Tam 25 yıllık aralıksız yayın geçmişiyle örnek dergilerden biri The Guide İstanbul. Kurucusu sadece bu dergiyle değil, hazırladığı yemek kitaplarıyla da bugünün mutfak profesyonellerine ilham vermeyi başarmış bir yayıncı; Lale Apa. Apa, babasının büyükelçiliği döneminde dünyanın farklı köşelerinde takip ettiği şehir dergilerinden ilham alarak bir muadilini İstanbul için yaratmış. Markanın şimdi başında aile geleneğini yaşatmak üzere heyecanla yola çıkmış olan Dilara Apa var. Yalnız kendisi şu sıralar tüm mesaisini The Guide Shop adlı e-mağaza projesine harcıyor. Bir koltuğa birden işin sığdırıldığı (Aynı ekip The Guide Bodrum dergisini de hazırlıyor) çalışma ortamında Dilara Apa, oturmuş bir dergiyi yönetmenin tadını çıkarsaydı şüphesiz O’nu daha rahat günler bekliyor olurdu… Yine de onun için yeni bir ‘challenge’ olarak tanımlanabileceğimiz bu projenin heyecanının zahmetine üstün geldiği konuşurken hemen anlaşılıyor.
www.shoptheguide.com, uzun süredir kurulan bir hayalin gerçekleşmesiymiş. Bu e-dükkan projesiyle ilgilenmek üzere Dilara Apa yayın yönetmenliği bayrağını devretmiş ve özel emek isteyen The Guide Shop projesine odaklanma fırsatı bulmuş.
Gelelim e-dükkan projesine… Dergi ekibinin Kapadokya’dan Bodrum’a Karadeniz’den İstanbul’un ara sokaklarına Türkiye’nin dört bir yanını gezerken yöresel zenginliklerle tanışması, yerel ustaları keşfetmesi bu projenin ateşleyici gücü olmuş. ‘Ülkemizin köklü geçmişini, geleneklerini tanıtmak amacımız. Ebru sanatı örneklerinden tekstile, usta işi bakır parçalardan kaybolmaya yüz tutmuş oniks sanatına; göstermek-tanıtmak istediğimiz ürünlerle karşılaşıyorduk. Bugün bu kıymetli ustaların marifetlerini günümüze adapte edilmiş şekliyle sunmaya uğraşıyoruz. The Guide Shop’un koleksiyonlarını; çağdaş tasarımcılardan özenle seçtiklerimiz, The Guide ile gezerken bulduğumuz zanaat işleri ve yine bu amaçla kurduğumuz kendi tasarım markamız LCP’nin ürünleri oluşturuyor” diyor. Kendi sözleriyle ‘Bu dükkan, aslında The Guide İstanbul’un ruhunda yatan 25 yıllık detaycı hikaye anlatıcılığının somutlaşmış hali’…
The Guide Shop için memleket çapında yaptıkları araştırmalar esnasında ekip bir yandan hikayeler de biriktiriyor. ‘Bu sıralar sizi en etkileyen ürün nereden çıktı’ diye soruyorum. Son Karadeniz keşif gezilerinde tanıştıkları butik bir çay markasından bahsediyor. Çayların körpe yapraklarından içimi rahat ve tadı nefis;sınırlı sayıda üretilen bir çay ürettiklerini heyecanla anlatıyor. Orta Anadolu gezilerinde karşılarına çıkan özel bir peynirin hikayesi de başka bir alem. Yer altında küplerin içinde üretilen ve İstanbul’dan havalı şeflerin siparişi verip tam 5 sene eskitilmesini beklediği özel bir peynir markası, bahsettiği... Yine yurt dışından ziyarete gelip Konya’da ve Avanos’ta keşfettikleri ustaların yanında çalışmaya başlayan yabancı uyruklu ustaları hatırlıyor. Bu arada “Türkiye’de karşılaştığımız özel deneyimleri, hikayeleri paylaşmak en büyük keyfimiz” diyen yayıncı/girişimci Dilara Apa’nın girişiminin hızla büyüdüğünün kanıtları da mevcut. Sadece ticaret yapmanın ötesinde bir kültür elçiliği görevini de yerine getiren bu genç kadının yaptıklarının, gerçek vatanseverlik olduğunu düşünerek ayrılıyorum yanından…
Plak meraklılarının ilk günden mesken eylediği, tembel pazar günlerini geçirdiği bir dükkandan bahsetmek istiyorum size. Özgünlüğüyle ‘yoldan gönüllü çıkanların’ keyifli hikayesini yansıtıyor.
