Ferai Tınç

Arap aydınları AKP’yi tartışıyor

10 Eylül 2007
ARAP dünyası AKP konusunda ikiye ayrıldı. Siyasal İslamın ılımlı bir yol izleyerek daha güçleneceğini savunanlar ile AKP’nin siyasal İslami bir hareket olmadığını söyleyenler arasındaki tartışma giderek genişliyor.

Suudi Arabistan’daki reformcu aydınların oluşturduğu Saudidebate.com. sitesindeki iki makale bu tartışmanın en tipik örnekleri olarak dikkatimi çekti.

Suudi gazeteci Abdel Aziz Al-Khedr, "Arap İslami hareketler AKP’nin Türkiye’deki başarısından ılımlaşma dersi almalılar" başlıklı yazısında, AKP’nin Türkiye’de asker ve aşırı laik kesimlere karşı mücadele ederek iktidara geldiğini ancak bu mücadelenin Cezayir örneğindeki gibi şiddetle olmadığının altını çiziyor.

AKP’nin zaferinin "Türkiye’de 80 yıldan beri dinin önünü kesen laik kesimlere karşı halkın geniş çoğunluğunun İslami değerlere göre yaşama isteğini yansıttığını" belirtiyor.

Arap ülkelerindeki hükümetlere de AKP’yi örnek gösteren yazar, İslamcı hareketlerin baskı altına alınmasının bu hareketleri radikalleştirdiğini söylüyor.

"AKP’nin zaferi, İslami hareketlerin ideolojisinin Arap dünyasında gelişme olasılığıyla ilgili birçok soruyu gündeme taşıyor. Acaba Türk deneyimi gelecekte bu hareketlerin siyasi platformlarını ve sloganlarını etkileyebilecek mi?"

Bu soru, AKP’nin İslami hareketlerin öncelikleri olan konulara nasıl yaklaşacağı tartışmasını da açıyor. Acaba Türkiye’nin İsrail’e karşı pozisyonu değişecek mi?

AKP’yi, bir İslami hareketin pragmatik, bunun sonucu olarak da ılımlı bir çizgiye oturmasının örneği olarak görenlerin kafasını kurcalayan ikinci bir soruyu ise Al-Khedr şöyle özetliyor:

"Hiç şüphe yok ki, İslami politik programda anlamlı değişikliklere gidebilmek en önemli konu. Tabii ki, şeriatı sisteme sokarken ve toplumun daha yaygın biçimde İslamileştirilmesi sırasında çok büyük zorluklar olur. Yine de Arap dünyasındaki İslami toplulukların AKP’nin, engelleri aşma ve önceliklerini belirlemede gösterdiği başarılı uygulamalarından çok şey öğrenmeleri beklenir."

* * *

"YANLIŞ, yanlış, yanlış!"

Filistin asıllı Mısırlı kadın gazeteci Mona El Tahawy, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere AKP iktidarını bu açıdan yorumlayanlara böyle yanıt veriyor.

"Abdulah Gül’ün cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasıyla birlikte, İslamcıların demokrasi testini nasıl geçebilecekleriyle ilgili hatalı yorumlar yapılıyor. Müslüman Kardeşler, destekçileri ve savunucuları, Arap İslamcılarının demokrasi ile flört etmesinden korkulacak bir şey olmadığını, Türkiye’de olduğu gibi bunun Arap dünyasında da başarılı olabileceğini söyleyerek bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Yanlış. Yanlış. Yanlış. Çünkü ne Gül ne de AKP İslamcıdır. Müslüman Kardeşlerle, üyelerinin dini inançları dışında paylaştıkları pek bir şey yoktur."

"AKP’nin Türk politikasındaki başarısı, Müslüman Kardeşlerin Arap politikasındaki rolüyle ilgili korkuları gidermek için kullanılamaz."
diyor El Tahawy.

Mona El Tahawy ve aynı görüşü paylaşanlar Arap dünyasında çok tehlikeli bir gelişmeye dikkat çekiyorlar.

İslamcı hareketlerin, AKP’yi örnek göstererek halka "AKP’ye bakın, bizden korkmayın" mesajı vererek güçlenmeleri bu kesimin en büyük endişesi.

Sadece siyasal İslamcılar değil, Arap dünyasındaki baskıcı rejimler de İslamcı hareketi kontrol altında tutabilmek, kendileri için tehdit olmalarını engellemek amacıyla AKP’yi kullanıyorlar.

