Paylaş
İstanbul’un karmaşasından sonra, nüfusu yüz kişiyi bile bulmayan küçük bir kasabadaki bu sessiz evde yaşamak nasıl bir duygu acaba diye düşünüyorum kahvelerimizi içerken..
Nasıl verdiler böylesi ciddi bir kararı?
Mutlular mı?
Toprakla uğraşan insanların yaz aylarında işi boldur, yaz dediğin göz açıp kapayana kadar geçip gider ama bağlar kış uykusuna yattığında zaman nasıl geçer ki bu küçük kasabada? Sıkılmaz mı insan? Bunalmaz mı?
Büyük şehir hayatı ister istemez insanın kanına girer... Bir sürü derdin yanında bir sürü de nimet sunar... Bir çırpıda bunu bırakmak kolay mı? Sen tut yirmi küsur yıl üst düzey yöneticilik yap, her gün yüzlerce insanla haşır neşir ol, binlerce kararın altına imza at sonra da kalk gel çan seslerinden başka sesin duyulmadığı, sokaklarında başına buyruk bir iki kedi dışında canlıya rastlanmayan böylesi ıssız bir köye yerleş olacak iş mi? Trafik sesinin yerini kuş seslerinin alması elbette harika ama iş bununla bitmiyor ki.
Mesele sadece ülke değiştirme hatta şehri bırakıp taşraya göçme meselesi olsa neyse de, onların yaptığı bu değil ki.
Buna hayatını değiştirme bile denmez aslında. Dense dense hayatını ters yüz etme denir. Daha da doğrusu sil baştan, hayata sıfırdan başlama denir.
Bunu da ya çok ama çok bunalan, ya kapana sıkışan ya da bir hayal uğruna her zorluğu göze alan cesur insanlar yapar ki Bakx’lar acaba bunlardan hangisi?
Evet o kahve içimi süresince aklımdan bütün bunlar geçiyor ama yeni tanıştık, ayıp olmasın diye susuyor, aklımdan geçen soruları soramıyorum.
Ben sormadan Bakx’lar anlatmaya koyuluyor. Joep’in bıraktığı yerden Mireille alıyor.
Onlar da bir çırpıda almamışlar bu kararı.
On yıl kadar sürmüş İstanbul-Bordeaux arası mekik dokumaları...
Bir yandan evi onarırken bir yandan bağla uğraşmaya ve bağı genişletmeye başlamışlar.
Bu süre içinde satın aldıkları bir buçuk dönümlük bağ on beş dönüme ulaşmış.
Köhne mahzen pırıl olmuş, dededen kalma makineler gitmiş yerine çağdaş teknolojinin nimetleri gelmiş.
2000 yılında başladıkları iş 2010 yılına gelindiğinde öyle bir noktaya ulaşmış ki karar vermeleri gerekmiş: “Ya bu sevdadan vaz geçecektik” diyor Bakx “ya zamanımızın tümünü bu işe vakfedecektik. Şarapçılık öyle bir iş ki parmak ucuyla tutarak yapılmıyor. İnsanın nazlı, cilveli, kaprisli sevgilisi olması gibi. Bütün sevgini vermen yetmiyor, bütün ilgini ve zamanını da ona vermen gerekiyor.”
Anlaşıldı.
Kahveler bitti...
ŞİMDİ BAĞLARI GEZME VAKTİ
Oturduğumuz verandanın on metre ilerisinden başlayıp karşı tepelere kadar uzanan bakımlı bağları gezmeye koyuluyoruz.
Sıra sıra Cabarnet Sauvignon omacaları önümüzde, Merlot‘lar yanımızda, Cabarnet Franc’lar biraz ileride uzayıp gidiyorlar.
Her birinden bir salkım koparıp tadıyoruz. Of ki of! Tatlarının, renklerinin, kokularının farkı karşısında heycanlanmamak mümkün değil. Şarap işini bu kadar özel yapan da bu işte. Kolay mı biraz ondan biraz bundan katıp ortaya eşsiz bir tat çıkaracaksınız. Sizin elinizden çıkacak özel bir tat. Size ait bir şarap..
Omaca sıraları arasında dolaşırken Joep bu arada bölgede 12 bin şarap üreticisi bulunduğunu ve bütün üreticilerin aynı dertten mustarip olduğunu anlatmaya koyuluyor: “Ne dünya pazarında eskisi gibi tek hükümran olmamak, ne iklim değişikliği, ne o ne bu değil buradaki üreticilerin temel derdi” diyor; “Buradaki üreticilerin asıl derdi bürokrasi!” Bakx Fransız bürokrasisinin insanı canından bezdiren uygulamalarını sıralıyor birer birer. Şaşırmıyorum çünkü benzer yakınmaları bölgenin başka sakinlerinden de dinledim...
Şimdi günün en tatlı saati. Çünkü sırada şarap tadımı var...
