Levent’te uzun zamanlar geçirmeyi isteyeceğiniz şıklıkta bir showroom, Seasons&Stories’in karargahı. Burada belli markaların kıyafet/çanta koleksiyonlarından özel parçalar ve özellikle belli dönemleri yansıtan aksesuar koleksiyonları satışa sunuluyor. Bu girişin merak uyandırdığı okurlar için bahsedilen markaların Chanel, Yves Saint Laurent, Schiaperelli, Lanvin gibi devler olduğunu belirtelim ki iştahları daha da yükselsin!
İşin başında bir süredir moda/tasarım dünyasındaki kariyerini vintage moda ürünleri üzerine odaklamış bir isim, Ahmet Gencehan Güneş bulunuyor. Güneş’in macerası yine memleketin vintage kavramıyla buluşmasında emeği olan bir diğer markası olan Au vintage’da başlamış. Ahu Yağtu’nun sahibi olduğu bu kurumda marka yöneticisi olarak çalışırken sadece bir iş değil, kendine ait sesi de keşfettiğini anlatıyor Ahmet Gencehan Güneş… Bu ilgi onu bugün aynı zamanda online satış platformu da olan Seasons&Stories’i kurmaya yöneltmiş.
“Her tip vintage ürün sizin portföyünüzde yerini buluyor mu” diye soruyorum. Zira showroom’u gezerken de algılandığı üzerine, daha özel vintage parçalar Güneş’in markajında… Bu parçaları bulmak için kilometreler katetmekten, biteviye araştırma yapmaktan yüksünmeyen Güneş için özellikle vintage takı konusu tutku olmaktan çıkmış ve giderek genişleyen kitlelere hitap edeceği bir işe dönüşmekte…
Eski ile bir dargın bir barışık ilişkisi olan insanlarız. Kültürümüzde her şeyin yenisini beğenmeye dair bir eğilim söz konusu; o yüzden eski ve kişilikli apartmanların da yerine yenilerini dikiyor, durmuş oturmuş mekanları korumak yerine biteviye bir dekorasyon merakıyla didiklemeye devam ediyoruz. Bu algıyla yürüyen topraklarda taş değil, marka ve dönem değeri olan takıları satmaya girişmek iddalı değil mi? Güneş, bilakis, belli referansları dile getirerek vintage takı konusunun önünün açıklığını vurguluyor. Baş dayanağı, ilhamını geriye dönüp arayan büyük moda evlerinin tavrı. “Şu sıralar popülerliğinin zirvesinde olan Gucci’ye bakın, orijinal köklerinden yola çıkarak kendini yeniden yarattı. Balenciaga’nın çığır açan yeni tasarım dilinde detaylı bir arşiv çalışmasının izleri var. Vintage tasarımlar moda dünyasının ebedi ilhamı, elbette sokak modası da bundan nasibini alıyor. Tarzıyla sosyal medya fenomenine dönüşmüş çoğu ismin başlıca stil sırlarından biri, kullandıkları vintage aksesuarlar, kıyafetler…” diyerek devam ediyor.
Mücevher kültürü Kapalıçarşı sayesinde hayli gelişmiş Türk kadınının modayı takip etmeyi sevdiğini de bu köşede daha önce de dillendirdim. Ahmet Gencehan Güneş de aynı fikirde: “Türkiye, modayı yaratan ülkeler arasında yer almıyor olsa da sosyal medyayı çok seven Türk kadını, son dönem trendlerini daha hızlı yakalayabiliyor. Seneler önce bir başkasının kullandığı aksesuarı satın almak oldukça garip gelirken, şimdilerde moda değeri artan geçmiş koleksiyonlardan parçaları toplamak, kullanmak ya da koleksiyonunu yapmak modaseverler arasında heyecan yaratan bir durum haline geldi.”
Türk tasarım dünyası içinde yer alan nice yeni marka var; hepsinin başarılı olması elbet gönlümüzden geçen... Ama aralarında dersini iyi çalışmış, marka konumlamasını yolun başında yapıp buna riayet eden, tasarım çizgisi ve malzeme kalitesinden ödün vermeyen markaların arayı açtığı da bir gerçek. Konu mayo ve sahil giyimine geldiğinde piyasaya çıkar çıkmaz şöhret kazanmış iki markadan söz edeceğim size. Alman usulü tatil planlarını erkenden yapan o ayrıcalıklı kesim, şimdiden modellere alıcı gözüyle bakmaya başlasın.