Gözler Türkiye’nin üzerinde. AKP, Arap dünyasında kimin umudu olacak? Bu tartışmaya AKP’den başka kim net ve açık bir yanıt getirebilir ki?
Yazının Devamını Oku

Bağcı bozumu

9 Eylül 2007
BAĞ bozumu değil, bağcı bozumu demek daha doğru bu yıl. Üzümler bağlarda kaldı. "Kesip yere bırakacağım gübre olsun bari" diyeni de duydum, "Bütün yıl uğraştım, çapaladım, ilaç attım, filiz kestim, ayıkladım ama üzümümü alan yok" diyeni de.

Dün Bozcaada’da bağ bozumu vardı.

Ama şikayetler sadece orada değil, Türkiye’nin üzüm yetiştiren 17 ilinde de aynı.

Bu yıl üzümler elde kaldı, çünkü şarap fabrikaları üzüm almayacaklarını açıkladılar. Alsalar da çok az alıyorlar.

Bunun nedeni de ÖTV. Özel tüketim vergisi. Bu yükün ardından bu yıl getirilen bandrol zorunluluğu da cabası.

"Depolar dolu, biz bandrol kararının alındığı 24 Temmuz’dan sonra bir şişe bile yeni şarap doldurmadık" diyor son beş yılda büyük atılım yapan Bozcaada şarapçılığının önde gelen firmalarından Çamlıbağ şaraplarının sahibi Haşim Yunatçı.

Yunatçı, Talay ve Ataol, Bozcaada şarapçılığının binlerce yıllık geleneğinin bugünkü temsilcileri. Adanın Rum ailelerinden devir aldıkları geleneksel deneyimi modern know how ile birleştirerek Türk şarapçılığına yeni açılımlar getiriyorlar. Corvus gibi yeni markalar da var.

Türk şarapları çeşitleniyor, zenginleşiyor ama ÖTV ardından bandrol ile ağır yara alıyorlar.

* * *

TÜRKİYE
’nin büyük firmaları da bu yıl alımı kısıtlayınca, değişik illerde üzümcülük yapan bağcılardan her gün üzüm adası Bozcaada şarapçılarına bile "üzüm alır mısınız" diye telefonlar geliyor.

Dünyada bağ arazisi açısından dördüncü, yaş üzüm üretiminde beşinci gelen Türkiye’de, eğer şarapçılık darbe yerse bağcılık da geriler.

Bu yıl üzümleri ellerinde kalanlar, gelecek yıl, satamayacaklarını bile bile aynı meşakkate katlanırlar mı?

Bu da bağların körelmesi demektir. Bir bağın tam olarak randıman vermesi ise kaç yılda mümkün biliyor musunuz? 10 yılda.

Şarapçılar ve bağcılar dertlerini anlatmakta zorluk çekiyorlar. Bağcılara, "Kökleyin bağları yerine başka bir şey ekin" bile denmiş hükümetten.

Ama üzüm bir kültür aynı zamanda. Kadim meyve. Üzüm tanrısı var da neden patates-ıspanak tanrısı yok mesela çok tanrılı kültürlerde?

* * *

ÜZÜMDEN
sadece şarap mı üretilir, iyi paketlenip ihraç edilebilir, şıracılık yapılır, sirke, kuru üzüm vesaire. Ama yaş üzümün şaraba dönüştürülerek satılması diğerlerine göre yüzde yüz daha fazla katma değer yaratıyor. Ve bağcılık ancak bu sayede varlığını gelişerek sürdürebiliyor. İnce derili, şeffaf "Çavuş" üzümünü, ancak o zaman makul fiyatlara yiyebiliyoruz.

Gelire göre Avrupa Birliği ülkeleri arasında en yüksek ÖTV Türk şarabında. Tüketicinin ödediği bu vergi neye yarıyor biliyor musunuz?

Türk şarabını sofralardan uzaklaştırırken, ucuz ve kalitesiz yabancı şaraplara yer açmaya yarıyor.

Sonbaharın ilk ışıklarıyla gelen bu yılki bağ bozumunda bağcılarda bozuma uğruyor ve tabii onlarla birlikte çeyizlerini hazırlamak için üzüm toplayan genç kızlar ve birer ikişer terk edilmeye başlayan bağların sessiz vedasını içlerinde duyanlar da.
Yazının Devamını Oku

Hükümet programı AB hedefi

7 Eylül 2007
"TÜRKİYE’yi take-off’a, kalkışa geçirerek daha güvenli bir hıza ve yüksekliğe taşımak" olarak belirtilen hükümet programına "sıçrama dönemi" programı deniyor. 59. hükümetin başarılarının sıralandığı, yapılanların teker teker anlatıldığı bu yüzden de daha çok bir bilanço ağırlığı kazanmış olan programda bu sıçramanın nereden yapılacağı iyice anlaşılıyor.