Cihangir’in yok olmaya yüz tutan bohem yüzünü şimdi Çukurcuma temsil ediyor. Ne yazık ki mumla arar olduğumuz Pera mimari dokusunun varlığı, her yerin -şükürler olsun- sadece kafeden/serpme kahvaltıcıdan ibaret olmayışı, hala eski dükkanlarını muhafaza etmesi, üstüne Blok Art Space gibi İstanbul Tour Studio gibi özel kurumların merkezi olmasıyla Avrupa yakasının en kişilikli semtlerinden. Benim gibi İstanbul’un icat edilmiş ‘yaşam merkezlerini’ ya da sırf evin içinde yaşanan, sokağı cansız-sessiz Boğaz köylerini reddeden bünyeler için Çukurcuma’nın hep yeni bir önerisi var. Bunlardan biri de hi-fi müzik sistemleri satan, 3 katlı zarif bir binada yer alan Rehavet Çukurcuma.
Kurucuları grafik sanatçısı/bayıldığımız Kağıthane mağazasının yaratıcısı Emine Tusavul ve fotoğrafçı Reha Arcan. Dükkanda Tusavul’un diğer markası Kağıthane’den grafik çalışmalar, müşterilerle ‘mini sergi’ niteliğinde buluşan fotoğraf işleri sergileniyor ama aslan payı elbette hi-fi müzik sistemleri ve tabii kasalarda sıralanmış plaklarda…
Sabahları tüy gibi hafif uçarken görüp imrendiğim Pınar Mumcu koşu üzerinden parçası olduğu Rundamental oluşumunu anlatıyor.
Kendisi aydınlık yüzüyle neredeyse bir atlet seviyesine taşıdığı koşma hobisini anlatırken ‘neden ben de yapmayayım’ dedirtiyor insana. Hep hareketli bir insan olduğunu anlatıyor; ince çevik bedeni bu yorumunun ispatı. Yıllar içinde türlü spor dallarını merak edip hayatına sokmayı başarmış. Nihayet ‘bu benim’ dediği hobisi ise artık Rundamental çatısı altında bir işe de dönüştürdüğü koşmak olmuş.
Yurt dışı gezilerinde gördüğü sabahın erken saatlerinde koşan insanların şevkiyle işlerin farklı bir seyir aldığını anlatıyor. ‘Koşabiliyorum’ noktasına gelmesinde spor kulübünde koşu bandı üzerinde harcadığı mesailerin payı büyük. ‘İlk sokak koşumu yapmama sevk eden ise 5 yıl önce bir markanın organizasyonu oldu’, diyor Mumcu. Bu yarışa hazırlanmak üzere başladığı antremanlar, insanların birlik olup birbirlerini nasıl motive ettiklerini gördükçe düzenli bir hal almış. Hemen gerekli ekipmanlar sağlanmış ve bugünün ‘yarı maraton koşucusu Pınar’ projesi bu sayede gerçekleşmiş. Kendisi şimdi koşu sayesinde tanıştığı, ilham veren bir grup insanla koşuyu merkezde tuttuğu, farklı sosyal aktiviteleri de paylaştığı bir hayat yaşıyor.
