Bu hafta yazmayı düşündüğüm hemen her şey hafta içinde başkaları tarafından yazıldı. Gel gör ki, yazmazsam da kursağımda kalacak. İyisi mi eteğimdeki taşları dökeyim de rahat edeyim. Konumuz İtalyan restoranı Obaki ve Çağan Irmak’ın son filmi ‘Prensesin Uykusu’
Geçen hafta Tansu ile buluşup felekten bir gün geçirmeye karar verdik. Okuyunca felekten bir gün böyle mi geçirilir, diyeceğinizden eminim ama ne zamandır bizim felekten çalabildiğimiz günler artık bu kadar. Bilenler bilir: Tansu Özkök ile herhangi bir yerde yemeğe gitmek deveye hendek atlatmaktan beterdir. Gitmez. Giderse de temizliğinden yüzde yüz emin olduğu, yiyip içtiğinin başına dert açmayacağını bildiği yerlere gider. O yüzden de ne zaman dışarıda yemek yemeye kalkışsak dönüp dolaşıp aynı yerlere gideriz. Arada oflar puflar, yeni yerlere gidelim, diye söyleniriz ama becerip de onu alışık olmadığı yerlere götüremeyiz. Bu kez nasıl olduysa farklı bir adres önerdi: “Hani” dedi, “Kanyon’da yeni açılan İtalyan lokantası var ya, oraya gidelim.” Kanyon’da bildiğim tek İtalyan lokantasından söz ediyor zanettim. Gina’ya mı gidiyoruz, dedim. “Hayır” dedi, “onun yanında yeni açılan bir yer var.” Tansu ve yeni açılan bir yer! İkisi bir arada ha? İkiletmedim. Söz ettiği yer Obaki imiş. Adını duyan Japon lokantası sanır ama hayır. Hatta isminin altında yazan yaftaya bakılırsa bar, hem de mozarella bar. Gittiğimde Tansu’yu çoktan gelmiş, sinemanın karşısındaki masalardan birine kurulmuş beklerken buldum. Hava o kadar güzel ki, Kanyon’un meşhur rüzgarından eser yok. Herkes kendini dışarı atmış. Mozarella kadar sevdiğim az peynir vardır ama nedense Türkiye’de o kadar çok plastik tadında mozarella yedim ki, ürker oldum. Bilindiği üzere mozarella manda sütünden yapılan taze bir peynir ve ne yazık ki raf ömrü yok denecek kadar kısa. Dolayısıyla kesildiğinde içinden süt akan bu peyniri aynı lezzette tüketebilmemiz için ithalat sürecinin çok kısa olması gerekiyor.
MOZERELLA BEKLEMEYE GELMEZ
Diğer besin maddeleri gibi gümrükte, depoda, markette beklemek mozarellaya uygun değil. Bu sürece dayanması için konulan katkı maddesi, peyniri peynir olmaktan çıkarıyor. Benim gibi İtalyan üreticilerin internet sitesinden almaya kalktığınızda da öyle bir yol ücreti ödüyorsunuz ki, astarı yüzünden pahalıya geliyor. Ticari bir işletmenin bu fiyatları göze alması mümkün değil. Türkiye’deki manda soyu da tükenmeye yüz tuttuğuna ve sütü arasan bulunmaz bir nesne olduğuna göre burada da ürettiremez. Anlaşılan Obaki bir yolunu bulmuş çünkü yediğimiz mozarella İtalya’dakileri aratmıyordu. Sadece mozarella da değil, ardından yediğimiz kuşkonmazlı risotto da harikaydı. Daha ilk lokmada Tansu’ya “hay aklına sağlık” dedim, sadece iyi bir yemek yemekle kalmadım, bir de yazı malzemesi çıkardım. A, o da ne? Ertesi sabah gazeteyi açtım ki sevgili Onur Baştürk çoktan yazmış bile. Yazıya kursaklı başlık atmam da bu yüzden ya... Bu arada da fiyatların biraz tuzlu olduğundan dem vurmuş. 