Ama nereye sıçranacağı biraz muğlak.

Hükümet programının ekonomi ile ilgili bölümleri ayrıntılı örnekler verilerek hazırlanırken, bazı konularda temel doğruların tekrarlandığı muğlak ifade dikkat çekiyor.

Bu muğlaklık, hedeflerin sıralandığı bir belgede olmamalıydı.

Örneğin, "Geçmiş siyaset tarzının kalıntısı olan kısır tartışmalar ve ideolojik yaklaşımlar nedeni ile göstermiş olduğumuz çabalara ve sağladığımız iyileşmelere rağmen, mesleki eğitim alanında uluslararası normlara uymayan ve işgücü piyasalarının talebinden kopuk bir yapı sürmektedir" diye başlayan bir bölüm var. Bu benim anlayabildiğim bir paragraf değil.

Evet, meslek eğitimi yetersiz ama "geçmiş siyaset tarzının kalıntısı olan kısır tartışmalar ve ideolojik yaklaşımlar ile yarım kalan çabalar" ne anlama geliyor, ne kast ediliyor?

Bunların "programlar arası geçişin sağlanması" olduğunu bölümün sonunda titiz bir okumayla anlayabiliyorsunuz. Aslında oldukça muğlak ifadelerle belirtiliyor bu da.

İmam hatip okulları sorununa çözüm vaat ediyorsanız neden açık söylemiyorsunuz?

Programda şeffaflık üzerinde titizlikle duruluyor ama "netlik" yok.

Net olmadan şeffaflık mümkün mü?

* * *

PROGRAMDA
kadın hakları aile şemsiyesi altında ele alınıyor. Hükümetin aile içi şiddete karşı mücadeleyi hedefleri arasına alması, töre ile birlikte "namus" cinayetleri teriminin de hükümet programına girmesi çok iyi. Önemli bir gelişme.

Ama "kadın huzurevleri"nden söz edilirken, aile içi şiddete karşı mücadelenin olmazsa olmazı sığınma evlerinin hiç adı geçmiyor. Yoksa sığınma evi demek yerine huzurevi mi tercih ediliyor. Ama o ayrı bir kavram ve sığınma evi ile koşulları, yapısı çok farklı. Üstelik kadın huzurevleri yapılacak dediğinizde pekiyi yaşlı erkekler sorusu geliyor insanın aklına?

Dikkatimi çeken, net olmayan daha birçok konu var. Çevre ve enerji konusunda örneğin kentlerin çevresini ağaçlandırma hedeflerden biri de, temiz enerji üretiminin teşviki, zehirli gazların kısıtlanması gibi bütün dünyanın temel hedefleri arasına giren bu konularda net bir yaklaşım yok.

* * *

HÜKÜMETİN
dış politika programında, Avrupa Birliği hedefine öncelik veriliyor. Ama bunun gerçekleşmesi için geçen dönem benimsenen, "AB müzakere fasıllarını açmasa da biz o konuda üzerimize düşeni yapar yolumuza devam ederiz" anlayışını terk etmek gerekiyor. Çünkü AB ilişkisi, tek taraflı yürümesi imkansız olan bir ilişki.

Eğer müzakere sürecini dış piyasalara istikrar mesajı vermeye devam etmek için "mahsuscuktan" canlı tutuyor gibi görünmek istiyorsanız o başka bir hesap.

Üzerimize düşenleri tam olarak yapıp, müzakereyi hızlandırmak, açılmayan fasılların açılmasını sağlamak, Avrupa Birliği’nin programına yeniden girmek, onların da Türkiye’ye yükümlülüklerini yerine getirmelerini isteyerek sürecin normalleşmesini sağlamak gerekiyor.

Bunun için kamuoyunda AB hedefini canlandırmak şart. Çünkü AB hedefi sadece hükümetin programıyla sınırlanabilecek bir şey değil.

