2012’de kurulan Perabulvari.com; mobilya, dekorasyon ve tasarıma dair evi ilgilendiren pek çok ürünü aynı çatı altında buluşturmak için yola çıkmış bir proje. ‘Eve giden en keyifli yol’ diye diye de güzel bir sloganları var; aklıma koşuşturma ile geçen günün ardından eve nasıl da ışınlanmayı hayal ettiğim geliyor! Pera Bulvarı’nda hepsi eve dair farklı ihtiyaçlara karşılık gelen başlıklar altında kampanyalar açılıyor. Klasikler de modern ve yalın tasarımlar da bu e-mağazada karşınızda. Başlıklar neler derseniz; mobilyadan aydınlatmaya, ev tekstilinden banyo ürünlerine, el dokuması kilimlerden, zeytinden zeytinyağına bir evin ihtiyacı olan ürünlere yer vermeye özen gösteriyorlar.
Kendi adıma “Türk kadınları kılığına kıyafetine, takısına, saçına başına çok düşkün. Modayı neredeyse günü gününe takip ediyor, en son model arabayı kullanma merakı ise milletimizin tamamına mahsus!” diye düşünüyorum. Dekorasyona ilgi bence bu listede en son sırada. O yüzden Pera Bulvarı’nın tasarıma, evine, sanata düşkün profilini dinliyor olmak, beni şaşırtıyor. Pera Bulvarı yetkilileri alışveriş sıralamasında evin en alt sıralarda yer aldığı konusunda hemfikir. Hatta durumun dünyanın pek çok ülkesinde böyle olduğunu söylüyor: “İnsanın gerçek stilini yansıtan evleridir. Geçici modalar ve fazla ihtişamla döşenmiş evler yerine, karakteri ve zamansız bir şıklığı, zarafeti olan evler ne yazık ki çok az. Tam da bu noktada Pera Bulvarı olarak üzerimize düşeni yapıyoruz” diyorlar. Bu arada Pera Bulvarı’nın lezzet dünyasından önerileri de internet üzerinden alışveriş sevenleri belli ki mutlu ediyor.; sundukları mıhaliç peynirinin de çeşit çeşit zeytinyağlarının da alıcısı var. Lezzet bölümünde çok ünlü şeflerin özel tariflerini hem okumak hem de videosunu izlemek de mümkün.
Pera Bulvarı’nın marka içeriğine eklemeyi hayal ettikleri markalar var mı diye sorduğumda “Açıkçası ulaşıp da ikna edemediğimiz markalardan ziyade yoğunluk nedeniyle ulaşmayı ihmal ettiğimiz markalar ve sanatçılar oluyor. Bu noktada kendi inisiyatifiyle bize ulaşan ve Pera Bulvarı’nın genel algısı ve ürün portföyüyle uyum yakalayabilen markalara kapımız her zaman açık” diyerek çağrılarını bu yazı aracılığıyla da dile getiriyorlar. Bu yola baş koymuş olanlara tek tavsiyeleri, kendi marka ve ürünlerini en iyi şekilde taşıyıp sunacağına inandıkları adresleri tercih etmeleri yönünde… “Nasıl ki her mağazaya ürünlerini vermiyorlarsa ya da her marka her yerde bulunmayı tercih etmiyorsa, e-ticaret kanalını seçerken de aynı özenle davranılmalı.”
Belki de ilk sormam gereken soruyu sona sakladığımı farkediyorum: Alışverişte canlı deneyimden keyif alan Türk insanı online alışverişte ‘münasır medeniyetlere’ nazaran çok geride değil mi? Türkiye’nin potansiyeline ve dijital pazarlama gerçeğini artık hiçbir markanın reddedemeyeceğine inanan Pera Bulvarı ekibi karşıma rakamlarla çıkıyor: “Perakende sektöründe e-ticaretin payı ülkemizde henüz yüzde 1.6 seviyelerinde olsa da, Avrupa’daki yüzde 6.5, ABD’deki yüzde 12’lik payı göz önünde bulundurunca ülkemizde sektörün ciddi bir potansiyel taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün geleneksel ya da dijital; her şirketin ana gündem maddelerinden biri dijital teknolojilerden daha fazla yararlanabilmek. Özellikle perakende stratejilerinde çoklu kanal (omni channel) stratejilerine ağırlık veren geleneksel şirketler, dijital şirketleri bünyelerine katma yarışına girdi. Tüm bu gelişmeler nezdinde çok yakında online perakendenin sunduğu kolaylık, yakınlık ve hız ile Türk tüketicinin rutinine gireceğini düşünüyoruz” diyerek konuyu noktalıyorlar.
