Kış boyu duman rengine bürünen şehir, baharın gelmesiyle renklenir. Pencere güzeli saksılar çiçeklenir, kaldırım yosması kestaneler filizlenir, parklar sere serpe yatan kadınlar ve koşuşan çocuklarla dolar.
Kahve terasları güneşe dönük oturan yalnızların, banklar geçmişe dalıp giden yaşlılarındır.
Köşebaşlarını aşıklar tutar. Köprü altlarını ise şarapçılarla balıkçılar...
Sokak çalgıcıları metro koridorlarını terkedip meydanlara çıkar. Müze önlerinde kuyruklar uzar, okul avluları şenlenir.
Güneşi görmeye görsün, kimse evinde oturmaz olur, yaşlısı genci herkes kendini sokağa vurur.
Baharın yakışmadığı şehir mi olur zaten?
Ama bahar Paris’te başka olur.
Havalanından çıkmamla içime bahar doluyor.
O anda derdi tasayı, yorgunluğu, yurdun kimsede yaşama sevinci bırakmayan gündemini unutuyor ve korsan taksinin Cezayirli şöförüne tamam diyorum, istediğin parayı vereceğim ama sen de beni dolaşa dolaşa götüreceksin.
Alma köprüsüne gelmeden kafamda dört günlük program hazır bile. Bir işten diğerine, bir dosttan ötekine bir program bu. Ama aralarında boşluk var. Avarelik boşlukları.
Sokaklarında avarelik de edemeyeceksem eğer, ha kış olmuş ha bahar... Paris’e gelmek neye yarar?
Eve gelir gelmez bavulu bırakıyor, sokağa fırlayıp Saint Germain’e doğru yürümeye başlıyorum. Seine kıyısından... Üçüncü Alexandre köprüsünün üstünde kalabalık bir Japon grubu durmuş, akan nehre bakıyor. Elinde sarı bayrak tutan ufak tefek rehber kadın, akan sulara bakarak gruba bir şeyler anlatıyor.
Biraz sonra Aux Deux Magots’nun kaldırım üstü masalarından birindeyim. Önümde bir kadeh brouilly ve koca bir jambonlu sandviç var. Her ısırışımda üstüme baget parçaları dökülüyor. Yoldan geçen biri sigarasını gösterip çakmağımı istiyor, burnu kıpkırmızı evsiz, gözüne beni kestirip yanıma geliyor, çıkarıp biraz para veriyorum. Şarap parasını denkleştirdiği seke seke gelip uça uça gitmesinden belli. Yıllardır le Monde satan güleryüzlü satıcı, akşam baskısını yüklenmiş masaların arasında dolaşıyor. Manşette Sarkozy’nin yerel seçimlerde aldığı hezimet yazıyor. Yan masada oturan Fransız, karşısındakine bu sonucun niyesini nedenini anlatıyor, karşısındaki dinlermiş gibi yapıyor. Kiliseden yaşlı bir kadın çıkıyor, biri uzakta akordeon çalıyor, garson kahvemi ve hesabı getiriyor.
Şairin dediği gibi; saatler uzun, günler kısa...
Akşam oluyor.
KAPALIÇARŞI’DAKİ HERMES’İN DEV AYAĞIErtesi sabah erkenden kalkıp hazırlanıyor ve öğlen tam on ikide, Institut du Monde Arabe’ın önünde Işıl Akbaygil ile buluşuyorum.
Buraya onun için geldim. Onun ve onun başkanı olduğu İznik Çini Vakfı’nın ürettiği çinilerin Paris’te ikinci kez görücüye çıkışını izlemek için.
İznik çinileri ilk kez geçtiğimiz kış, Hermes’in Faubourg Saint Honore’deki yılbaşı vitrinlerini süslemiş, kırk yıldan bu yana Leila Menchari’nin düzenlediği vitrinleri beğenenler kadar Osmanlı’nın ince zevkinden uzak, fazlasıyla Arap işi bulanlar da olmuş ama beğenenler de beğenmeyenler de bu işbirliğinin çinilerimiz için çok önemli bir tanıtım fırsatı olduğunda birleşmişlerdi. Nitekim Fransız basınında olsun Türk basınında olsun, vitrinlerden uzun uzun söz edildi. Çinilerden de elbet.
Şimdi gene Hermes ve Menchari imzalı başka bir etkinlikteyiz işte.
Menchari bu kez, Doğu’ya yaptığı yolculuklardan esinlenerek oluşturduğu vitrinleri Enstitü’nün sergi salonunda sergilemiş, sadece sergilemekle kalmayıp memleketi Tunus’un bütün önemli zanaatkarlarını toplayıp Paris’in ortasında küçük bir Kapalıçarşı oluşturmuş. İçeri girdiğiniz anda karşınıza Christian Renonciat imzalı dev bir kanatlı ayak heykeli çıkıyor. Ticaretin koruyucu Tanrısı Hermes’in ayağı bu. Koca ahşap heykel öyle heybetli ki, durup uzun uzun bakıyorum.