Bu kadar iddialı bir hedefe "take off" yapmak yeterli ve uygun mürettebat olmadan hayal. Dışişleri Bakanı Babacan’ın baş müzakerecilik görevini yürütecek olması, zamanının büyük kısmını Brüksel’de geçirmesi anlamına gelir. AB Genel Sekreterliği’ni canlandırmak ve güçlendirmek şart ama Türkiye’nin yoğun dış politika gündeminde bakanın müzakerecilik görevini sürdürmesi hiç kolay değil. AB hedefi gerçekten ciddiye alınacaksa tabii.

AB buna ne der? Hiçbir şey, çünkü işlerin ağırdan alınması Brüksel’in işine geliyor.
Yazının Devamını Oku

Irak’tan çekilme planlarında Türkiye senaryoları

3 Eylül 2007
DEMOKRATLARA yakın düşünce kuruluşlarından Amerikan İlerleme Merkezi (Center for American Prgress-CAP) Irak’tan asker çekmeye hemen başlanması çağrısı yaparken, kuzeyde tampon bölge öneriyor. Kuzey Irak’ta Kürt bölgesinin Türkiye’nin müdahalesine karşı korunması gerektiğini ileri süren kuruluşun raporunda "bu bölgeye 8 bin Amerikan askeri yerleştirilmeli" deniyor.

Eylül ayı ile birlikte, Irak’tan asker çekilmesi tartışmaları alevlendi.

15 Eylül’de Irak’taki Amerikan birlikleri komutanı General Petraeus Kongre’ye raporunu verecek.

18 maddeden oluşacak raporda Irak’ta hangi konularda ilerleme sağlandığı hangi konularda sağlanamadığı ortaya çıkacak. Eğer sonuç başarısız ise Kongre askerlerin çekilmesini isteyecek.

Aslında rapor geçen hafta sonu basına sızdırıldı. Sonuç kötü. 18 maddeden sadece üçünde ilerleme görülüyor. Raporu Beyaz Saray’ın, etkisini azaltmak için sızdırdığı da söyleniyor.

18 maddenin belirlenmesinde hatalar olduğu, bunların gerçeği yansıtmadığı, raporun olaya siyah-beyaz yaklaşımı ile baktığı, gri bölgelerin gözden kaçtığı gibi birçok mazeret dile getirilmeye başlandı bile.

ABD Başkanı Bush, bugünkü koşularda asker çekmenin akıllıca olmadığını söylese de, yeniden pozisyon alma hazırlıkları seziliyor.

Yönetimin, Körfez ülkelerine 20 milyar dolarlık silah satışı teklifi de bu hazırlıklar arasında.

Amerikan Yönetimi, Irak’ın bölünmesi ve İran’ın bölgede etki alanını artırma girişimleri karşısında Körfez ülkelerini silahlandırmak istiyor.

Kuzey Irak’ta tampon bölge önerisi kadar, bölge güvenliğinin Körfez ülkelerine terk edilmesi senaryosu da Washington’da kafaların ne kadar karışık olduğunu gösteriyor.

PKK’YI DEĞİL MÜTTEFİKİ DESTEKLEYELİM

BOSTON Globe
’un 30 Ağustos tarihli sayısında "Körfez güvenliğinin eksik oyuncusu" başlıklı, Türk-Amerikan ittifakının önemini vurgulayan bir yazı yayınlandı.

Uluslararası İlişkiler Profesörü Lenore G. Martin imzalı yazıda, "maalesef yönetimin politikaları Türkiye’yi Amerika’nın bölgesel güvenlik ağı içinde tutmak yerine onu İran’a yakınlaştırıyor" deniyor.

Yazar, kuzey Irak’ta Amerikan askerlerinin konuşlanmasının, bölgenin istikrarı açısından daha riskli olacağını söylüyor. "Komşuların bağımsız Kürdistan konusundaki endişeleri arttıkça bölgedeki istikrarsızlık da artacaktır. PEJAK, ele geçirdiği Amerikan silahlarıyla İran’daki faaliyetlerini sürdürdükçe Türkiye ile İran’ın bölgeye yönelik işbirliği sıkılaşacak, büyük bir olasılıkla Suriye de bu işbirliğine katılacaktır."

Bu saptamayı yaptıktan sonra Amerikan Yönetimi’nin bu gelişmeye izin vermemesi gerektiğini vurguluyor ve bunun için öneriler getiriyor:

"Amerikan Yönetimi, şimdi elindeki kozlar kuvvetliyken, Mesud Barzani’yi 1990’lardaki gibi PKK’ya karşı mücadeleye yönlendirmelidir. Barzani Yönetimi, PKK’nın silah ve mali kaynağa erişimini engellemeli, liderlerini ve güçlerini sınır dışı etmelidir. Böylece Ankara’nın, Iraklı Kürtlerle yaşayabilme olanağı yaratılmış olacaktır."