Buse Uğur ve Ezgi Bozkurt’un ortak projesi olan bu mayo markası İstanbul’un ‘boho chic’ genç kadınları arasında çok tutuluyor. Buse Uğur bale kökenli, dans ettiği dönemlerde de kendi bale mayolarını tasarlarmış. Plaj için istediği gibi yalın çizgili tasarımlar bulamaması, 5th Position’ı kurmada itici gücü olmuş. Kendine özel yaptığı mayoların çevreden gördüğü ilgi, 5th Position’ın kurulmasını hızlandıran nedenlerdenmiş.
Ortağı Ezgi Bozkurt ise endüstri tasarımcısı ve modelliği de birlikte yürüten bir isim. ‘Tek parça mayo giymek bir süredir moda. Türk kadınının reaksiyonu nasıl oldu sizce’ diye sorduğumda giderek artan bir ilgiden bahsediyor Bozkurt… “Olumlu yönde ciddi bir değişim var”, diyor: “Güneşlenirken bikiniyi tercih eden, tek parça mayonun sadece ince uzun silüetlere yakıştığını düşünen, mayoların kuruma hızıyla sorunu olanların sayısının azaldığını görüyoruz.” Tek parça modeller sanılanın aksine pek çok kadın için daha garantili bir seçim, aslında. Bozkurt, bedeni bölmediği için tek parçaların ince bir silüet yarattığının altını çiziyor. Bir de 5th position tasarımlarında çift kat kumaş tercih etmelerinin vücutta korse etkisi yaratmada da katkısı oluyormuş.
Şahsen üst niyetine giyilen tek parça mayoları oldum olası şık bulurum. Yaz boyu etekle, sortla gayet güzel bir araya gelen bu parçanın şık partilerde yüksek bel pantolonlar, hatta takım elbiselerle bir arada giyilmesi fikrini Ezgi Bozkurt’tan dinlerken hemen ikna oluyorum! “Tek renk mayo seçecek olsanız…” cümlemi Buse Uğur anında tamamlıyor: “Öncelikle denemeye açık olmak lazım. Başta bana bu kesim/bu renk yakışmaz deyip deneyince fikrini değiştiren çok müşterimiz var. Favori rengin ne diye sorarsanız, cevabı belli: Kesinlikle beyaz…” diyor.
Tasarımcı Ceylin Türkkan hal ve gidişinden son derece memnun oldukları markaları Sand&Blue’dan bahsedildiğinde sözü hemen yola birlikte çıktığı ortağı Dilek Arslanoba’ya getiriyor. Arslanoba ile daha üniversitede ikinci sınıfta okurken ortak olmalarını kendisi için dönüm noktası olarak nitelendiren Türkkan, “Hayatta hayal etmek kadar etrafınızı kimin çevrelediği de bir o kadar önemli. Size ayna tutacak, hayallerinizin peşinden gitmeye teşvik edecek ve yardımcı olacak insanlara ihtiyacınız var”, diyor.
Tasarımcı için bu denli az malzeme ile kendini ifade edecek bir ürün ortaya çıkarmadaki ‘meydan okuma’ faslını seviyor Türkkan. Kadın vücudunu kabullenen, ortaya çıkaran, az kumaş ve aksesuar kullanarak türlü tasarım yapabildiğiniz bir giyim unsuru olduğu için mayo/bikini tasarlamaktan aldığı keyfi aktarıyor.
‘Moda artık bitti, koleksiyonlar kendini tekrar ediyor’ yorumlarına 2 yıl evveline kadar itirazım yoktu. Ama son zamanlarda kalıba getirdiği yenilikle olmuş-oturmuş bir dev marka olan Balenciaga’ya yeni soluk getiren Demna Gvasalia’nın aynı zamanda kendi markası Vetements için de yaptıklarını görünce heyecanlandığımı ve tasarımlarına bir moda takipçisi olarak sahip olmayı istediğimi de belirtmeliyim. Zira ‘yeni’, çoğu yaratıcı konuda olduğu gibi moda için de bir anahtar kelime. Modanın bizi eğlendiren, keşfetmeyi isteten yönünün belki de en kestirme ifadesi, öyle değil mi?
