Paylaş
Yazılarını devamı gelecek haftaya diye bitirmene sinir oluyorum dedi bir arkadaşım. Haklı. Ben de sinir oluyorum ama benim gibi gevezelerin özellikle de gezi yazılarını bir sayfaya sığdırması mümkün değil. Sadece gördüklerini yazsan bir sayfa yetmez, bir de yediğini, içtiğini, düşündüğünü, hissetiğini yazacaksın... Ki bu ancak nokta atışı yapanların işi.
Onu da beceremediğime göre, kaldığım yerden devam...
Kim söyledi, Ali Esat mı Yurtsan mı şimdi hatırlamıyorum ama meğer cim karnında nokta, Lyncburg’un adı ‘Ölmeden Önce Görülmesi Gerekli 100 Yer’ türü bir kitapta geçiyormuş. Yazarı kim, en ufak bir fikrim yok ama Amerikalı olduğuna eminim. Zira ancak bir Amerikalı Lyncburg’u böyle bir listeye sokar; Avrupalı olsa olsa burayı ‘Gidince Ölünecek Yer’ diye yazar.
Gerçekten de Jack Daniel amca ilk fabrikasını burada kurmasa ortada ne gidilip görülecek ne gidilip ölünecek bir kasaba olmayacağı aşikar.
Kasabanın yaşam damarı Jack Daniel’s. Herkes bir şekilde Jack Daniel’s ile ilintili. Ya fabrikada bizatihi çalışıyor, ya ürettiklerini fabrikaya satıyor ya da her yıl tesisleri görmeye gelen 250 bin turist sayesinde gül gibi geçinip gidiyor.
Burası kısaca bütün ekonomisi viski üretimine bağlı bir kasaba. İnsan viski sayesinde var olan, o olmasa haritadan silinecek böyle bir yere gittiğinde ne bekler peki? Yer gök viski olacak, musluktan Jack Daniel’s akacak, değil mi?
İÇKİ YASAĞI KOMEDİSİ
Beklemesine bekler de bizim gibi boşuna bekler. Çünkü ister inanın ister inanmayın burada 1920’lerden kalma içki yasağı hüküm sürüyor hala. Yani gidiyor, tesisleri geziyor, viskinin nasıl yapıldığını görüyor ve limonata içip dönüyorsunuz. Bu acayip durumu şöyle açıkladı kasaba ahalisinden biri. Meğer dönemin hükümeti, içki yasağının kalkması için halk oylaması yapılmalı ve kalksın diyenlerin sayısı on beş bini geçmeli diye bir karar almış. Bizim Lyncburg’unsa nüfusu belli: Hepi topu 360 kişi... O yüzden de sevimsiz yasak bugüne kadar kalkmamış ve görünen o ki kimse de kanunu delmeye kalkışmamış. Buna yeltenmemelerinde herkesin evinde bol bol Jack Daniel’s içmesinin ve yerli turistlerin de payı var eminim.
Yerli turistten kastım şu: Dövmeli çıplak tenlerine siyah deri yelekler giymiş, deri pantolonlu ve çizmeli iri kıyım Harley’cilerle, cikletleri dışında onlardan farlı olmayan kız arkadaşları... Uzun saçları ya kovboy şapkası ya bandanın altından omuzlarına dökülen; nedense eprik bucinleriyle hep siyah üzerine beyaz işli gömlekler giyen ve elbette ayaklarına sivri burunlu yumurta topuklu botlar geçiren folk şarkıcılarıyla, cikletleri dışında onlardan farkı olmayan kız arkadaşları... Çevre illerden gelen iri elli iri ayaklı elma yanaklı çiftçilerle, cikletleri dışında onlardan farklı olmayan karıları, kızları, oğulları... Bir de elbette yılın en büyük etkinliği Jack Daniel’s barbekü yarışması için Amerika’nın diğer eyaletlerinden ızgaralarını sırtlayıp karavanlarıyla gelen ve et pişirdikleri üç gün üç gece boyunca ciklet çiğnemeyen yarışmacılar...
ET KOKULARI ARASINDA
Bunlara bir de yanılıp şaşırıp “Tenessee viskisinin memleketine gidiyorum” diye gelen bizim gibi yabancıları ekleyin. Hepsinin eline Jack Daniel’s şişesi verin. Ve de elinizi vicdanınıza koyup eğer Lyncburg’lu olsaydınız içki yasağı sürsün mü kalksın mı isterdiniz, söyleyin. Zaten yasak kasaba içinde. Millet alıyor eline bir şişe, gidiyor kasabanın sınırının bittiği yere, içiyor içeceğini ama musallat olmuyor yerel ahaliye. Durum budur.