Moda ile ilgili özellikle yurt dışında eğitim almış gençlerin favori mesleklerinden biri, satın almacılık. Ne iş yaparlar? Farklı markalar satan çokkatlı mağazalar için koleksiyonları kurum adına alan kişilerdir, satın almacılar. Bugün konuk edeceğim Eda Kuloğlu, konuyla ilgili adı anılan en başarılı isimlerden biri. Kendisi 12 yıldır Dubai’de yaşıyor. Al Tayer Group başlığı altındaki tüm çokkatlı mağazalar için (Harvey Nichols Dubai, Bloomingdales Middle East, Macys Middle East gibi) sadece hazır giyim değil; ev, mücevher ve online mağaza için de tüm satın alma kararlarını Eda Kuloğlu alıyor. Bir satınalma direktörü olarak bu denli çok markanın sorumluluğunu almadan evvel Türkiye’de Beymen mağazalarında çalışmış. (Burada 12 yıl kadın bölümünün satınalmasından sorumluymuş.)
Şu an mesleğini Dubai’de yapıyor olmaktan çok memnun; Ortadoğu’nun lüks başkenti olan Dubai’nin uluslararası duruşundan sözü açıyor. Dünyanın dört bir yanından profesyonellerin transfer edilmeyi hayal ettiği, bolluk bereket içinde bir şehir, Dubai. Kuloğlu, şehrin dünyanın belli başlı şehirleriyle başa güreşen öneminden bahsediyor. Ayrıca burası satınalma gücünden bahsettiğimizde büyük ağırlığa sahip Katar’a, Kuveyt’e ve Suudi Arabistan’a yakınlığı yüzünden de cazip. “Eskiden Londra ve Paris’e giden Orta Doğu müşterisi şimdi alışverişe Dubai’ye gidiyor”, diyor Kuloğlu.
Pırıltılı ve heyecan verici bu mesleğin gençlerin ilgi odağı olduğu yorumuma O da katılıyor. “Satınalma sahiden çok keyifli bir iş. Ancak büyük özveri gerektiriyor”, diyor Kuloğlu. Bu yorumla kendisinin yılın yarısından çoğunu seyahatle geçirdiğini hatırlıyorum. “Ailenizden, evinizden uzakta, hayatınızı değişik ülkelere seyahatle geçiriyorsunuz. Bu seyahatlerin çoğu da arka arkaya geliyor,” diyor.
Başarı için çok disiplinli olmak gerektiğinin altını çizen Kuloğlu, modayı sevmenin önemli bir şart olduğu konusunda benimle hemfikir. “Ama iyi bir satın almacı analitik düşünce yapısıyla, çalışkan ve çevik olmasıyla esas farkı yaratır” diyor: “Gençlerin bazen zannettiği gibi modayı iyi biliyor olmak ve marka kıyafetler giymek ile sınırlı değil…”
Bu kadar seyahate can mı dayanır diye düşünmeden edemiyorum. Zamana karşı bir yarış, yaptıkları… Özellikle yılda 6 farklı koleksiyonun sunulduğu göz önünde bulundurulursa… Sadece çalışırken değil sağlıklarını korurken dahi disiplinli olunması gerektiği Kuloğlu’nun tavsiyeleri arasında. Başarının bir diğer anahtarı ise gidilen şehirlerde belli bir yaşam düzeni oturtabilmek.