Geçen kıştan gardrobuma eklemeyi hemen ve derhal istediğim son unsur ise korseler oldu. (Her davetin kurtarıcısı iç çamaşırı korseler değil, bahsettiğim.) Bir kalın kemer gibi kıyafetinize adapte ettiğiniz bu aksesuarı geçen kış Prada defilesinde keşfedeli beri seviyorum. Giyinirken, özellikle de farklı bir tarzı denerken gizli testim klasik zevklere sahip erkeklerin reaksiyonuna bakmak... ‘Karşı’ tepki aldığımda içten içe doğru yolda olduğumu bilirim. Benim gibi stiline sadık kalırken yeni oyuncaklar keşfetmeyi seven, modanın aslında eğlenmek olduğunu düşünen herkese de bu metod tavsiyemdir. (Çoğu erkeğe kalsa hepimiz mütemadiyen ince askılı elbiseler, uzun saçlar ve topuklu ayakkabılarla dolaşan prototipler olurduk…) Genç bir tasarımcımızı keşfetmem de yaptığı korseler üzerinden oldu. Seçimlerini çok beğendiğim luxuryshoppers.com ekibinin sitesinde adını fark ettiğim Aybike Karayel, eski usul moda tasarımı eğitimi almayı da üstüne styling derslerini eklemeyi de atlamamış. Belli ki öncelikle dersini iyi çalışmış bir isim. Sektörde farklı kurumlarda deneyim kazanmasının ardından tasarımlarını adıyla aynı markayla satmaya başlamış. Bu aşamaya hızlı gelmesinde aslında yaşadığı tatsız bir deneyimin de payı var. Çizimlerinin kopyalandığını gördükçe tüm kontrolün kendine ait olacağı, imzasını baştan atabileceği bir format düşünmüş ve popüler instagram yetişmiş imdadına… ‘Satışı da instagram üzerinden yapıyorum,’ diyor Aybike Karayel: ‘Tasarımlarımın hepsi bana ait, hepsini kendim dikip tasarlıyorum. Aybike Karayel olarak kurduğum markamda sizin seçiminiz olan korselerin yanında el yapımı kadın figürlü küpeler de Jane Birkin çantalar da saten pijamalar, ayakkabılar da var.’ Markanın Türkiye dışında Portekiz, İngiltere, Suudi Arabistan'a da satışı mevcutmuş. (Meraklıları ürünleri tasarımcının aynı adlı instagram hesabından takip edebilir.)
Bu genel hal ve gidişin ardından benim markayla tanışmama vesile olan korselere geldi sıra… Karayel korselerinin hiç de benim sandığım gibi avangard
algılanmadığını anlatıyor. Hızla satılan-beğenilen bir parçası olmuş koleksiyonun. ‘Bu beğeniyi neye yoruyorsunuz’ sorumun karşılığı, yine sosyal medyanın gücü oluyor: ‘İnsanların instagram, pinterest, tumblr üzerinden hızla keşfettiği bir aksesuar oldu. Bir de henüz mağazalarda yokken sunduğum bir ürün olması da dikkati üzerine çekti’ diyor. Ben koton korseleri uzun gömlekler üzerinde seviyorum, ama Aybike Karayel koleksiyonunda ayrıca saten ve deri versiyonları da var. Artık neredeyse her moda aksesuarında olduğu gibi (gündüz gözüyle takılan avize küpeleri düşünün) günün her saati kıyafete eklenebilen parçalar, korseler… Esas soruyu sona saklıyorum. Korse fikrine sıcak olsa da nasıl kullanacağını bilemeyenler için kestirme tarifler neler olabilir? ‘Gündüz kullanımında düz bir elbise, tişört, kapuşonlu üst, kazak ya da söylediğiniz gibi gömlek üzerine kullanılabilir,’ diyor. ‘Gece içinse 90'ların geri gelen modası ince askılı kombinezon elbiselere, saten üstlere hareket katacak bir parça bu. Ayrıca korselerin 2017-2018 yaz ve kış koleksiyonlarında da karşımıza çıktığını eklemeliyim. Yani modayı yakın takibi sevenlerin görmeye kullanmaya alışması gereken bir parça olduğunu söyleyebilirim’ diyor.
Şimdi Sofa, yine bir başka İstanbul efsanesi semt üzerinden yoluna devam ediyor. Galata'nın en sevilen sokaklarından birinde; Serdar-ı Ekrem'de açılan Sofa Galata'da o alıştığımız zevk sahibi seçimlerin devamıyla karşılaşıyoruz. Gözümüz ilk girişte bizden ve yakın coğrafyalardan yabancı ressamların özgün resimlerine takılıyor.
Yine Sofa denince akla gelen ve etnik takılara ilginin yükseldiği bu bahar mevsimi için yeniden keşfi hak eden antika mühür yüzüklerin en güzellerinden bir seçki, şahsen beni burada en heyecanlandıran seçeneklerden. Memleketin güzide seramik sanatçılarının, heykeltraşlarının elinden çıkma objeler sanatsal değerlerinin yanında farklı kullanımlara imkan vermeleri yüzünden de aklımı çeliyor.