Türk-Amerikan işbirliğinin bölge güvenliği açısından önemini vurguladığı yazısını Prof. Martin, "Politikalarımızı, terörist bir gruba korunak sağlamaktan, bir müttefiki destekleme yönüne doğru değiştirmeliyiz" sözleriyle noktalıyor.

İŞBAŞI

ABD’de üretilen bütün senaryolar Prof. Martin’inki kadar sağduyulu değil. Türkiye’nin daha aktif biçimde kendi senaryolarını geliştirip, tartışmaya açması belki oradaki kafa karışıklığına da yardımcı olur. Ne dersiniz? Yani artık işbaşı yapsak diyorum.
Yazının Devamını Oku

Doğanın intikamı ve resimci usta

2 Eylül 2007
HABERİ henüz okumamıştım, o büyük insanla küçük bir yerde, ağaçların altındaki sohbet sırasında. "Kara göründü" diyor haber. Kuzey kutbuna yakın Svalbard takımadalarında buzullar erimiş ve kara görünmüş. Buzulların terk ettiği boz zirvelerin resmi de vardı gazetede.

"O şiirsel güzelliğin yeniden eski şeklini aldığını görmeye ve bir resmini yaparak çocuklarımıza vermeye ömrüm yetmeyecek biliyorum" yazmıştı Tayfur Sanlıman "İsimsiz resimlerle 50 yıl" kitabında.

Mavinin griler arasından uçup gitmeye hazırlandığı resmin kenarına düştüğü bir nottu.

O küçük yerde, ağaçlar altındaki sohbette, yetmiş yıl önce, Adana’da, bir kutu 12’lik Nurkalem boya ile resme başlayan, on yedi yıldan beri de her şeyi bir tarafa bırakıp, hayata borcunu ödemek için sadece harıl harıl resim yapan Tayfur Sanlıman hocayı dinliyorum. Mekan ve zamansızlık kavrayışına ulaşanlardaki tevazuu ve samimiyeti ile anlatıyor.

Nerede dinliyorum? Marmaris’in betonlaşmasından sonra gelip tuvali kurduğu Bozcaada’da.

Ada’ya butik turizm anlayışı gibi sanatçıya sevgiyi de öğreten Özcan Hanım’ın açtığı ilk galeri -artık dört tane daha var- Rengigül’ün önündeki Arnavut kaldırımlı, zakkum gölgeli dar yola atılmış tahta iskemlelerde sohbet ediyoruz Sanlıman ile.

Hoca, yani 50’inci sanat yılı sergisini bu yıl Atatürk Kültür Merkezi’nde açan Tayfur Sanlıman, bir iki değil, galerinin iki katını dolduracak kadar çok resmini sergiliyor Rengigül’de. Bizim için ne şeref.

Gençlerden yaşlılara, heveslilerden ustalara kadar herkese yaratıcılığını paylaşma olanağı tanımış olan bu mekanda, Tayfur Sanlıman’ın gözünden Ada’nın lodosunu, dalgayı, soğuk gece mehtaplarını, martı kanadına takılıp yükselmeye uğraşan ruhu terk etmek istemeyen bedenin sancılarını ama en çok da kaçışların işe yaramazlığını izliyoruz hayranlıkla.

"Bir resmimde kıpırdayan insanlar görüyorsanız, onlar yalnızlıklarının içinde donmamaya uğraşıyorlardır."

* * *

BİR
gün o meşhur soruyu ona da sormuşlar. "Resimlerinizi toplum için mi insan için mi yaparsınız?" diye.

"Atölyenin duvarından bir sızıntı başladı. Mal sahibine haber verdim. Geldi baktı."

İki örnekle yanıt vermiş Sanlıman. Birincisi mal sahibinin örneği.

"İçerisi resim dolu. Kapının girişinde kocaman bir tanesi insanın yüzüne patlıyor. Mal sahibi duvarları inceledi, tavanları kontrol etti, odalara girdi çıktı. Giderken sordu. Siz burada ne iş yapıyorsunuz?"

İkinci örnek yine atölyede geçen bir hikaye.