Yol göstermelerini isteyen insanlarla karşılaşmalar, bu dost grubu ‘Rundemental’ projesini hayata geçirmeleri yönünde tetiklemiş. Koşu grubunun üyeleri kimdir diye soruyorum: ‘Farklı meslekler, geçmişlerden gelen bir grup çok becerikli insan’ diye tanımlıyor. “Başlangıç aşamasında bazı hedeflerimiz vardı; iyi koşan, iyi kalpli, spora özendiren insanların oluşturduğu bir koşu grubu olmak. Şu anda bunun biraz daha ötesine geçmiş durumdayız. Başarı başka başarıları, iyilik başka iyilikleri çekiyor”, diyor.
Bugün Rundamental koşu grubu olmanın ötesinde, üyelerinin farklı kulvarlardan iddialı markalarla iş birlikleri yaptığı bir platform kimliğiyle fark yaratıyor. Sadece markaların logolu tişörtlerini şehrin köce bucağında koşarken giyme tertibinden farklı bir iş birliği, bahsettiğimiz. Rundamental üyeleri bu markalar adına dijital platformlar üzerinden özel içerikler geliştiriyorlar. Pınar Mumcu ‘organizasyon yapmak ve sanal fikirleri hayata geçirmek bizim işimiz’ diyor: “İletişim kanallarımızın çokluğuyla, bize gelen sorulara cevap verme hızımızla fark yaratmayı hedefledik. Dünya üzerinde kendine ait mobil uygulaması olan ikinci koşu grubuyuz. Rundamental sempatizanlarının çoğunu mobil uygulamalarla dost insanlar oluşturduğundan mobil uygulamamıza çok hızlı olumlu tepki aldığımızı söyleyebilirim” diyor.
Koşucu dostların gün ağarırken yollara döküldüklerini bildiğimden korka korka haftalık antreman programını soruyorum kendisine.
“Haftanın en az 5 günü antrenman yapıyorum ve günün mutlaka bir bölümünde koşuyor olmam gerekiyor” diyen Mumcu’nun fırsatları heba etmemek adına çantanın bir köşesinde spor kıyafetlerini taşıdığı zamanlar çokmuş. Sadece günlük hayatta değil tatilde de koşmak hayat planlarının bir parçası. Yurt dışı gezi planlarını yaparken şehirlerdeki yarış takvimleri hep elinin altındaymış: “Geçtiğimiz yıl koşusuz bir tatil geçirmedim diyebilirim. Koşu grubumuz Rundamental ile Berlin Yarı Maratonu, Rodos, Akyaka, Kopenhag Yarı Maratonu, Milano 10K Yarışı, Adana Yarı Maratonu gezdiğimiz ve koştuğumuz yerlerden bazıları…” Yaşam biçimi olarak yaklaşıldığında bu ‘koşu dostu’ hayatın hiç de ütopik olmadığında ısrarcı. “İşin sırrı, bu keyfi paylaşacak arkadaş edinmekte. Motivasyon kazanmak için de bunun çok önemi var” diye sırrını paylaşıyor.
Bedri Baykam çalışmalarını ilgiyle takip ettiğimiz, yıllara üreterek meydan okumasıyla hep genç kaldığını düşündüğüm bir sanatçı. Talimhane’nin orta yerinde yer alan mekanın 10. Yaş kutlamaları da hızına şaşırdığımız Baykam’ a yaraşır yoğunlukta geçiyor. Kendisinin burayı seçme hikayesini okurken şahsi anılarım da harekette. Daha önce Tarlabaşı’nda o bayıldığımız, adeta film seti gibi görünen Manastır binasını mesken edinen sanatçılardan biri, Bedri Baykam. “Türkiye’nin Bateau-Lavoir’i” diye tanımladığı, her katında farklı disiplinlerden sanatçıların atölyelerinin olduğu, 19. Yüzyıldan kalma bu mekanda tam 15 yıl çalışmış. Ben de modern dans derslerine katılıp kendimi ‘Fame’ dizisinden bir karakter sandığım bu ‘ütopya’ mekanı üzülerek hatırlarım. Yıllarda geriye doğru yaptığım bu uzun atlamalar size şaşırtmasın. Baykam, kendisine yol açanlar listesinde birinci sırada yer alan babası Dr. Suphi Baykam’ın vizyonu sayesinde çocuk yaşta keşfedilmiş bir dahi sanatçı. Kendisiyle ilgili bundan 2 yıl kadar önce ‘Bedri Baykam’ın Basın Arşivinden’ adıyla yayınlanan kitap tüm bu serüvene ışık tutuyor.