Sofa Antiques'in kendi gibi marka olmuş sahiplerinden Kaşif Gündoğdu (Sofa onun ve eşi Dilek hanımın ortak projesi) Galata şubesinin belki daha küçük ama Nur-u Osmaniye ile aynı ruhu taşıyan bir mağaza/galeri olduğunun altını çiziyor. Yeni Galata müşteri profilinin ilgisi koleksiyonun başka parçalarına mı yöneldi diye soruyorum. Yaptığım bu ikinci Nur-u Osmaniye/ Galata mukayesinin de kazananı yok. Tıpkı iki dükkanın ortak karakteri paylaşmaları gibi, müşteri profilleri de aynı bakış açısı etrafında birleşmiş: "Bu galeride müşterilerin en çok ilgi gosterdiği... diye bir kavram yok ve olamıyor çünkü koleksiyon epey çeşitli, ender ve eski parçalardan oluşuyor" diyor Kaşif bey.
Yazının daha girişinde anmadan geçemediğim mühür yüzükler ve özgün resim koleksiyonuna geliyor konu. Mühür yüzükler belli bir zamandan beri imal ettikleri, eski çağlara da gönderme yapan bir koleksiyonmuş. "Mühür ve fragman çeşitli olduğu sürece montürleri de onlara uyumlu tasarlıyoruz. Tasarımlarımızda farkı yaratan, önemli bir detay bu... Resim koleksiyonumuz ise eski-yeni/ tanınmış-tanınmamış imzalar seçkisidir."
Galata'nın keyifli köşelerinden birinde yer alan dükkanla Sofa için yeni bir semtin keşif süreci de başlamış. Kaşif beyden yıllardır ikamet ettikleri Nur-u Osmaniye ile keyifli Serdar-ı Ekrem'i mukayese etmesini istiyorum. Öncelikle Galata'daki mahalle kavramının varlığından bahsediyor. Nur-u Osmaniye'nin daha kitle turizmine yönelik bir bölge olduğunu hatırlatıyor. Ve her iki nokta da yerli/yabancı turistlerin ortak durağı olsa da Galata'nın kendi 'sakinleri'yle yaşayan, semt kimliğine sahip olmasının bir değeri olduğunu vurguluyor.
Ortalamanın üstü moda bilgisi olan, vintage moda fotoğraflarına bakmaya hevesli gruptan ‘Ama Jane Birkin..!’ nidasını duyar gibiyim. Gelin, Jane Birkin’i bulduğumuz yere bırakalım öncelikle. Kendisi moda tarihinin en meşhur ilham perilerinden biri. Bildiğimiz meyve sepetini koluna taktığında da adına ithaf edilen ‘Hermes Birkin bag’le dolandığında da aynı derecede baş döndürücü olan Jane Birkin, bu haliyle rol modeli olmanın çok ötesinde. Bir de bu sempatik, yazın renkli tonlarına pek bir uyumla eşlik eden hasır çantaları mesire yerlerinde taşıması kolay. Bizim testimiz Şişli’de, Kadıköy’de, şehrin göbeğinde kolumuzda bir sepetle yürümekle gerçekleşecek. Ama nasıl?
Konuyla ilgili her ikisinin de hasır çantaları çok beğenilen markanın yaratıcısıyla bir araya geldim. Birincisi Love&Can Bags’ın yaratıcısı Nihan Gider. Hep ilgi duyduğu estetik dünyanın içine bambaşka işler yaparken çekilmiş. O keyifle çok sevdiği bir parça olan çanta tasarımına yoğunlaşmaya karar vermiş. Aldığı olumlu yorumların onu güçlendirdiğini söylüyor. Bodrum’da yaşıyor olmanın ilham konusunda desteği olduğunu ise hiç saklamıyor. Begonvil pembesi, zeytin yeşili, kumun dokusu ve en ihtişamlı etkiye sahip olan Bodrum Kalesi… Malzemelerinin kalitesi kadar işleve de önem verdiğini anlatan Gider, hasır çantaları ‘çabasız şıklık için harika aksesuarlar’ olarak tanımlıyor. Kendisine markalı çanta kullanmayı seven Türk kadınının bu modaya adapte olmasına dair şüphelerimden bahsediyorum: “Artık her şeyden o kadar çok var ki, bu sürekli değişen moda akımlarından belki de yorgun düşüyoruz. Daha kendimiz gibi olmak, tek tip olmaktan sıyrılmak istiyoruz. Hasır çantaları hep tatille özdeşleştirdiğimiz doğru. Ama Jane Birkin’in 70’lerde kürk ceketi ve yumurta sepetiyle olan fotoğrafına bakıp o tavırdan, duruştan etkilenmemek de imkansız. Ben de Shele Bodrum ve Shele Helen hasır sepet çantalarımı gündelik hayatta kullanacak şekilde tasarladım, kendim de öyle kullanıyorum.” Çantalar tasarlarken birtakım püf noktaları da göz ardı edilmemiş. Hem uzun hem de kısa askı seçenekleriyle sunulmaları gibi. Ayrıca içlerini de rahat kılmaya özen gösteren Gider, bu çantaları hem gece hem de gündüz kullanmak için tasarladığını anlatıyor. “Love&Can çantaları yaparken hep gülümseyen kadınları hayal ettim”, diyor: “Coşkulu, bol kahkahalı, kendine has tarzı olan kadınları…” Çantalarına keten elbiseler kadar hasır şapkaları, kaftanları, ipek ya da keten pijama takımları, vintage iri küpeleri ve kolyeleri yakıştırıyor. Baharı ve yazı çok seven tasarımcı hep bu mevsimleri hayal ederek çalıştığını ama önümüzdeki kışla birlikte basket hasır çantaların kışlık versiyonlarını sunacağının da haberini veriyor.