Dünyanın geneline hakim olduğu söylenen ekonomik darboğazın ticaretin döndüğü hiçbir şehri sektirmediği bir gerçek. Kuloğlu, çalıştığı Dubai’nin daha güvenli bir şehir olarak algılandığını,
Emirates’in geniş uçuş ağı sayesinde şehrin dünyanın her yerinden turistleri ağırladığını vurguluyor. Lakin bu durum online satışlara yönelik yatırımlarına engel olmamış. Ayrıca satınalma direktörü olduğu Harvey Nichols ve Bloomingdales mağazalarının yanında orta sınıf müşteri kitlesi için Orta Doğu’nun çeşitli şehirlerinde Macys’ler açma planları da varmış.
Lüks ürün odaklı mağazaları için marka ve ürün portfolyolarını sürekli yenilediklerini anlatan Kuloğlu’ndan lüks müşterisini tanımlamasını istiyorum. Kendi müşterilerinin bilinçli ve bilgili olduğundan bahsediyor: “Diğer uluslararası moda merkezlerinde gördükleri yenilikleri anında Dubai’de görmek istiyorlar. Yeni nesil lüks müşterisi ise mutlaka online servis istiyor. Bu yüzden online ürün yelpazemizi mağazalar kadar geniş tuttuk. Bir de bizim müşterimiz hep exclusive marka ve ürünleri seviyor. Fazla tanınmış lüks markaların değil, benzersiz ve özel markaların peşindeler. Herkeste olan bir ürün onlara cazip gelmiyor. Bu yüzden biz de ekip olarak sürekli yenilik getirmeye çalışıyoruz.”
Bomonti’yi ezelden beri seven, civarda oturmayı seçmiş biri olarak buradaki hareketlenmeyi de keyifle izliyorum. Semtin şenlenmesinde amiral gemisi olan Bomontiada projesini başka bir yazıya saklayalım. Bugün adını ilk önce aldıkları catering işleriyle duyduğum, şimdi Organik Pazar’ın hemen yanı başında kendi dükkanları da olan Cross Fingers’tan bahsetmek istiyorum. Burrito’larının, hamburgerlerinin lezzeti, Cross Fingers kurucularının ekstra halkla ilişkiler faaliyetlerine katılmadan markalarını duyurmalarına yetti. Yeme-içme dünyasından yenilikleri günü gününe takip eden en gurme damakların da ihtiyaç duyabildiği ‘comfort food’ tarzında bir mutfakları var. Arada sulu bir hamburgere, peynir soslu nefis bir kızarmış patatese, acısı kıvamında bir burrito’ya kimsenin itirazı olmaz, değil mi?
Peki, bir de bu lezzetleri konser çıkışında, üniversitenin bahar şenliğinde, semt panayırında yanı başınızda bulmak teklifi daha da seksi kılmıyor mu? Burada devreye şık, siyah bir kamyon giriyor. Cross Fingers ekibi daha dükkanı açmadan önce o yabancı diyarlarda, filmlerde görüp bayıldığımız ‘yemek kamyonu’ projesini hayata geçirmiş. Cross Fingers kurucularından Hakan Özdemirci food truck serüvenini şöyle anlatıyor: “Food truck’lar aslında yeme-içme, organizasyon ve otelcilik sektörlerinde faaliyet gösteren pek çok firmanın radarında olan bir konuydu. Biz de bu ortak hayale katıldık, esas tetikleyen ne oldu derseniz bir gece oturup Chef filmini izlememiz diyebilirim!”
Food truck’lar en çok müzik festivalleri, konserler, kurumsal aktiviteler ve özel partilerde isteniyormuş. Kamyonda ya da Cross Fingers’ın Bomonti’deki dükkanında; servis edilen lezzetlerin temeli hep sokak yemekleri. “İlk burrito hazırlayarak yola çıktık,” diyor Özdemirci: “Sonra mönüye burger, dürüm ve sıcak sandöviçler eklendi. Bugün müdavimleri olan bir markayız diyebiliriz” yorumunu yapıyor. Bir yandan her gün açık dükkan diğer yandan şehrin farklı köşelerinde karşımıza çıkan bir food truck… Birbirlerinden rol çalmıyorlar mı diye düşünüyorum; Özdemirci “işin özü sokaktan geldiğinden biz dükkanın da kamyonun da birbirini tamamlayan metodlar olduğunu düşünüyoruz” diyor.