Bir gün öncenin hasadı çelik tanklarda dönerken biz yan taraftaki mahzene geçip meşe fıçılarda kuzu gibi yatan 2009’un Clos Monicord’unu tadıyoruz. İnce uzun cam bir pipetle fıçıdan karafa, karaftan kadehe dökerek. Pek az şarap üreticisi bu kadar genç şarabını yabancılarla paylaşır. Adı üzerinde işte gençtir çünkü şarap, olmamıştır, hamdır, nasıl olacağının ip uçlarını taşımasına taşır da, kıvrımlarını anlayacak az damak vardır.
Biz kadehlerimizdeki şarabı evirir çevirir koklarken yanımıza Bakx’ların en büyük dayanağı Clos Monicord’un şarap yapımcısı Laurent geliyor.
Kadehimizdeki son yudumu da onunla içiyoruz.
Joep ile Laurent içtikleri her yudumdan sonra oldu bu iş dercesine başlarını sallıyor sonra dönüp Özlem’le bana bakıyorlar.
Öyle bir bakış ki bu. Hani insan çocuğunun başarısını kendi söylemez ama başkaları farkına varsa da söylese, söylese de mest olsam diye bekler ya...
Beklerken de içinde güven, sevgi, gurur, inanç olan bir bakışla bakar ya işte öyle bir bakış...
Kadehler boşaldı.
Şimdi düşündüğünü söyleme zamanı.
Özlem’le aynı anda aynı cümleyi kuruyoruz: “İyi bir şarap bu diyoruz. Yaşlandıkça daha da iyileşecek. Sizdeki bu aşk devam ederse eğer mükemmele doğru gidecek”.
Eğer bir gün, İstanbul lokantalarından birinde karşınıza üzerinde Audrey’nin elinden çıkma naif etiketli bir Clos Monicord çıkarsa tereddüt etmeden ısmarlayın.
Tadın, bakın.
Yukarıda yazdıklarımın hepsinin olduğunu göreceksiniz: Aşk var Clos Monicord’un tadında. Aşk, cesaret ve sabır.
GERÇEK BİR SEYYAH
Özlem Avcıoğlu...
Travel Modus ve Özlem Avcıoğlu.
Biraz nereden başlasam nasıl anlatsam.
Türkçe’de yerinde duramayan diye bir tabir varsa bu, Özlem için icat edilmiş olabilir olsa olsa. Gerçekten de Özlem kelimenin tam anlamıyla yerinde duramayan biri. Bunu her iki hafta bir yaptığı, yapmadan duramadığı yolculuklar için söylemiyorum sadece. O durur göründüğü kısa anlarda bile duramayan biri çünkü. Hani başınızı çevirdiğinizde,b ir hafta görmediğinizde yeni bir haberle çıkagelen insanlar vardır ya, onlardan. İçi içine sığmayan, merak böceği sokmasından mustarip, çocukluk hayallerini bir gün bile unutmamış ve hepsini gerçekleştirmeye aht etmiş genç bir kadın. Seyahat sevgisi ailesinden yadigar. Beş yaşında dolaşmaya başlamış onlarla birlikte. O gün bu gün de durmamış. Eline geçen her fırsatta yolculuğa çıkmış. Boğaziçi Üniversitesinde okurken de, belli başlı reklam ajanslarında yönetici olarak çalışırken de. Zaman yaratmış, fırsat kollamış ve gitmiş. Gidip yeni bir ülke keşfetmiş.
Biz onun gibilere seyyah diyoruz ya, seyyah gerçekten.
Hayat onu nereye götürüyorsa tereddüt etmeden giden, hayat onu durdurmaya kalkarsa da hayatını değiştirenlerden.
Reklam ajanslarındaki uzun mesai canına tak edince kalkıp New York’a yerleşmiş, hazır oralara gitmişken üniversiteye yazılıp fotoğrafçılık okumuş, yurda dönüşte de düşünmüş taşınmış ve en iyi bildiği, en sevdiği işi yapmaya karar verip yolculuk deneyimlerini anlattığı, kendisi gibi seyyah ruhlu insanlara rehberlik edebilecek bir iş kurmaya karar vermiş. Dönem küresellik dönemi, seyyah dediğin de sadece Türk değil her milletten olduğu için bir internet sitesi kurmaya karar vermiş: Travel Modus.
Travel Modus onun işi değil, aynadaki aksi aslında..
İçinde sadece gidip gördüğü yerlerin kuru bilgileri yok: Nerede kalınır’dan tutun da nerede ne yenir’e kadar bütün olmazsa olmazların yanı sıra, sanattan şaraba Özlem’in bütün ilgi alanları var.
Lafı uzatmayıp şöyle diyeyim: Ey gezi düşkünü ey seçkin okur.
Yola çıkmadan internetin başına otur ve www.travelmodus’a göz at derim...
Der ve gönül rahatlığıyla huzurunuzdan çekilirim.
Paylaş