Hasır çantalarının işçiliğine, bir dekorasyon objesiymişçesine şıklığına bayıldığımız bir diğer marka da Tullaa. Kurucuları Tülay Arslan ve Beliz Fırtına, Tullaa’nın bir gün uyanıp da karar verilen bir proje olmaktan öte yılların birikiminin dışa vurumu olduğunu anlatıyorlar. Tekdüzelikten sıyrılmış, farklılık yaratan ürünler tasarlamak çabasındalar. “Bu da koleksiyon içi koleksiyon yaratmaya neden oluyor”. Gelelim konumuza… Tullaa hasır sepetleri neden sevdi? Tasarımcı Beliz Fırtına, “Jane Birkin’den çok bana doğup büyüdüğüm Ege’yi hatırlatıyor, hasır sepetler… Romantizmi ve doğallığı simgeliyor. Deniz kenarında yaşarken günlük hayatımızın bir parçası olan hasıra ilginin, giderek öze, organiğe ve doğaya dönüşün artmasıyla alakalı olduğunu düşünüyorum.“ Tullaa’nın çıkış noktası, dokusu farklı materyaller ile renkleri harmanlayan, özgün ve günlük kullanıma da uygun çantalar tasarlamakmış. Ürünlerini 60’ı aşkın kadından oluşan bir atölyede üreten Tullaa’cılar malzemesiyle ortamıyla her şeyden once işin ruhunda doğallığın yattığını anlatıyorlar. Ürünlerin her birinin %100 el işi olması hasır çantaların o gönül çelen sempatikliğine de muhakkak katkıda bulunuyor. “Bu yaz başka neler çalıştınız” diye sorduğumda sevinerek yeni temalarını paylaşıyorlar: Uzakdoğu… Tullaa’nın bu temayla ürettiği yelpaze ve çiçek motifli, doğal taşlarla süslü portföylerinin de püsküllü tekerlek ve kutu çantalarının da ortak noktası, insana sıcak gelen, birlikte yaş alınacak aksesuarlar olmaları…
Pozitif tarafından hayata geçirilen festivale henüz iştirak edemedim. Ancak sosyal medya ve ötesindeki fotoğraflarını inceleyip de etkinliğe bayılmamak, orada olmayı istememek ne mümkün? Kapadokya kendi ıssızlığının içinde daima benzersiz: görkemli. Bu arka fona bir de açık hava konserlerini, açık havada yapılacak aktiviteleri, şafak vakti yoga seanslarını, yörenin lezzetlerini profesyoneller eşliğinde keşfetmeyi ekleyin. Türkiye’nin olağanüstü coğrafyasının tadını farklı açılardan çıkarabileceğimiz, ne iyi düşünülmüş bir etkinlik, öyle değil mi? ‘Sadece Türkiye’nin değil dünyanın en güzel, mistik ve heyecan verici coğrafyalarından biri olan Kapadokya’da algıların farklı çalışacağı, doğal ve tarihi mekânlarla müziğin bir araya geleceği küresel bir festival düzenlemek’ Pozitif’in kurucularından ve birkaç yıl önce kaybettiğimiz Mehmet Uluğ’un hayallerinden biriymiş.
Pozitif ekibinin deneyimli oldukları diğer festivallerin aksine her detayını ilk kez keşfedip hayata geçirdikleri Cappadox’un çıkış noktası, müzik ve doğayı bir araya getirmekmiş. Ortaya çıkan yalnız müzik değil; çağdaş sanat, gastronomi ve açık hava etkinlikleriyle birlikte farklı disiplinleri içeren bir özel program olmuş.