Paket servisin de yapıldığı Cross Fingers hızlı tüketilebilen günlük mönüsüyle yine sokak kültürüyle omuz omuza bir duruş sergiliyor: Ne de olsa Bomonti, kadınların evde kolejden dönen çocuklarını beklediği bir sayfiye değil; iş hayatının ortasında yer alan bir semt. Burada yaşayan/çalışanlar da bahsettiğimiz sokak kültürüne paralel, hızlı hayatlar yaşıyor. Günü birlik değişen çabuk hazırlanıp kolay tüketilebilen gıdalar da bu profilin yaşam tarzına yakışıyor.
Bu arada bir sürprizi daha var Cross Fingers’ın: Food truck’ın kendinden iki beden küçük, çok lezzetli kahveler ikram ettikleri bir de coffee truck eşlikçisi var: Manivela Coffee Truck…
Son olarak en sevilen lezzetleri soruyorum: Özdemirci hiç düşünmeden ‘cross mini combo’ (çıtır mini tavuklu, ıslak ve cury mini sosisli burgerler), ‘chili con carne burrito’ (meksika fasulyesi ve kıymayla hazırlanan, tex-mex usulü dürüm) ve ‘roast beef&cheese sandwich’i sayıyor...
Öncelikle food truck operasyonunu TC'de uygulamaya nasil karar verdiniz?
Pek çoğunuz gibi benim de kendimi en iyi hissettiğim yerlerin başında kitapçılar geliyor. Bir gün bir kitapçım olsa hayalime ise artık yakın çevremdekiler gülüp geçiyor; kitaba ayrılacak zamanı ötekileri röntgenlediğimiz sosyal medya anları uğruna çoktan kaybettiğimizi hatırlatıyorlar bana. Ancak zamanın ruhuna karşı koyulmayacağını bilmemiz, okumanın hayata kattığı derinlikten vazgeçmemiz için de gerekçe olamaz. Eh, sıkı okur yazar kimliğiyle tanınmış bir millet de değiliz. O halde İstanbul’un birkaç köşesinde duran ; varlıkları ‘şehirli’ ve ‘evde’ hissetmemize destek olan butik kitapçılara sahip çıkmayı kitapseverler olarak da mesele edinmeliyiz.
Müslüm Uzun Nişantaşı’nın şık kitapçısı Patika Kitabevi’nin 14 yıldır sahibi. Semtin en sevilen esnaflarından biri... Çevre sakinleri, kitap/dergi alışverişini bu zevk sahibi dükkanda yapmayı özellikle tercih ediyor. Dükkanın bir köşesini café’ye dönüştürmeleri de burada geçen zamanı daha da kaliteli kılıyor. “Benim için kitaplar ve kitapçılık yaşam biçiminin parçalarıdır. Kendimi bildim bileli güzel sanatlar ve kitaplarla ilişkiliyim” diyor Uzun… Tüm zorluklara inat, adeta bir misyoner azmiyle kendini adadığı bu iş/yaşam şekli giderek daha çok yer kaplamış hayatında… Beyoğlu’nun kitapçılarında kazandığı satış deneyimi onu Remzi Kitabevleri’nde yöneticilik pozisyonuna taşımış. 21 yıllık bu toplu deneyimin ardından açtığı butik kitapçısı, sadece eserlerle değil hizmeti ve ambiyansıyla da fark yaratıyor. Antik heykeller, gösterişli ahşap masanın üzerine yayılmış sanat objesi kılıklı kitaplar, bembeyaz rabıtalar, deri koltuklar ve taze kahve kokusu. Bir kitapsever için baştan çıkarıcı bir ortam olduğunda sanırım şimdi siz de hemfikirsiniz… (Uzun, hizmet ve ambiyans niteliklerinin artık kitaptan alınan keyfin parçaları olduğunun altını çiziyor.)