Piramid ismini insanların da kimliklerini bulma yolculuğundan feyz alarak seçmiş Baykam... “Kendi ilgi alanlarımızı, kimliğimizi geliştirme” sürecini taş üstüne taş koyarak bir piramid oluşturmaya benzetiyor. Kimimizin fiziğin matematiğin kurallarından kimimizin Mevlana’dan, Zen felsefesinden etkilenerek ‘bu sonsuz deryanın içinden’ kendi tuğlalarımızı seçerek kendimizi oluşturduğumuzu anlatıyor. Piramid kelimesinin aynı zamanda uluslararası anlaşılırlığının olması da Baykam’ın seçiminde etken olmuş.
Piramid Sanat’ta sizi ‘being Bedri Baykam’ olma yolunda büyük desteğini aldığı babası Dr. Suphi Baykam’ın kocaman bir fotoğrafı karşılıyor. Kendisi hayattayken ne yazık ki henüz Piramid Sanat henüz kurulmamış. Bedri Baykam’ın ‘bu sihirli mekanı mutlak görmesini isterdim’ diye andığı ikinci kişi bir başka Rönesans insanı olan Semiha Berksoy. İlk Türk kadın opera sanatçısı, oyuncu ve ressam Berksoy için “eğer teknik ve resmi olarak hayatta olsaydı –çünkü tüm eserleri, hatıraları ve kahkahasıyla yaşamaya devam ediyor- burada sergi açmak için ortalığı birbirine katardı” diyor Baykam.
Çağdaş sanatın sorunlarının ele alındığı, politik değerlendirmelerin yapıldığı ateşli tartışmaların gündemle eşzamanlı gerçekleştiği bu mekan, ayrıca henüz öğrencilik dönemini yaşayan yetenekli genç sanatçıları da (Balkan Naci İslimyeli atölyesi öğrencileri, Dilan Gerede Erkaya gibi) ağırlıyor. Piramid Sanat açılışları ise ayrı bir alem; orada görmeyi doğal olarak beklediğiniz sanat dünyasının as oyuncularının yanında çevre esnafın, komşuların da açılışları hiç kaçırmaması da keyifle gözlemleniyor…
Son yorumu ise Bedri Baykam’ın kendisine bırakalım. Kendisi ‘Piramid Sanat 10 Yaşında’ adıyla çıkan katalogda 200 yıl sonra tarihçilerin bu 5-6 katlı bina için ‘21. Yüzyıl kültürel ve siyasi halet-i ruhiyesinin pişirildiği yer orasıydı’ diye bahsedeceğinden dem vuruyor.
Fondation Lous Vuitton, adından da anladığınız gibi dünyanın en büyük lüks markası tarafından kurulmuş bir sanat mekanı. Markalaşma adına yaptıkları en önemli faaliyetlerin başında kültür sanata yatırım yapmak geliyor.
Louis Vuitton bu projeyle Frank Gehry gibi mimari eserleri bulunduğu şehre mana katan bir yıldız mimarın eserini de Paris’e kazandırmış. Burası neredeyse bir müze; müthiş içerikli sergileri her kesimden insana iyi vakit geçirirken iki çift şey öğrenme imkanı da sunuyor. Marka bağlılığı yaratmak böyle bir şey; sadece banka kartlarına yapılan taksit sayısını artırarak kazanılmıyor. Belli başlı kurumların tüketicisiyle ticaret bağlamı dışında buluşması, 21. Yüzyılda markalaşma faaliyetlerinin en verimli hali. Sanat üzerinden gerçekleşiyor.