Cappadox adını ilk duyduğumda yabancı organizatörlerin bir parlak fikri sandığımı itiraf edeyim. Bu yazıyı yazmamda geçmiş bilgi eksikliğim de payı var; memlekette böylesi etkileyici bir organizasyon yapılırken detayını daha iyi biliyor olmamız lazım. Etkinliğin ismi de yabancı bir oluşumun ürünü olduğunu düşündürtmüştü, yanlışmış: Kapadokya isminin kaynaklarından birinin bölgedeki Kızılırmak'ın bugün Delice Çayı olarak anılan Cappadox kolu olduğu düşünülüyormuş. Etkinliğin ismini geçmişten, suyun beklenmedik doğasından, akışkanlık ve doğurganlıktan almasının yakışıklılığı ortada...
*Kapadokya’nın coğrafyası ve atmosferiyle uyum içinde olacak,
*Doğayla yarışmayacak, bastırmayacak deneyimler sunmak çerçevesinde şekilleniyormuş Cappadox’un programı... Hazırlıklar bir yıla yayılan süreçte gerçekleşiyormuş. Cappadox’a katılacak müzisyenler, sanatçılar, tasarımcılar, akademisyenler ve araştırmacıların olduğu yaratıcı ekip bu dönem boyunca bölgeye keşif gezileri yapıyormuş. Bu sayede coğrafyayı inceleme, deneyimleme, bölge halkı ile diyaloglar geliştirme, farklı disiplinlerle deneyimlerini ve fikirlerini paylaşabilme imkânı yakalıyorlarmış. Aldıkları ilhamla, yorumlarla ürettikleri doğal doku ve ritim üzerine kurgulanmış konserler, çağdaş sanat sergileri, gastronomi deneyimler ve coğrafyayı keşfe açan açık hava etkinlikleri gibi bir kesişim kümesi, Cappadox deneyimlerinin tamamını oluşturuyormuş. Etkinliğin her yıl sanatçılar değiştikçe kendini yenileyen bir yapısı var. Elbette dünyanın farklı köşelerinden gelen yaratıcı zihinlerde bu denli detaylı, yoğun bir üretimin ardından kalıcı bir iz bırakıyormuş Cappadox. Hem onların zihinlerinde hem de bölgede...
Önceki yıllardan...
İlk iki yılında gün doğumundan başlayarak gece yarısına kadar Cappadox’a özel hazırlanan mekânlarda, atmosfere ve saate uygun gerçekleşen konserlerin misafirleri ne denli etkilediğinden haberdarız.
Yiyecek alışverişi söz konusu olduğunda yenilmez bir şöhreti var Kurtuluş’un. 4 yılı aşkındır bu semtin sakini olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bir gün buradan taşınsam bile (Moda’ya belki?) yeme-içme alışverişi için Kurtuluş’a gelmeye devam edeceğim. Noel, Paskalya zamanı artık İstanbul’un hiçbir yerinde izi kalmamış bir sosyalleşme, hareket -hatta bir adım daha öteye gideyim, yaşama sevinci- en yoğun haliyle Kurtuluş’un iki büyük caddesinde yaşanıyor. Merkezi konumu ve komşusu Nişantaşı’na göre hala makul olan kira bedelleriyle gençlerin semti keşfi, dükkan sakinleriyle ilgili bir değişimi de beraberinde getirdi. Alın size, İstanbul’un pek çok üçüncü dalga kahvesinden daha enteresan lezzetler sunan Danimarka kahvecisi Oplevelse…
Kafenin sahibi olan çiftten Semra Mutlu, Nişantaşı’nda her önünden geçişimde hayallendiğim George Smith mobilya ve dekorasyon mağazasının da sahibi. İngiltere’nin en beğenilen, popüler mobilya mağazalarından birinin yıllardır Türkiye’de temsilciliğini yapan Mutlu’yu Oplevelse’de tezgah başında görünce ilk başta bağlantıyı kuramadığımı itiraf edeyim. Beni hemen eşi Mahir Mutlu ile tanıştırıyor. Oplevelse esasen Mahir beyin projesi. Danimarka’da yıllardır öğretim görevlisi olarak çalışan Mahir Mutlu, nihayet hayalini Kurtuluş’ta hayata geçirmiş. “Oplevelse, Mahir’in hep yapmak istediği fakat kitaplardan ve yazmaktan vakit bulamadığı için ertelediği bir projeydi. Bunaldığı bir anda zamanı geldi deyip kiralık bir yer buldu ve bir ay gibi bir sürede içini tasarlayıp açtık” diye anlatıyor Semra Mutlu.