Okuma oranı açısında dünya istatistiklerinde gerilerde bir yerde olduğumuz ise O’nun da reddedemediği bir gerçek. Teknolojinin hayatımızdan çaldığı zaman için yorumu ise, konfora karşı koyamadığımız yönünde… “Yok saymak ve görmezden gelmek artık her sektör için imkansız” diyor. Bilakis; Patika Kitabevi olarak bu süreci kendi lehlerine çevirmeyi tercih etmişler. Devrin sunduğu bu yenilikler üzerinden bilgilendirmeler yapıp iletişim kurmayı önemsiyorlar. “Biz de sosyal medya sürecinin insanların kitapla kurduğu ilişkiye, okumaya katkısının ne olacağını ve nasıl olması gerektiğini anlama sürecindeyiz. Asıl amaç bütün kanallardan kitap kültürünü ve hayatımızda olmazsa olmazlığını anlatmak olmalı” diyor. Yakında açılacak web sitelerinden alışveriş yapılabilecekmiş. Ayrıca Patika müdavimleriyle zaten sürekli ilişki içinde olduklarını da vurguluyor. Yakın yerlerdeki ofislere, evlere servis yaptıklarına da birinci elden şahidim. İlk dalganın dışındaki yerler için de her zaman kargo seçeneği mevcut.
Peki, bir kitabevinin güncelliği sadece son çıkan kitaplar sunmasından mı geçer? Uzun hemen kitabevlerinin sadece satış noktaları olmadığını vurgulayarak söze başlıyor. Patika dahilinde yaptıkları imza günleri geliyor aklıma; söylediğine göre bu tip faaliyetler artarak devam edecekmiş. Yine benim gibi Amazon’dan korkan(!), yabancı kitapları da buradan almaya çalışan kesim için faydalı bir haber, bu konuda daha da cesur davranacaklarını duymaktı. Yurt dışından ‘best seller’ ekolü kitaplar değil, farklı temadaki güncel yayınları getirmelerinde en önemli yol gösterenleri, müdavimleri imiş. Onların kişisel kitap tercihleri de Patika’nın seçim yapmasına yardımcı olmuş.
Ekonomik darboğazın ‘trend topic’ olduğu bu ilkbaharda konuya dair fikrini alarak bu metni noktalamak istedim: “Son 15 yılın en katı dönemini yaşıyoruz”, diye anlatıyor: “Bu dönemlerden en çok etkilenenler kitapçılar ve kültür hayatı olur. Biz bu süreci butik kitapçı olmanın tüm artılarına yüklenerek, faydalarını mümkün olduğunca iyi kullanarak geçirmeye çalışıyoruz. En büyük dayanağımız sürdürülebilir olmamız…”
Geçtiğimiz gün organize ettiği gezilerin kalitesi herkesin dilinde olan deneyimli bir turizmci ile bir araya geldik. Son birkaç aydır yurt dışı gezilerle ilgili değişen bir trendden bahsetti. Kendi profilleri diye tanımlayabileceğim, seyahati hayatının bir parçası yapma şansına sahip olan grup seyahatlere yeniden para harcar olmuş. Turizmcimiz bu değişen yaklaşımı insanların tamamen farklı bir ortamda rahatlayabilmelerine, yaşama savaşına bir süre ara verebilmenin cazibesine bağlıyor. Bu kopuşu tam manasıyla yaşamak için tercih edilen, yurt dışı destinasyonlar imiş. Bu amaçla seyahat meraklıları maddi kaynaklarını kıyafet alışverişinden, dışarıda yeme içmeden seyahate kaydırmış.
Buradan yola çıkarak 2017’nin seyyahlarının tercihlerinin ne olduğuna kafa yormaya başladım. Araştırma yaptığım belli başlı turizm kaynakçalarının ve de deneyimli turizmcimizin yorumlarını aşağıda bulabilirsiniz. Yazının sonunda bir de en sevilen seyahat instagram hesaplarından birinin (@travelmodus) yaratıcısı Özlem Avcıoğlu’nun konuya dair yorumlarını da bulacaksınız.
