp ağaçta bulunan şekerin karamelleşmesinde ve içkiye o özel amber rengini vermesinde saklı.
Üçüncü tattığımız Jack ise Old No: 7 idi ve onunla birlikte sıra Valhrona çikolatalı sabayon ve Jack ile yapılan vanilyalı dondurmaya gelmişti.
No: 7’nin özelliği, yoğun, dengeli ve sek bir viski olması.
Adının neden 7 numara olduğu ise muamma.
Her iyi ürünü destekleyen bir efsane olur ya... O hesap.
Türk beyazlarının da sırası gelecek
En iyi Chablis üreticilerinden Laroche, Adco ile Türkiye pazarına giriyor ya, onun için Sunset’te küçük bir öğle yemeği veriliyor.
Yeme de yanında yat diye buna derim ben.
Hem Sunset hem Chablis... İki saatlik mutluluk vaadi...
Davetiyede saat on iki yazıyor ya on ikiye bir kala Sunset’e damlıyorum. Benden biraz sonra Müge geliyor. Diğer davetliler henüz ortalarda yok, onun için Müge ile terasa çıkıp bir yandan sırtımızı güneşe veriyor bir yandan sohbete başlıyoruz. Havadan sudan derken diğerleri de geliyor ve masaya geçiyoruz. Laroche firmasının sahibi Michel Laroche ve oldukça zor bir breton adı taşıyan (Dogmeel miydi?) şeker eşi de masada.
İlk yemek olarak ahtapot carpaccio geliyor. Acı yuzu soslu Çanakkale ahtapot bir harika... Bu acılı ama hafif giriş yemeğine 2006 Premier Cru bir Magnum Chablis eşlik ediyor. Hafif, alıştığımız Chablis’lere oranla daha açık renkli ve yoğun aramolı şarabın müthiş güzel olgunlaşacağını düşünüyorum. Asiditesi, dengesi mükemmel.
İkinci yemeğimiz karidesli ıspanak salatası. Salatayı biraz az tuzlu ve az soslu buluyorum ama yanında içtiğimiz 2005 Chablis Grand Cru Reserve de l’Obedience o kadar güzel bir şarap ki, o yavanlığa şükrediyorum. Şarabın tadının üzerine çıkacak hiçbir lokmaya tahammülüm yok çünkü. Michel’in üzerine en çok konuştuğu şarap da zaten bu oluyor. Yılda sadece 3 bin 500 şişe üretilen ve bir tanesinin bile hava alarak bozulması istenmediğinden 2001 yılından beri hava geçirebilen geleneksel mantar yerine hava geçirmez bir kapakla şişelenen bu şarap, aynı zamanda Bourgogne Bölgesi’nin en iyi şarapları arasında gösteriliyor. Hani her bölgenin övündüğü birkaç yüz akı olur ya, onlardan.
Ardından müthiş şef Takemura’nın, Sunset mönüsüne eklediği esaslı tariflerden biri truf yağında siyah fasulye sosuyla pişmiş deniz levreği geliyor. Yanında da gene bir Grand Cru Magnum: 2002 yılı ürünü gene bir reserve de l’Obedience Les Blanchots. Aman da aman aman. Aman da aman aman. Michel Laroche tattığımız şarap üzerine fazla konuşmuyor. Görünen köy kılavuz ister mi?
Çatlamak üzereyiz ama durmak yok, devam: Izgara antrikota bu kez yüzde 50 şiraz, yüzde 30 merlot, yüzde 20 grenage karışımı bir 2007 yılı kırmızısı eşlik ediyor. Yanımda oturan Müge, bu kırmızıya da bayıldı. İçimi zevkli, aroması güçlü, meyve tadı belirgin iyi bir şarap Mas La Chevaliere, ama bana sorarsanız demin tattığımız beyazlar gibi ‘büyük’ bir şarap değil.
Geçenlerde Ertuğrul ile de konuştuğumuz gibi Türkiye’de Kayra Vintage şiraz gibi çok iyi kırmızılar yapılıyor artık. Gerçekten her firmanın değilse de bir çok Türk firmasının ödül de alan iyi kırmızıları var. Ancak ben henüz Sunset’te içtiğimiz kalitede tek bir beyaz şarap bile üretebildiğimizi düşünmüyorum. Onun da sırası gelecektir elbette. Her ne kadar binlerce yıldır bu topraklarda şarap yapılıyordu da desek, modern şarap yapımı anlamında şarapçılığımız henüz ilk adımlarını atan çocuklar gibi. Sırası gelecek derken kastettiğim bu.
Yer daraldı, ne o gün edilen sohbete ne de Adco’nun piyasaya yeni sürdüğü ürünlere yer kaldı.
Sadece beyaz şarabın mı sırası gelir...
Yazı dediğin de sırasını bekleyebilir.
Mahallemizdeki yeni buluşma yeriYeniköy, yani bizim mahalle, en azından biz burada ikamet edenler için İstanbul’un en güzel mahallelerinden biridir. Pek bir övünürüz mahallemizle. Yağmadan nasibini almamış, dolayısıyla bozulmamış olmasıyla, eski köy havasını hala korumasıyla, manavından balıkçısına hatta sokak satıcısına kadar değişmeyen esnafıyla, dantel yalılarıyla övünürüz.
Ama her güzelin kusuru olduğu gibi Yeniköy’ün de kusuru vardır.
Mahallemizde ne yazık ki Türk mutfağı ve balık lokantası dışında şöyle güzel yemek yenebilecek bir iki yer dışında doğru dürüst bir yer yoktur.
Şimdi var ama.
Bundan kısa bir süre önce Akmerkez’deki S Cafe’nin işletmecisi Metin Sarıer, Aleko’nun bitişiğinde uzun süre önce açılan ama nedense tutmayan Circle’ın başına geçmiş. Başına ve de mutfağına. Bilenler bilir, Metin bu işin profesyonelidir. 60 kişi kapasiteli koridor gibi bir yalı katı düşünün. Sabah kahvaltısından gece geç saate kadar açık. Bu da günün her saatinde gidebilirsiniz demek. İster kahve içmeye ister yemek yemeye.
Ama burayı benim gözümde önemli kılan, mönüdeki yemekler ve yemeklerin fiyatları. Fiyatlar o kadar makul ki, insan evde yemek yapmaktansa ha bire Circle’a gidebilir. Bir balık çorbası içtim müthişti, bir erişteli karides yedim o da öyle... Bu yazıyı yazdım ya başıma gelecekleri biliyorum. Circle’ın çoktan müdavimi olmuş kimi arkadaşlarım, fena halde sinirlenecek ve duyurma demiyor muyuz sana, bak bize yer kalmayacak, diye bana sitem edecekler ama yazmadan edemedim. İki adım ötemde böyle bir yer açıldı diye pek sevindim.