29-58 lira arasında değişiyor mozarella fiyatları. Bence bunun nedeni yol ücretinin yüksekliği. Gelen her pakete bayıldığım parayı bildiğimden, fiyatları normal buldum. Yemekten sonra sinemaya gideceğiz, seansın başlamasına daha vakit olduğu için D&R’a gittik. Kanyon’daki benim en sevdiğim D&R; saatlerce oyalanabilirim. Dükkandan tam iki saat sonra çıkarken elimde tuttuğum küçümen kitabın beni bu kadar mutlu edeceğini bilsem, bir-iki saat daha geçirir yazarın okumadığım kitaplarının peşine düşerdim. Mine Söğüt’ün 2003’te YKY’dan çıkan ve üç baskı yapan ‘Beş Sevim Apartmanı’nı okumadıysanız eğer, ne yapın ne edin bu romanı mutlaka edinin. Ba-yıl-dım! Bir zamanlar Latife Tekin’in ‘Sevgili Arsız Ölümü’nden, Pınar Kür’ün ‘Bir Deli Ağaç’ından aldığım keyifin benzerini aldım. Şimdi ilk işim ‘Kırmızı Zaman’la Şahbaz’ın ‘Harikulade Yılı’nı edinmek. Sen tut yazarın Pınar Kür‘le yaptığı uzun söyleşisi ‘Aşkın Sonu Cinayettir’ini oku, beğen, bayıl da diğer kitaplarının peşine düşme. Bu da bana ders olsun işte...
PRENSESİN UYKUSU
D&R sonrası bu kez de Ahmet Hakan’ın çoktan yazıp duyurduğu Çağan Irmak’ın son filmi ‘Prensesin Uykusu’na gittik. Film başladı ve daha ilk dakikasından itibaren ikimizi de içine aldı. Çağan Irmak sinemasının bence en önemli yanı insanın yüreğine dokunması. Filmi sadece beğenmiyor seviyorsunuz da. O kadar seviyorsunuz ki, bir aidiyet duygusu geliştiriyorsunuz. Biraz da sizin filminiz oluyor o. ‘Issız Adam’ için sert eleştiriler yapan bir arkadaşımın karşısına öyle bir dikilmiştim ki, şaşırmış sonunda da ‘haklısın’ demişti. Serde münazaracılık var ne de olsa. Bu arada bütün oyuncuların harika bir oyun çıkardıklarını da söylemem gerek. Zaten filmden çıkar çıkmaz Mustafa Oğuz’u aradım ve Irmak’tan başlayarak bütün ekibi canı gönülden kutladığımı söyledim. Olur da iletmemiştir belki diye buradan da ileteyim. İyi bir film izlemenin en iyi kanıtı film bittiğinde insanın canının başka hiçbir şey çekmemesi, film hakkında konuşmak istemesidir. Biz de öyle yaptık, Coco adlı mekanın dışarıdaki masalarında kahvelerimizi içerek uzun uzun ‘Prensesin Uykusundan’ı konuştuk. Tam iki saat. Etti mi sana felekten çalınan altı saat. Sonra baktık gece çöküyor, trafik kudurdu kuduracak kalktık. Mutlu, mesut, şahane. Aslında bu kadar basit işte.
EN GÜLERYÜZLÜ CEO
Kursakta kalanlar bu kadarla sınırlı değil elbette. Bir en büyük lokma: Louis Vuitton. Bağdat Caddesi’ndeki dükkkan yenilenip büyük bir davetle açıldı ve Allah için yazılı binbir haber yapıldı. Ama ben de yazmalıyım. Çünkü ORADAYDIM! Hem de öğlen yemeğinde Gila Benmayor’un ‘dünyanın en güler yüzlü CEO’su diye tanımladığı Yves Carcelle’in masasında. Sıkıysa kursakta kalmasın... Kıpır kıpır kıpırdandım ama o kadar çok yazıldı ve çizildi ki ister istemez duraksadım. Lüks kavramının sadece ürünle sınırlı olmadığını, onu çevreleyen bütün ayrıntıların da en az ürün kadar önemli olduğu üzerine yazmak istedim, o da kesmedi. En iyisi o daveti kendi Louis Vuitton serüvenimle yazmak. Nereden nereye misali. Öyle de yapacağım ama şimdi değil...