*Lüks kelimesinin giderek yorulduğu konuşuluyor. 4-5 yıldızlı otellerde standart olması gereken servislerin bile ‘lüks’ sıfatıyla sunulmasına itiraz var. Sofistike seyyahların artık şatafatlı dekorasyon unsurlarıyla yaratılan sözde lüks ortamlara karnı tok. İnsanlar kendi lükslerini tanımlayıp onun peşine düşüyor; bir haftalık yoga kampına katılan Nişantaşı kadınlarının ortak duş kullanımına hiç de itiraz etmemeleri gibi…
* Sofistike seyahatçiler için deneyimi daha da kişiye özel kılmanın yolları araştırılıyor. Kalacağınız otel odası için önceden sevdiğiniz kokuyu seçebilmeniz, gerekli banyo ürünlerini sipariş edebilmeniz akla gelen ilk ömeklerden.
* Seyahat programlarına lokal uzmanları katmanın farklı biçimleri de 2017’nin yeni seyahat trendlerinden. Bağlarıyla ünlü bir beldede kendi şarabınızı uzman desteğiyle üretebilmeniz, bisiklet tutkunlarına eşlik için profesyonel bisikletçi rehberlerin seçilmesi gibi…
Profesyoneller ve seyahat tutkunları, tüm süslü ifadeler bir yana gerçek lüksün yavaşlayabilmekten geçtiğinde hemfikir. Güzel bir yemeğin tadını çıkarıp manzarayı uzun uzun izleyebilmek gibi… Aile işletmeleri lokal deneyimi pekiştirmesi adına giderek daha çok tercih ediliyor. Küçük otellerden ise ultra-özgün deneyimler bekleniyor. Doğu Avrupa ülkeleri ucuz fiyatları ve keşfedilmemiş yanlarıyla 2017’nin yeni destinasyonlarından; Küba’nın modası da hala geçmiş değil.
Gün geçmiyor ki halen 20’li yaşlarını süren, okuldan neredeyse dün mezun olmuş gençlerin ‘kendi markalarını kuracak’ları hikayelerini duymayayım.
Önce bir kurumda işi öğrenme, pişme evresini yaşamadan kendilerine bu denli yüksek inanç duymalarını hayretle karşılıyorum. Konum gereği benim görüştüklerimin çoğu bir hazır giyim ya da aksesuar markası kurma eğiliminde. Hepsi yeteneklerinin tam olduğuna kesin kanaat getirmiş. “Önce bir yerde pişsen, deneyim kazansan” dediğimde bana hemen acıklı! stajyerlik deneyimlerini anlatıyorlar. Getir götür işlerini yapmak ah ne kadar da yaralamış onları.
Önce iğneyi kendimize batıralım. Bir X kuşağı mensubu olarak bizde de özgüven eksikliği vardı. Elbette anne babalarının pamuklar içinde büyütüp (aşırı) özenle büyüttüğü bu çocukların kendilerine inançları bizden daha tam olacaktır. Ancak ustası oldukları bilgisayar oyunlarında olduğu gibi tıkır tıkır ‘next level’a geçerek bir hayat yaşayacaklarını sanmaları bence çok tehlikeli.
Bu konuyu Elaidi markasını çok sevdiğimiz, hem kendinin hem de hazır giyimin büyük markaları için yıllardır başarıyla koleksiyonlar üreten moda tasarımcısı Mehtap Elaidi’ye soruyorum. Moda Tasarımcıları Derneği başkanı kimliğiyle genç tasarımcılara yol gösteren Elaidi’ye verdiği ilk tavsiyeyi soruyorum: O da gençlere mezun olduktan sonra öncelikle birilerinin yanında çalışarak deneyim kazanmalarını söylediğini anlatıyor. “Bu işin püf noktalarını öğrenmek için saha deneyimi şart. Bu deneyimi edindikten sonra da mutlaka bir iş planına sahip olarak bu maceraya başlamalarını öneriyorum” diyor. “Moda tasarımcılığı, özelinde yaratıcı bir konu da olsa sonuç olarak bu bir iş ve en azından ilk bir sene önünüzü görebileceğiniz bir pozisyona sahip olmanız marka konumlandırmanızı kuvvetli bir zemine oturtabilir” diye ekliyor.