Bu arada Oplevelse adını öğrenmekte zorlandığımı itiraf etmeliyim. Adını her anma çabamda kardeşime ya da kocama sorduğum bu bana yabancı ama kulağa hoş gelen kelime, Danimarka dilinde ‘deneyim’ demekmiş.
Sahiden buranın bir diğer hoş, nezih mekanda yeni öğrendiğimiz muhtelif kahve seçenekleri bulmanın ötesinde özel bir kurgusu var. Mekanın dekorasyonu bana bayıldığım İskandinav polisiye dizilerindeki ortamları andırıyor. Bilumum ‘long black, cortado, flat white, piccolo’ gibi bir süre öncesine dek haberdar olmadığımız kahve çeşidi burada da ikram ediliyor. (Bu arada kahve düşkünlerinin İskandinav kahvelerini lezzet sıralamasında çok üst sıralara koyduğunu da söyleyelim.) Benim ekstradan hoşuma giden; pek leziz, Danimarka usulü kahve yanı lezzetleri. Odense’den gelen badem ezmeleriyle (marzipan) yaptıkları fırın mamullerini müşteriler çok seviyormuş, mesela. Kahveleri de en iyi kavuruculardan kabul edilen meşhur Danimarkalı Coffee Collective’denmiş.
Mutlu çifti evlerini de Kurtuluş’a taşımış ama Nişantaşı’ndaki esnaflıkları devam ediyor. Birbirine yakın ama iki ayrı yaşam tarzına sahip semt arasında gidip gelmekten memnunlar; ‘tek tip insan görmekten kurtulduk’ diyorlar.
Konu bu noktaya geldiğinde ben de hemen aklımı kurcalayan soruyu soruyorum: ‘Kurtuluş'ta Nişantaşı kafesi görünümlü bir yer açmak riskli değil miydi?’ Semra Mutlu, “Amaç Danish (Danimarkalı) bir yer açmaktı. Fırın ürünleri ve kahveleriyle… Buradaki komşularımız bize ‘Nişantaşı’nı buraya getirdiniz’ diyor. Herhalde iyi bir şey, bu. Sadece ticari kaygılarla hareket etmediğimiz için de risk aldığımız düşünmedik doğrusu” diyor.
Kurtuluş kişilik sahibi lakin çoğunluğu orta halli mekanların bulunduğu bir semt. Oplevelse, kuşkusuz komşusu bir-iki mekanla birlikte buranın yeme-içme kültürüne bir ‘güncelleme’yi de beraberinde getirdi. Kurtuluş sakinlerinin burayı hediye gibi algıladığından bahsediyor Semra Mutlu. Semtin yıldızının yükselişine bakılırsa semtte bu tip hediye mekanların sayısının artacağı, ihtimal dahilinde…
Markanın her aşamasında tek söz sahibi olan Zeynep Arçay’ın hikayesini “bir gün, belki…” diyen girişimciler için aktaralım. Zeynep Özlem Arçay, bir kaç yıl öncesine kadar telekomünikasyon sektöründe uluslararası üst seviyede yöneticilik yaparken kurumsal hayatın yoğun çarklarından sıyrılmış ve moda markasını yaratmış bir isim. “Bu kadar ‘ciddi’ ve yoğun tempolu bir sektörde çalışırken kendine benzeyerek giyinebiliyor muydun, peki” diye merakla ilk sorumu soruyorum kendisine. Sürekli seyahatlerle, toplantılarla geçen günlerde de bugünün stiliyle ilham kaynağı olan Zeynep Arçay görünümüne sahip miydi? Tarzının hiç değişmediğini söylüyor, o halde kendi tasarımlarını üretmesinde belli ki kaderin de payı var! “Moda ve yaratıcı bir işle uğraşmak benim için her zaman bir tutkuydu. Ancak Zeynep Arçay markasını kurmaya karar vermemde başka duyguların, bakış açılarının da etkisi var. İnsan belli bir olgunluğa ulaştığında hayata kendinden ve ailesinden kalıcı bir şeyler bırakmak istiyor. Bu içgüdü ve istek harekete geçmemde çok etkin oldu” diyor.