Paul Cezanne
Maison Objet, tasarım ve dekorasyon başta olmak üzere yaşam tarzıyla ilgili akımlara yer vermek üzere her yıl yapılan bir meşhur fuar: konu tasarım ve dekorasyon olduğundan bugüne dek gördüğüm en nezih ortam fuar alanıyla karşılaştığımı peşinen söyleyeyim. Standlar çok özenli, her koridor değilse de belli başlı markaların olduğu salonlarda insan kendini lüks bir mağazada dolaşıyor gibi hissediyor. Dekorasyon işiyle uğraşan profesyoneller, dekorasyon ve mimari dergileri ekipleri yıllardır Maison Objet’ye gelir. Ben bir zamandır gözümü terbiye etmenin yolunun dekorasyon ve -moda harici- tasarım dünyasını yakınen takip etmekten geçtiğine inanır oldum. Bir de mümkünse her seyahati bir mana uğruna yapmaya… Mutlaka belli bir serginin/konserin/vesairenin olduğu dönemlere denk getirmeye çalışıyorum seyahatlerimi… Paris de beni fuarın yanında daha önce eserlerini hiç görmediğim gerçeküstücü Belçikalı ressam Rene Magritte’in retrospektifiyle karşılıyor.
Eserlerine özel ilgi duyduğum mimar Renzo Piano’nun eseri, bu yıl 40 yaşına giren Centre Pompidou’daki sergiye girmek çok meşakkatliydi. Paşa paşa kuyrukta sıra beklerken Paris’in turistlerle dolup taştığını düşünüyor ve İstanbul’la üzülerek mukayese ediyordum ki… şapkamın içine kadar güvenlik kontrolünden geçince işin aslı çıktı ortaya. 2017 yılı itibarıyla durumumuz budur; dünyanın her hareketli köşesinde hayat, maalesef terör korkusu sinmiş şekliyle yaşanıyor.
Bu satırları şehrin dışında yer alan fuar alanını arşınladığım bir günün ardından yazıyorum. Şüphesiz her fuar gibi ilk etapta ticari yanıyla öne çıksa da burası aynı zamanda gelecek eğilimlerin özellikle büyük markalar aracılığıyla ortaya konulduğu bir hızlandırılmış trend kursu… Koridorlarda gezindikçe bayıldığım kimi malzemelerin baskın varlığını görmek hoşuma gidiyor; el yapımı cam objelerin ‘XL’ boyutlularını mesela bir otel lobisinde, çifti başbaşa hayal ediyorum. Biliyorum, bizim pazarın renk eğilimi canlı turkuazlardan, mavilerden yana. Bense en çok duman ve pudra tonlarında olanlara bir de haşmetli siyahlara (jet black dedikleri) bayılıyorum.
Japonlar’ın zanaatkarlıktaki dehası malum; bazı standlarda ustaları iş başında seyretme lüksünü sunuyorlar. İnsanlar bence dünyanın en nazik insanlarını şükranla karışık saygıyla izliyorlar. İskandinav ülkelerinin bu ara çok konuşulan dekorasyon anlayışlarına uygun; kaliteli dokulu ve bir o kadar sakin ve sıcak ev tekstillerinde hafif kırışık bir doku hakim… Bakar bakmaz aklıma üzerine harlı ütüyü basıp kırışıkları dümdüz etmeye yeminli Türk anneleri geliyor… Modası olmayan ne vardı derseniz soğuk, net ve keskin 2000’ler minimalizminin ruhuna bu kesinlikle el fatiha diyebilirim.