Moda tasarımı yapma isteği altında gençlerin sosyal medya sayesinde benden daha aşikar olarak büyüdükleri şöhret kavramının da payı büyük. Sahiden, aslınd aherkes ünü olmak istiyor! Elaidi’ye gençlerin şöhret olmada kestirme yol olduğu için de moda tasarıcısı olmayı arzu ettiklerinden bahsediyorum. Onun konunun başlangıç noktasına dair farklı bir tespiti var. Moda tasarımı üzerinden şöhret elde etmek ile marka kurmak arasında ciddi bir fark olduğunu hatırlatıyor.
Kariyer sahibi olmanın uzun soluklu bir iş olduğunu anlayamıyor günümüzün gençleri. Aileleri tarafında sağlanan hayat şartlarını bir norm kabul ediyorlar. Mehtap Elaidi ise kısa sürede elde edilen şöhretin iş layıkıyla yapılmadığı takdirde kattığı bir değer de olmadığında ısrarcı. “Dediğim gibi bu da bir iş. Ne kadar kazanacağınız, izleyeceğiniz yola ve yaptığınız iş planının başarılı olmasıyla doğru orantılı. Emek, her kariyer planında olduğu gibi bu yolun da olmazsa olmazı”.
Gençleri bu kadar çekiştirmek yeter, hakkıyla bu yola baş koymuş olanlara nasıl bir yol gösterelim diye sorduğumda ‘Sürekli kendilerini geliştirmek ve dolu tutmak zorundalar çünkü bir tasarımcı markası sonuç olarak tasarımcının kendinden beslenir ve bu beslenme de karşımıza sezonda en az 4 koleksiyon olarak çıkar. Kendi haznenizde sürekli bu birikimi bulundurmak zorundasınız. Aksi taktirde o güne kadar inşa ettiğiniz her şeyi de kaybedersiniz. Ben aslında bunun da bir havuz problemi olduğunu düşünüyorum’ diyor.
Geçen hafta yaptığım bir ziyaretle burada hayat belirtilerine rastlamak biraz olsun moral vericiydi…
Karaköy ve Moda, İstanbul’un son yıllarda sosyal-kültürel hareketlenmenin gerçekleştiği, kendini yeniden keşfeden semtler. Şehrin bir süredir çektiği kalp ağrılarından özellikle Karaköy nasibini aldı. Turistlerin çok sevdiği ve aslında birkaç sokaktan ibaret bu kurtarılmış bölge, bir süredir ıssız. Yerli ziyaretçiler de belli nedenlerden sokağa çıkmaktan, kalabalık hareketli yere gitmekten çekinince semtten ne yazık ki üst üste kapanma haberleri gelmeye başladı. Geçen akşam Efruz lokantasını keşfe gitmem bende bu çok sevdiğim semte dair biraz olsun umut yarattı. Nihayet akşamları müzik seslerinin geldiği, adedi az olsa da sokakta insanların dolandığı eski günleri hatırlatan bir manzarayla karşılaştım. Semtin saydıklarımdan başka sorunları da mevcut. Roket hızında artan kiralar, gayrimenkul yatırımcılarının Karaköy’ün köşesine bucağına göz dikmesi burayı özgün yapan küçük, bağımsız markaların mücadeleyi kaybetmelerine sebep oluyor. Bir de bizim ‘yaşayan sokaklar’dan anladığımız ne yazık ki bol bol lokanta olması. Sosyalleşme- şehri yaşama kavramımız çoğunlukla sofra etrafında bir araya gelmekten ibaret. Bunda da çarpıcı, yeni örneklerle çok sık karşılaşamıyoruz, tutmuyor. Karaköy’ün en cool kafelerinin olduğu sokağında serpme kahvaltıcı, çaycı ve de son nokta nargileci istilasıyla yüzleşince ‘bu baştan kaybedilmiş bir savaş’ diye düşünmemek elde değil.
Sokaklarında keyifle dolaşacağımız, şehrin özgün ve kuytu köşelerine en yakışan adresler içinde kitapçıların, enteresan butiklerin de olması gerekmez mi? Bu anlamda parmakla gösterilebilecek bir örnek olan Mae Zae adlı mağaza, bugünkü yazımın da konusu...