New York faslına geçmeden taa oralara kadar gitmemizin nedeni yarışmadan da bir-iki satır söz edeyim: Bu yıl 61 eyaletten eyalet birincileri yarışıyordu ve etraf doğal olarak et kokuyordu. Yarışmanın sığır, domuz ve kaburga gibi değişik dalları var. Beşer-altışar gruplar mutfağım kadar ızgaralarının başında ter döküyor, sonra etlerini kaptıkları gibi yaklaşık yüz kişilik bir jüriye sunuyor. Jüri etleri değerlendirerek birinciyi seçiyor. Para ödülü, dökülen tere değecek büyüklükte değil ancak birincinin kullandığı sosun formülü ülkenin en büyük sos üreticileri tarafından satın alındığından, kazanılan sadece Amerika’nın en iyi ızgara yapanı onuru değil aynı zamanda bir servet.
İşe dört elle sarılmak, ciklet bile çiğnememek bu yüzden olsa gerek!
Bir de küçük bir dedikodu: Güneri Civaoğlu birkaç yıl önce Lyncburg’a gelmiş ve bizim gibi limonata içip dönmemiş. Anıyla şanıyla jüride yerini almış. Nasıl yaptı, o kadar eti nasıl tattı bilmem. Bildiğim, Güneri üç gün boyunca Lyncburg’da kalmaz, kalsa bile o kadar çok et yiyemez, yese bile o etler boğazından şarapsız geçmez.
İlk fırsatta soracağım kendisine. Vişne suyu muydu işin sırrı buzlu çay mı, ne?
VEEE SONUNDA NEW YORK
Yalancının mumu yatsıya kadar yanıyor ya, gevezenin sayfası da dünyanın merkezine gelince bitiyor anlaşılan. Madem ki durum budur, nokta atışından başka çare yoktur.
* New York ilk kez yumuşacık çıkıyor karşıma. Mayıs’ta donduğumu Ekim’de kavrulduğumu bilirim bu şehirde. Oysa bu kez nasıl uysal, sıcak ve güleryüzlü. Üstelik hava durumuna bakılırsa üç gün daha böyle. Öyleyse vur kendini şehre, rastgele!
* W Hotel, Union Square. Şık, hoş, alımlı... Her yere iki adım olması da cabası. Önüm arkam sağım solum; Soho, Broadway, Park Avenue ve gerisi. Barı ve lokantası fena halde trendy. Banyosu New York manzaralı, pencereleri yarıya kadar olsa da açılıyor ve benim gibileri gece yarısı kapı önüne çıkma zahmetinden kurtarıyor. Bitmiştir, W Hotel New York’taki yeni adresimdir.
* MoMA. Girişte Andy Warhol Sergisi anonsu: Şimdi değil, Aralık sonu. Warhol düşkünü olduğum söylenemez ama bünyeye bir kez daha Rothko ve Pollock çok iyi geldi. Ama onlardan da iyisi ilk kattaki gençlerin sergisi. Defne Ayas, sen bu şehre o kadar yakışıyorsun ki!
* 5. Cadde’de Erotik Nesneler Müzesi. Kitaplar, afişler ve aklınıza gelen gelmeyen bin bir nesne... Köpeklerinizin cinsel iştahını söndürmek için yapay köpek kuklası mesela. Sex shop’ların irkiltici havasını ara ki bulasın. Minimalist, şık, harika bir düzenleme.
* Apple Store Soho. Kasa yok, kuyruk yok. İçeride, Çinlisinden Zimbabvelisine binbir ırktan yüzlerce genç, yakaladığına istediğini söylüyorsun, koşup getiriyor. Anlatıyor, kredi kartını elindeki aletten geçiriyor ve bitti. Bir adet iPad böyle edinildi.
* Kaşmir kazak 29, kum rengi keten sofra örtüsü 19, siyah göz kalemi 2, iri bir T-Bone steak 12, Nappa Vadisi’den ortalama bir şarap 9, iyi bir lokantada yemek 40, Union Square-Soho arası taksi 5,5, Barnes&Nobles’dan alınan kitapların tutarı 79, sokak satıcılarından iki bilezik 30 $. Ucuzu nerededir bilmediğim New York fiyatları... Ya bilseydim? En az üç aylığına gelmeliyim!
* David Burke Town House ve Cafe Boulud. İki iddialı şefin lokantaları. Burke’ün lokantası sevimli de mutfağı bana göre fazla çetrefilli. Cafe Boulud’sa adından da anlaşılacağı üzere şefin ucuz lokantası. Gene de fazla bir ciddiyet ve seremoni. Ama el-hak yediklerimiz lezizdi.
* Hadi, hadi, hadi. Hani Cipriani İstanbul’a gelecekti. Soho’daki tanıdık dükkan, mis gibi şarap ve makarna. Bunca etten sonra Tanrım, nasıl iyi geldi.
* Dünyada bin tane daha ‘Ölmeden Önce Görülecek 100 Yer’ listesi yayınlansa Amerikalısı da Avrupalısı da ilk onda sayar. İşte böyle bir şehir ‘Büyük Elma’.
Paylaş