Dekorasyon meraklıları için kadife ve yeşil deyip konuyu sonuca bağlamak da mümkün.… Bence albenisini yitirse de belli kitlelerin hala bağrına bastığı ‘flamingo’ gerçeği ise yadsınamayacak kadar gerçek. Zarif mahluk, yine bir aşırı doz olan pembe kadife ile eşleşmiş, zırt pırt karşıma çıkıyor. Bu arada süs biblo kavramı 35 yaş üstü demografik grubun tüylerini diken diken ederken dekorasyon dünyası bunda da evrim gerçekleştirmiş; porselen biblodan çok farklı malzemelerden hayvan figürlü aksesuar modası mevcut. Hayvan derken kasıt kuş at değil; gergedan hipopotam gibi yırtıcı olana bir saygı duruşu sözkonu…
Birincisi giderek daha kaderci birine dönüşmek; kaygılarıma iyi geliyor. Umutsuz bir cesaret, umursamazlık içeren bir ‘koy verme’ hali de değil… Saklanmaktan kaçınıyorum, eve kapanmaktan imtina ediyorum, o kadar. Hayatın da esasen sokakta yaşandığına inanıyorum; yakın arkadaşlarımın bana ‘günde 3 semt yapmazsa içi rahat etmez’ diye takılmaları bu yüzden…
Zaman içinde anladım ki manalı birşeyler yaptığımda kendimi daha ‘tam’ hissediyorum; birinci manalı bulduğum ailem ve sıcak dost meclisleri ise ikincisi de bir şeyler öğrenebildiğim ortamlarda bulunmak. Bilumum kurs&seminere katılarak…
2017’ye de uzayan ‘Klasik Sanat Dersleri’ geçen senenin yeni yıl planlarımdandı; her hafta Mim85’te keyifle devam ediyor. Daha önce birbirinin aynı gibi görüp bir süre sonra ilgimi yitirdiğim klasik eserlere bakışım, derslerin ardından nasıl da değişti! Bir öğretim yılı kadar uzun sürecek ve her salı devam eden derslerin hayatıma getirdiği disiplini de seviyorum. Bu arada Mim85 Kültür Sanat Platformu’nda sanatın farklı disiplinleri dışında konularda da iddialı dersler veriliyor. Erol Mütercimler’in de her salı yaptığı ‘Siyasetin Gündemi’ dersleri gördüğüm kadarıyla tıka basa dolu geçiyor.
6 hafta sürecek ve henüz başlamış bir şahane program da Sakıp Sabancı Müzesi’nden… SSM Yetişkin Eğitimi Programları kapsamında Prof. Dr. Nurhan Atasoy tarafından verilen “Osmanlı Yaşamı” seminerleri bu duayen hocamızın anılarıyla da renklenen sohbetlere dönüşüyor. Sanat tarihi uzmanı Nurhan Atasoy’un seçtiği konular Osmanlı Bahçeleri’nden Osmanlı Çiçekleri ve Avrupa’ya; Süleyman Devri’nin İki Dev Sanatçısı tezhip ustası Kara Memi ve Matrakçı Nasuh’un hikayelerine ve hocanın uzun yıllar çalıştığı Topkapı Sarayı’na dek uzanıyor. Ecdadımızın özellikle Lale Devri’nde ne denli inceliklerle bezeli bir hayat sürdüğünü hayranlık ve özlemle dinliyoruz.
Nurhan Atasoy
Bir de benim gibi Şehir Tiyatroları’nın repertuarına mesafeli grubu tiyatroya kazandıran yeni oluşumlar var. Toy İstanbul gibi… Ortalığın ayağa kalktığı, herkesin –nasıl olacaksa- mütemadiyen gitmekten bahsettiği bir dönemde bağımsız tiyatro ekiplerine bir yaratıcı ortam ve sahne sunarak işe başladılar. Şimdi belli aralıklarla değişen oyunları sayesinde hem yeni yazarları hem de yeni yüzleri tanıyoruz. Ticari kimliği geri planda kalan bu ‘vakıfvari’ yapıda bir de fatölye programlarıyla senaristlikten oyunculuğa farklı dersler veriliyor. Merak edenler yeni sanat mekanını bu gece ‘Kenardakiler’-Neva Tiyatro’nın sahneye koyduğu oyunla keşfedebilir.