"Kapı çaldı postacı geldi. Bir kağıt doldurmam gerekiyormuş. Uzattı.. Masaya döndüm doldurmaya başladım. Bir şeye takıldım başımı çevirmeden sordum. Ses yok. Yine sordum yine ses yok. Üçüncü deneme de boşa çıkınca geri dönüp baktım. Postacı bir resmin karşısında dalmış gitmişti. Amca, dedi, bu insanlar bu kadar üzgün nereye gidiyor böyle?"

* * *

RESME
başlamak ibadet gibi bir şey. Yıkanıp paklanıyor. Öyle geçiyor boş tuvalin karşısına. "İşte korkudan mahvolduğum anlar" diyor 78 yaşında, 50 yıllık ressam, usta sanatçı. Kendisine ressam da demiyor sanatçı da. Hep bir borç ödüyor. Mevlana’ya borçlandığı resimleri, 800. yılın hatırına.

* * *

"YERYÜZÜNÜ bitirdik, şimdi uzayı da kirletmekteyiz. Boşluğa doğru uçurduğum her figür bu büyük hatanın bir kurbanıdır."
Resim kıpkızıl. Yangın var, orman yangınlarından daha kızıl. Eriyen buzullar, yeşillerle birlikte çoktan kurumuş tuvalin dibinde.

Bak postacı, resimci ustanın işine iyi bak. O insanların öyle üzgün büyük bir intikamdan, doğanın intikamından kaçtıklarını sen de göreceksin.
Yazının Devamını Oku

Demagoglar

31 Ağustos 2007
DEMAGOJİ, "Halkın tutkularını ve önyargılarını halktan destek görmek için öven kimse" anlamına geliyor Yunanca’da. Bir başka anlamı da halk egemenliğinin kötüye kullanılması.

Abdullah Gül’ün, parlamentoda çoğunlukta olan AKP oyları ile cumhurbaşkanlığına seçilmesini, "halk cumhurbaşkanını seçti" diye sunmak demagojinin ta kendisidir.

AKP’ye karşı olanları, yani seçmenin diğer yarısını "bir avuç seçkin" olarak damgalamak da öyle.

Halk cumhurbaşkanını seçti diyerek, yaratılmak istenen dokunulmazlık zırhının, askerin gücüne dayanarak siyaset yapma anlayışından hiçbir farkı yoktur.

Dini siyasete alet ederek, kimsenin tartışamayacağı referanslarla siyaset yapmak da öyle bir şeydir.

Lenin- Stalin ve Mao Zedung gibi komünist liderlerin, halk adına hareket ettiği iddiasındaki çekirdek kadroyu iktidara taşırken ve taşıdıktan sonra oluşturdukları yönetimi "halkın demokratik diktatörlüğü" olarak tanımlamaları böyle bir şeydir aslında.

Temsil ettikleri iddiasındaki "çoğunluk" için demokratik ama kendilerine karşı olan "azınlık" için diktatörlük.

Sonuçta ise bu demagojinin çekirdek kadro hariç, geniş kitleleri ezen bir yönetim anlayışı olduğunu kim inkar edebilir bugün?

* * *

CUMHURBAŞKANI’nın gücünün gölgesinde ayrıcalıklar arayanlar her zaman oldu, bu zamanda da olacak.

Ama ben ilk kez o grubun, bu kadar çok etik, ahlak, namus, doğruluk gibi büyük laflar edenlerden meydana geldiğine tanık oluyorum.

Umuyorum Abdullah Gül, bu koronun Çankaya’nın görüş açısını gölgelemesine izin vermez.

Cumhurbaşkanı seçimini, "Ülkenin gerçek gündemi İslamla kuracağı ilişki" diyerek karşılayanların suni gündemlerini değil, Türkiye’nin gerçek gündemini kavrar.

Gündemde bekleyen maddelere yol gösterir, ışık tutar.

Kısaca, kendisi gündem olmaz.

* * *

SOVYETLER Birliği’nin yıkılmasından sonra, dünya ve bölgemiz ikinci önemli yeniden yapılanma sürecine girdi.

Bu dönemde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, bir çekirdek kadronun temsilcisi gibi değil, çoğulcu bir cumhurbaşkanı olacağını umuyor ve kendisini tanıdığım kadarıyla bunu yapmaya çalışacağını düşünüyorum.

Türkiye’nin, Filistin sorununun çözümünden, Irak’ın geleceğine, Avrupa Birliği’nden İsmail Cem’den sonra ikinci plana itilen Türkiye-Yunanistan ilişkileri, Kıbrıs meselesi gibi çok önemli gündemleri var önünde, demagogların gündemlerinden çok farklı olarak.