Şöhret kavramını uzun uzadıya irdelemek de nereden çıktı diyeceksiniz. Geçtiğimiz günlerde duyduğum bir kampanya haberi bu kavramın da yeniden yapılandığını düşündürttü bana. Model Bella Hadid ve kardeşi Amwar, birlikte Zadig&Voltaire markasının son kampanyasının yüzleri olmuş. Tarz denince hala yenilmeyen bir duruş varsa o da Fransızlar’ınki… Hiç uğraşılmamış gibi duran; rahatlığı ön plana alıp aksesuarlarla, doğru saç kesimiyle farkını koyan bu tarzın modadaki en başarılı temsilcilerinden biri, Zadig&Voltaire… Amerikan moda tutkunlarının Fransız tarzına olan hayranlıklarının ispatı, markanın bu topraklardaki başarısı. İlk defilelerini önümüzdeki hafta New York Moda Haftası’nda gerçekleştirecekler, elbette ticari beklentilerine paralel bir karar alarak… Yüzlerini Amerika’nın yeni ‘sevgilileri’ olan Hadid kardeşlerden seçmeleri de işi şansa bırakmayacaklarının ispatı.
Hadid kardeşler Los Angeles’ta yaşayan, Filistin kökenli çok varlıklı emlak kralı Mohamed Hadid’in evlatları. Anneleri Hollandalı Yolanda Hadid; o da Amerikan’ın çok sevilen The Real Housewives of Beverly Hills’in (yine zengin, bakımlı ve şımarık kadınların hayatlarını anlattığı için popülerleşmiş bir diğer proje) yıldızlarından, eski bir Hollandalı model. Bu klasik güzel kadın-zengin adam formülünün üç meyvesi var; Gigi, Bella ve Amwar… Gigi Hadid son zamanların en popüler modeli. Güzelliği dillere destan ama zaten bir Victoria’s Secret modelinden farklı bir randıman bekleyen yok. Gigi’yi bence farklı kılan, görsel dünyanın en büyük gerçeğine dönüşen instagramda da çok popüler bir figur olması. Sokakta çekilen ‘street style’ fotoğrafları, kendisinin ciddi bir iş kadını olduğunun ispatı. Hiç ortalama bir fotoğraf yok çünkü Gigi belki bir profesyonel stil danışmanlığı alıp, yeri geldiğinde fotoğraflarını kendi çektirip ‘fenomen’ olma halini hatasız yaşamaya adamış kendini. Gigi’nin kendisi kadar gösterişli olmasa da bence çok kendine özgü bir güzelliği olan kardeşi Bella da onun ayak izlerini takip ediyor. Marc Jacobs defilesinde yürüyor, Givenchy kampanya çekiminde görünüyor. Son olarak ablasının şahlandırdığı Victoria’s Secret defilesinde o da vardı. Bella’nın da instagram hesabını hiç boşlamadığını yeri gelmişken belirtelim. Erkek kardeşleri Amwar da genç yaşında Hugo Boss gibi bir markanın kampanya yüzü oldu. Üstüne Bella ablası ile Zadig&Voltaire heyecanını paylaşıyor. Şu sıralar dünyada moda, şov ve ‘celebrity’ dünyası üzerine haber yapan her mecrada bu iki kardeşin işbirliğinin haberi var. Bu sayede markanın adının ne çok duyulduğunu varın siz hesap edin.
Özellikle instagramın keşfiyle moda dünyasının dinamiklerinde artık köklü bir değişiklik söz konusu. Markalar şimdi sadece guzel bir yüzden fazlasını; yanındaki ilgi çekici hikayeyi de istiyor. Hadid kardeşlerin şatafatlı hayatı da bugünün insanının duymayı, görmeyi en istediği türde. Onlar da günde bilmemkaç post paylaşarak bizi bu oyuna canı gönülden buyur ediyor. Üstüne annelerinin ve Bella ile Amwar’ın Lyme hastalığından muzdarip olmaları hikayelerine o gerekli ‘onlar da insan’ tadını da katıyor.