Geçenlerde sevgili Reha Muhtar yaklaşan Sevgililer Günü’nün içine saldığı sıkıntılar üzerine bir yazı yazdı. Yazıda; geçen yıllarda başından geçen bir hikayeyi anlatıyor, lafı ortada aşk olmadığında maşukun durumunun acınası haline getiriyordu. Her hafta futbol hakkında yaptığı televizyon programının tam da Sevgililer Günü’nde yayınlanacak olmasını kurtarıcı olarak gördüğünden dem vurup, “Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir” yollu bir deyişle bitiriyordu...
Yazıyı okuduktan sonra, gelip geçen hiçbir özel günün beni sıkıntıya gark etmediğini fark ettim.
Ne anneler, ne babalar, ne öğretmenler ne de sevgililer günü...
İnsanın sevdiğini tek bir gün hatırlamasındansa hiç hatırlamamasının daha iyi olduğunu düşündüğüm; ana-baba öğretmen ya da sevgili aynı şeymiş gibi bu tür günlerde ortaya hep aynı mallarla aynı duyguların saçılmasına sinirlendiğim, sevginin dışa vurumunun kırmızı güller ve kalp şeklinde balonlar eşliğinde olmasını komik bulduğum için olsa gerek, hepsini sahte ve sıkıcı buldum...
Ama bir özel gün var ki, ne yaptıysam olmadı. Hafife alamadım, görmezden gelemedim, burun kıvıramadım...
O da doğum günleri.
Sadece kendi doğum günüm de değil, hem kendiminki hem sevdikleriminki. Soruyu sordum sormasına da cevabını bilemedim: Kutlanmalı mı es mi geçilmeli?
GÜNLERCE SÜREN HAZIRLIKLAR
Bir zamanlar iş adamının iş adamı olduğunu kılık kıyafetine bakarak anlardık: Osman Kavala gibi bir-iki ayrıksı örnek dışında hepsinde bağa gözlük, lacivert takım, Church ayakkabı, kravat...
Sadece iş adamı mı? Saç, sakal, pipo eşittir sanatçı. Külü ha düştü ha düşecek sigara; bol cepli aba yelek eşittir gazeteci. Tahta bıyık, kahverengi takım, sivri burun ayakkabı eşittir siyasetçi. Eprik kadife ceket, yuvarlak tel çerçeve gözlük eşittir akademisyen. Fular monşer; üniforma asker; serçe parmakta altın yüzük eşittir zübük. Soluk gri ceket, el örgü yelek küçük esnaf. Güneşte geri itilen soğukta burna çekilen kasket eşittir köylü. Kimin ne giydiğine bakar, şıp diye işini mesleğini çıkarırdık.
Yanılma payımız elbette vardı ama azdı...
Yukarıda saydığım tiplemelerin bir kısmı bu gün için de geçerli. Ama bir şeyler değişti. Belki küçük esnaf, köylü zübük bu değişimden yeterince nasibini almadı ama pekala bir siyasiyi gazeteci, gazeteciyi akademisyen, akademisyeni iş adamı, iş adamını sanatçıyla karıştırabiliriz.
TARİH PROFESÖRÜ GİBİ AKTÖR
Geçenlerde televizyonda izlediğim bir açık oturum programının katılımcılarına baktığımda düşündüm bunu. Kim olduklarını bilmeyen biri, tarih profesörünü set işçisi, aktörü tarih profesörü sanabilirdi örneğin.
Sadece kılık kıyafet de değil, duruş oturuş da değişti şimdilerde.
Situş’la oturmuş kaynatıyoruz. Sohbetin konusu yüzünü gerdiren ortak bir arkadaşımız. Buna sohbet değil dedikodu denir ya, ayrı...
İkimiz de, arkadaşın kendisini görüp de “Ne iyi olmuş diyenleri” geri püskürtmesine, inatla yüzüne bırakın neşter, krem bile sürmediğini söylemesine şaşırmışız ama konu öyle şehvetli ki, lafı noktalamak istemiyoruz. Bir süre sonra da iş dedikodudan çıkıp münazaraya dönüşüyor zaten.
Ben inkarın böylesinin insanı komik duruma düşürdüğünü söylüyorum. Situş her zamanki iyimserliğiyle belki çoluk-çocuk bilmiyordur, annesi duysun istememiştir, kocasından gizliyordur türünden sahip çıkıyor reddiyeye...
Ben çocuk dediğin koca adam, koca desen gözü sağlam diye karşı atağa geçiyorum. O çocukların yurt dışında okuduklarını, kocanın başını işten kaldıramadığını, zaten pek az erkeğin bunlara dikkat ettiğini hatırlatıyor. Böyle şeddeli şeddeli konuşurken laf dönüp dolaşıp öyle bir yere vardı ki, birbirimizin dediğini külliyen anlamadığımız ortaya çıktınca ikimizi de gülme krizi tuttu. Dolayısıyla da ortada ne dedikodu ne münazara kaldı. Bir ara kürsüden galip ayrılmaya ahdetmiş halimle böyle bir işlemin bu topraklarda asla gizli kalamayacağı üzerine bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum. Situş’un da “Belki ameliyatı Beverly Hills’te olmuştur” dediğini...
Akabindeki diyalog aynen şu:
Ben: Sanmıyorum neden oraya gitsin ki... Ayrıca İngilizce de bilmez. Zor.
Situş: İngilizce bilmesiyle ne alakası var canım?