ERKEK KABİNE

AKP, en yüksek sayıda kadın adayı Meclis’e taşıdığında sevinmiştim. Hükümette de birkaç kadın bakan olabilseydi, bunun primini ben bu hükümete verirdim doğrusu. Ama hevesim yarım kaldı. Hükümeti kurarken birçok dengenin gözetildiğini biliyoruz. Ama dengeler arasında en gerçek dengenin eşitlik olduğunu kavramak bu kadar mı zor?
Yazının Devamını Oku

Irak’ta muhatap sorunu

27 Ağustos 2007
EN baştan söylemekte yarar var. Boş beklentilere kapılmamak için. Irak Hükümeti ve tabii ki Başbakan Maliki’nin, Ankara temaslarında PKK’ya karşı verdiği mücadele sözlerinden bir şey beklememek gerekiyor.

Maliki çok zorda. Sonunun geldiğini ileri süren Amerikalı yetkililere, "Irak’ı Amerika’nın bir kasabası sananlar var. Hillary Clinton ve Carl Levin gibi. Akıllarını başlarına alsınlar" diye çıkıştı Maliki.

Bu tepkinin ardında, önce Şii Sadr grubunun, ardından Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşemi’nin Sünni Ulusal Uyum Cephesi bakanlarının, son olarak cumartesi günü de İyad Allawi’nin bakanlarının istifası etkili oldu.

Ama onun moralini bozan esas nedenin Amerikan istihbarat örgütlerinin yayınladığı raporlar olduğunu düşünüyorum.

Ulusal uzlaşmayı bir türlü sağlayamadığı vurgulanan raporda, "Maliki’nin geleceği belirsiz" deniyor.

* * *

BU
ilk rapor değil, şubat ayında yayınlanan bir başka istihbarat raporunda da "Bu hükümetin 18 ay içinde ulusal uzlaşmayı sağlaması mümkün görülmüyor" deniyordu.

Şimdi, bütün bu karışıklığın tek sorumlusu Maliki’ymiş gibi bir hava estiriliyor.

Şu anda Irak’ta hiçbir hükümetin herhangi bir şeyi kontrol edebilmesi mümkün değil.

İstihbarat kurumları çift başlı, birbirlerinden bilgi kaçırıyorlar.

Bir ulusal istihbarat örgütü var, evlere şenlik. CIA’dan aldığı para ile ayakta duruyor. Başında eski bir asker olan Sahwani var. Adı yolsuzlukla eşdeğer hale gelmiş, CIA tarafından Saddam’a karşı darbe düzenlemesi için kullanılmış bir "eleman."

Maliki, örgütün istihbarat bilgilerini paylaşmadığını görünce kendi istihbarat servisini kurdu. Ama o da sadece Sünnileri izledi.

Üstelik Sahwani, İyad Allawi’nin yakını. İyad Allawi, uzun zamandan beri başbakanlıkta gözü olan ve kendisini Washington’a pazarlamak için, Bush ve Rice’ın eski danışmanlarının kurduğu tanıtım şirketi ile altı aylığına 300 bin dolara kontrat imzalamış olan bir rakip.

Cumartesi günü, kendi bakanlarını da koalisyondan çekerek Maliki’yi daha zor durumda bıraktı.

* * *

MALİKİ
’den sonra, geçen hafta Irak Devlet Başkan Yardımcısı Haşemi de Ankara’ya geldi. Türkiye, Irak’ın bütünlüğü için ulusal uzlaşmaya bir türlü varamayan taraflar arasında, komşu ülke olarak rol almak istiyor.

Rahmetli Dışişleri Bakanı İsmail Cem zamanında başlatılan Irak’a komşu ülkeler toplantısı da dahil Türkiye’nin Irak’ın geleceğiyle ilgili çeşitli girişimleri oldu. Olmaya devam da ediyor.

Örneğin Kerkük meselesinin, Irak’ta ikinci bir çatışma alanı haline gelebileceği uyarısını yapan ve üzerinde ısrarla duran Ankara olmuştu. Şimdi ABD’nin Irak Büyükelçisi referandumun yapılamayacağını söylüyor.

Ama bu girişimler bir süreklilik kazanmadı.

Çünkü esas soru, Maliki’nin yetenekleri ya da Türkiye gibi Irak’a komşu ülkelerin etkinlik dereceleri değil.

Esas sorun, Amerikan Yönetimi’nin Irak’ın kaderini, bu ülkenin komşuları ve uluslararası topluluk ile ne dereceye kadar paylaşmak istediği.

PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşmesinin sorumluluğu da esas olarak ABD’ye ait olduğu gibi, Maliki hükümetinin başarısızlığından da Amerikan Yönetimi sorumludur.

Bunu net biçimde ortaya koymadan, Türkiye dahil üçüncü tarafların Irak’ın geleceğiyle ilgili söyleyeceği her şey havada kalacak.
Yazının Devamını Oku

Türban çelişkim

26 Ağustos 2007
MISIRLI bir gazeteci arkadaşım, Amerikan gazetelerinde yayınlanan yazısını bana da göndermiş. "Türbanı rahat bırakın" diyor. Batı basınının Müslümanlarla ilgili her haberi, türbanlı bir kadın başı ile birlikte yayınlamasından yakınıyor.

"On yıl türban taktıktan sonra başını açan bir kadın olarak, Müslümanlıkla ilgili bütün tartışmaların kadından ve onun başı üzerinden sürdürülmesi büyük haksızlık" diyor.

Kadınların başları üzerinden yapılan ideolojik bilek güreşinden ben de çok sıkılıyorum.

Kadınlar yalnız kalsa, bu dayatmacı itiş kakış, "kadınlar arası" bir tartışmaya dönüşebilse eminim işin özü konuşulacak, kadının dinlerdeki yeri ve hakları gözden geçirilebilecek.

Bir yandan, türbanlı kadınlara yönelik ayrımcılıktan rahatsız oluyorum ama öte yandan bu "muhafazakarlığın" yaygınlaşmasından tedirginim.

Başbakan Tayyip Erdoğan, seçim sonuçlarını öğrenir öğrenmez yaptığı konuşmada, elini göğsünün üzerine götürerek, "Bize oy vermeyenler de bize emanet" demişti.

Bekir Coşkun’a verdiği, beğenmeyen gider yanıtıyla sözünü unuttu.

Bu ikinci dönemde muhalefete ve eleştirilmeye karşı daha dayanıklı olacağını düşünüyordum.

Yanılmışım.

Ama artık yeni bir dönem başlıyor. Başbakan, beğenmeyen gider psikolojisinden derhal sıyrılmalı ve beğenmeyenlerin, tedirgin olanların içini rahatlatmayı öncelikli sorumlulukları arasına almalı.

Yoksa, ne kadar iddia ederse etsin Türkiye’nin sadece bir yarısının başbakanı olarak kalır, diğer yarısına ulaşamaz.

* * *

ABDULLAH Gül
’ün cumhurbaşkanlığı ile ilgili tartışmaların odak noktası eşinin türbanı üzerinde yoğunlaştı.

Gül’ün eşi başını örtmüyor olsaydı, Çankaya’ya çıkmak için bu kadar ısrarcı olunur muydu acaba?

Bu tartışmaların, kadınları hedefteki eşlerinden daha fazla etkilediğini tahmin ediyorum.

Abdullah Gül’ün eşinin türbanıyla ilgili yeni model arayışlarını, bunun gazetelerde tartışılmasını da doğru bulmuyorum. Ben olsaydım ne kadar üzülürdüm, o da üzülüyordur diye sıkıntı duyuyorum.

Ama birinci hanımefendi olmanın bedellerinden biri de bu sürekli gözaltı durumu.

En son ABD gezisinde Fransız değil dünya medyasının da Sarkozy’nin eşini adım adım izleyişleri geliyor aklıma.

Yok Bush’ların davetini reddetmiş ama arkadaşlarıyla hamburger yemeğe gitmiş, alış veriş yapmış falan filan. Kadını bir an yalnız bırakmamışlar.

Madam Sarkozy, ne kadar "başına buyruk, bağımsız bir kadın" mesajı verirse versin eninde sonunda bir "first lady".

Sarkozy’i seven dikenine katlanır.

* * *

BU
türban konusunda çelişki içindeyim. Ve tedirginliğimde yalnız değilim.

Bu tartışmaları aşıp, yaratıcı çözümlerle Türkiye’yi ileri taşıyacak ivmeyi yakalamak için Abdullah Gül’e de büyük sorumluluk düşüyor.

Söz verdiği gibi bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı olarak, kendisine şüpheyle bakanların kaygılarını ciddiye alacak mı, yoksa "kaleyi ele geçirmenin cuş-u huruşu"na kapılan amigoların korosuyla sarhoş mu olacak?
Yazının Devamını Oku