Gelelim Zeynep Arçay koleksiyonuna… Çoğunlukla tasarım dilinin özgünlüğü ve seçkin malzemesiyle fark yaratan deri kıyafetlerden oluşuyor. Ağırlık deri ürünlerde olsa da son iki sezondur trikolar ve kaşmir takımlar da koleksiyonda yerini bulmaya başladı. Deri ile bu içli dışlı ilişki neden diye sorduğumda “Derinin bir kadını farklı, özgüvenli ve güçlü gösteren; kendinden stil sahibi dokusunu seviyorum” diye açıklama yapıyor. Bu bakış açısı, kuruluştan bu yana hayal ettiği gibi sofistike, elegan, güçlü, etkileyici ve zamansız kadınlara seslenebilmesinin de anahtarı. Zeynep Arçay’ın gardrobunun da her zaman parçası olmuş deri kıyafetler en özet haliyle deriye olan tutkusunun ve uzun bir hazırlık sürecinin parçası.
Malzeme kalitesinden tasarım bütünlüğüne, özgünlüğüne… Bir markanın ‘tutmasının’ farklı nedenleri var, kuşkusuz. Yalnız bu kalemlerin bir aradalığı, özellikle arz bolluğu yaşayan yurt dışı pazarları için de cazip olacağınız anlamına gelmiyor. Zeynep Arçay gibi genç bir markanın ürünlerinin ‘Alacakaranlık’ serisinden tanıdığımız oyuncu Kristen Steward, şu an dünyanın en çok kazanan foto modellerinden olan Kendall Jenner, sinemanın en seksi kadınlarından Jessica Biel gibi isimlerce tercih edilmesindeki sırrı duymak istiyorum: “Bu soruya vereceğim en doğru yanıt, marka için doğru hedefin belirlenmesi olur ki bu doğru ürün-doğru pazar demektir”, diyor Arçay. “Ben ilk günden hedefimi uluslararası bir marka yaratmak olarak koydum. Attığım her adımda satıştan bile önce markanın doğru pozisyonlanmasına önem verdim. Zamanımın önemli bir kısmını tasarımlar kadar markanın stratejik çalışmalarına harcıyorum. Sanırım en önemli artılarımdan biri de kurumsal iş dünyasından geliyor olmam. Markanın başarılı olması için hedef kitleni iyi tanımak, ona nasıl en etkili şekilde ulaşacağını tespit etmek çok önemli...”
'Yaz 2017 Koleksiyonu'
Zeynep Arçay’ın yorumlarına bugün marka yaratma süreci içinde olup da imzasını atmayacak kimse yoktur. Lakin yerin göğün heyecan verici tasarımlar/tasarımcılarla dolu olduğu yabancı pazarlarda var olmak için azıcık da olsa pr/iletişim desteği almak gerekmez mi? Bize bu güne dek öğretilen, yurt dışında markalaşma adına büyük harcamalar yapmadan ilerlemenin mümkün olmadığı… Zeynep Arçay ise yurt dışında hiç de zannedildiği gibi büyük pr şirketleriyle çalışmıyor. Üzerinde sistematik biçimde çalıştığı tek iletişim şekli, moda basını ve önemli çokkatlı mağazaların satın alma ekipleriyle doğru zaman ve formatlarla bir araya gelmek. “Bu konuda söyleyebileceğim tek şey var, o da ürünün gücü… Tasarım aşamasında hep kendime sorduğum soru ‘Gerçekten giymekten veya bir kadının üzerinde görmekten en çok mutlu olacağım tasarımlar nedir?‘ oluyor. Ürünlerin yolculuğu ta koleksiyon tanıtımından başlıyor. Malzeme kalitesiyle, kullandığımız materyallerle, renkleri ve işçilikleriyle ürünlerin görenlerde ilgi uyandırması bu başarının en önemli adımı. Ve tabii yarattığınız ürünü hedefinize yönelik kişilerle buluşturabilmek... Bu da güvendiğiniz, sizin kadar markanızı özümseyen bir ekiple hayata geçiyor. Sonrasında ürün bu yolculuğa kendi devam ediyor, müdahalede bulunamıyorsunuz çünkü...”
Marka yaratma denen inişli çıkışlı süreç içinde hiç hatası olmadı mı peki? “Yaptığım bir hata var, o da bu işe geç başlamak!” Markaların dinamiklerinin birbirinden çok farklı olabildiğinden bahsediyoruz. Bazen genel doğruları izlemek isterken hata da yapılabildiğinden… “Yine de benim nacizane önereceğim şey, kendinizi/markanızı iyi tanıyıp analiz etmeniz. Nerede güçlüsünüz ve sizin için doğru ne? Markanızı en iyi tanıyan kişinin kendiniz olduğunu unutmayın, tavsiyelere açık olun ama iç sesinizi dinlemekten asla vazgeçmeyin! Hedefe bağlı kalmak ve yılmamak başarının kilit cevabı...” diyerek son sözü söylüyor Arçay.