Vitrinler tıpkı tiyatro dekorları gibi, Menchari’nin Çin’den Hindistan’a, Afrika’dan Anadolu’ya, gezdiği yerlerden derlediği nesneler ve Hermes’in bu dekor için ürettiği özel ürünlerle düzenlenmiş. Racaların gümüş tahtlarından Hindistan’ın oya işi mermerlerine, kara kıtanın yaban hayatından sanatçının yurdu Kartaca’ya, ordan da bizim İznik’e kadar her bir vitrin farklı bir dünyayı anlatıyor aslında.
Sergiyi gezmeye başlamadan kalabalıkta bir kıpırdanma oluyor ve içeri seksen küsur yaşında ve işinin başında olan Menchari ile kol kola Frederic Mitterand giriyor. Şimdinin Kültür Bakanı, eskinin sıkı gazetecisi ve sinema delisi Frederic Mitterand. Kısa bir konuşma yapıyor, sözü Leila’ya bırakıyor, ondan sonra Tunus Büyükelçisi olduğunu sandığım başka biri mikrofonu alıyor.
Sergiyi gezmeye başlıyor, hasır ören, mermer işleyen, cam üfleyen zanaatkarların arasından geçip bizim vitrinin önünde duruyorum.
KOLTUK KABARTAN İZNİK ÇİNİLERİÖnünde duranların, çinilere uzun uzun bakanların aralarında konuştuklarını duymak için kulaklarım dikili öylece bekliyorum.
Sonradan Habib Burgiba’nın kızı olduğunu öğreneceğim uzun boylu zarif bir kadın, yanında duran uzun boylu başka bir zarif kadına her biri ayrı güzel ama galiba ben en çok bu düzenlemeyi sevdim diyor.
Koltuklarım kabarıyor.
Yaşlı adam, vitrini uzun uzun inceledikten sonra tekerlekli iskemlesini iten sarışın kadına benzer şeyler söylüyor. Yanımda duran biri, yaşlı adamı yanında duran birine gösterip alçak sesle, Hermes’in sahibi diyor. Doğru mu acaba? Çaktırmadan bir fotoğraf çekiyorum.
Duyacağımı duydum, ileride Leila ile sohbet eden Işıl’ın yanına gidebilirim artık.
Leila Menchari, kırk yıldır Hermes’in vitrinlerini tasarlıyor ve bıkıp usanmadan ülkesi Tunus’u tanıtıyor. Kadri bilinmiş, takdir edilmiş ve hayatını geçirdiği iki ülke tarafından nişanlara boğulmuş bir kadın. Yaptığı iş elbette gönül işi. Ama aynı zamanda sermaye işi de... İnsan, Hermes olmasa Leila Menchari bu kadar etkili olabilir miydi diye sormadan edemiyor.
Işıl’a gelince... O da gönül insanı elbette. Hatta Işıl Ömüradayangil diyorum ben ona. Nişan filan da istemez eminim, ama sırtını dayayabileceği bir sermaye olsa fena mı olur? Sadece ona değil, ömüradayangil herkese maddi katkı sağlansa, birileri gönül insanlarının arkasında dursa? O zaman bencileyin herkesin koltuğu kabarmaz mı? Türkiye’nin zenginliğine dünya hayran kalmaz mı?
Fena halde özentiSevgili Reha Muhtar’ın, içinde benim adım da geçen Paris yazısını okudum ya tutabilene aşk olsun. Gerçekten merak ediyorum, Reha’nın yazısında hafiften değindiği gibi naftalinli bir kadın mı olup çıktım, eski güzellemesine mi takılıp kaldım diye.
Üstelik ‘yeni’ olan herşeye bunca meyyalken?
O yüzden Paris’e gelir gelmez, yazıda söz ettiği Societe’de yer ayırtıyorum.
Societe, Paris’in ünlü Saint Germain meydanında, kilisenin tam karşısında. Anladığım kadarıyla Türkler tarafından pek sevilen yeni bir lokanta. Costes grubu tarafından işletiliyor.
Cumartesi akşamı üç arkadaşımla birlikte gidiyoruz. İyi yanı merkezi, büyük olduğu için rezervasyon yaptırmak için günlerce beklenmemesi. Kavı ve yemekleri de iyi.
Kötü yanına gelince... İnsanın yanındakiyle iki çift laf edemeyeceği kadar gürültülü, önünüze gelen yemekleri zar zor görecek kadar loş ve fena halde özenti bir havası var.
Müşterilere gelince... Nasıl desem, çoğunluk ya Paris’te yaşayan ya da şehre yolu düşen yabancılardan oluşuyor. Reha’nın yazısında söz ettiği New York’taki Buddakan neredeee Socite nerede?
Bir daha gider miyim? Belli mi olur, belki gene yolum düşer ama 74 Rue Saint Dominique’de açılan Tout Mieux’ye gitmeyi bin kere tercih ederim.