Ferai Tınç

Irak ile anlaşma ve köpürtme politikaları

30 Eylül 2007
PKK’ya karşı mücadelede ABD’yi muhatap almakla başlayan süreç ve bu süreçteki ısrar, ne anlama geldiği hiç de açık olmayan bir kağıdı da ortaya çıkardı. Bu süreçte varılan aşama bu. Umuyorum bu son olur. Çünkü korkum, ısrar sürdükçe işlerin daha abuk sabuk hale gelmesi.

Süreç şöyle başladı. Anımsatmak için kısaca özetlemek istiyorum.

PKK’nın kuzey Irak’tan saldırıları tırmandıkça Türkiye ABD’yi muhatap aldı. PKK, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın terör listesinde uzun yıllardan beri yer alıyordu, öyleyse terörizme karşı küresel savaşın hedeflerinden biri haline gelmeliydi. Washington, Türkiye’nin mücadelesine, Türkiye’nin ona destek olduğu gibi, omuz vermeli, yardım etmeliydi.

Bu mantık üzerine kurulu politika devreye girdiğinde, PKK’nın Kuzey Irak’ta çıkartılması için Amerikan Yönetimi’nin hemen harekete geçeceği, Irak Kürdistan bölgesel yönetimini Türkiye ile işbirliğine mecbur edeceği sanıldı.

Geldiğimiz nokta bu politikanın işe yaramadığının en açık göstergesi.

Her şeyden önce, Irak ile imzalanan terörizme karşı işbirliği anlaşması, Irak’ın gerçeklerine uygun değil.

* * *

BİZ
anlaşma ile uğraşırken bakın neler oldu. Amerikan Senatosu, Bush Yönetimi’ni Irak’ı bir arada tutmak için vakit kaybetmekle suçlayan Senatör Biden’in Irak’ın yumuşak bölünmesi önerisini kabul etti. Kürdistan Yönetimi bunu sevinçle karşılarken, Başbakan Maliki sert bir şekilde karşı çıktı. "Bu Irak’ı parçalamak anlamına gelir iç işlerimize karışmayın" dedi.

Ama Senatör Biden’in iç işlerine karışmasından son derece memnun olan Kürdistan Yerel Yönetimi ve Bağdat’taki Kürt Bloku temsilcileri, Türkiye ile yapılan anlaşmanın Irak Meclis’ine getirilmemesini "egemenlik haklarına saldırı" olarak nitelediler. "Gelirse de biz kabul etmiyoruz. Çünkü bize danışılmadı, biz muhatap alınmadık" dediler.

* * *

KUZEY
Irak’a askeri müdahalenin bir çözüm olmayacağını düşünüyorum. Ama, anlaşmayı bağımsız bir gözle okuyup amacına ulaşıp ulaşmadığına baktığımda büyük boşluklar görüyorum. Anlaşmada olmayan, sadece Türkiye’nin önemli üzerinde durduğu sıcak takip maddesi değil, sınır ötesi sınırlı operasyonlar da yok.

Daha önce Saddam ile yapılan anlaşma dikkate alındığında bu, sanki bir feragat sözleşmesi gibi olmuş.

PKK’nın terör örgütü olarak kabul edilmesine rağmen, teröristlerin iadesi konusu muğlak.

Anlaşmada şöyle bir şey var. Tarafların teröristler hakkında ilan ya da Interpol bülteniyle çıkartılan uluslararası tutuklama emirlerini birbirlerine iletmeleri öngörülmüş. Bu konuyla ilgilenmek üzere de birbirlerinin diplomatik temsilciliklerine birer irtibat noktası atanması kararlaştırılmış.

O zaman, Türkiye’nin ABD Dışişleri Bakanlığı’na, sonra da Bağdat hükümetine verdiği ve yıllardan beri elden ele sürünen 100 kişilik, 20 kişilik isim listeleri ne olacak?

Önce bu anlaşma resmileşecek. Sonra temsilciliklere atamalar yapılacak, onlar gidip yerleşecek sonra yeniden listeler hazırlanıp, yeniden ulaştırılacak.

Ya sonra? Orası net değil. Daha doğrusu çok net.

Bölgesel Kürt Yönetimi ikna olmadıkça hiçbir şey değişmeyecek.

* * *

PKK
terörüyle mücadele önce askere, sonra ABD’ye şimdi de son derece zayıf olan Maliki Hükümeti’ne devrederek yapılamaz. Terörü bir dış mesele haline getirmek, onun çözüm bekleyen bir iç sorun olduğu gerçeğini görmezden gelmenin en kolay yolu.

ABD’yi, Irak’ı, Kürt Yönetimi’ni suçlayıp durmak siyasi açıdan prim bile yapabilir. "Ne cesur liderimiz var. Nasıl da posta koyuyor" dedirtebilir insanlara.

Hatta, Türkiye’nin itibarının nasıl sarsıldığını bile örtbas edebilir bu köpürtmeler. Ama nereye kadar?
Yazının Devamını Oku

11’lerini kurdular türbanı tartışıyorlar

28 Eylül 2007
11’lerini kurdular topa girdiler. Antrenörleriyle, oyuncularıyla hepsi meslektaşlarımız. Gazeteci arkadaşlarımız. Benim dikkatimi çeken, bu takımlarda hiç kadın gazetecinin yer almıyor olması değil. Tabii, kadın yazarlar da var, çok önemli kadın muhabirler de mesleğimizde.

Üstelik, AKP anayasası çevresinde derinleşen liberal-liberal olmayan tartışmasında yerlerini çok uzun zamandan beri aldılar hepsi.

Ama ben bu takımlara alınmamalarına takmıyorum.

Türkiye’de özgürlükler, demokrasi, insan hakları tartışmasının tam bir erkek bakış açısı ile yapılır hale gelmesi benim canımı sıkan.

Takımlarını kurdular ve topa girdiler. Top nerede?

Bu bakış açısıyla, bu erkek ağzıyla meseleleri yorumlamaya başladığınızda bu sorunun tek yanıtı kalıyor. Ki gerçeğin de ta kendisi.

Bu mecazi sahada topu da türban temsil ediyor. Kadınların başı ve korkuları üzerinden siyaset yapılıyor.

* * *

BU
oyun burada durmalı.

AKP liberalliği de, AKP’ye karşı mücadeleyi türban ve laiklik odaklı yapan muhalefeti de derhal soyunma odalarına gönderip sağlıklı bir tartışma ortamını yaratmalıyız.

Demokrasimizi derinleştirmeyi, haklar ve özürlükleri yaygınlaştırmayı bu ataerkil zihniyetle tartışmak mümkün değil.

Bu zihniyetin çengeline takılı bir tartışmanın sonu "çoğunluk demokrasisinin" yüceltilmesine gider. Gücün haklılığına, güçlünün dayatmacılığına varır.

Bu tartışmada azınlığın, farklı olanın yeri hiç yoktur.

Hele kadının hiç mi hiç.

* * *

BU
iklim değişmezse, biri çıkıp da "kadınların korkusu yersiz. En büyük kazanımlarını Ceza Yasası değişikliği sırasında AKP döneminde elde ettiler" derse tartışma korkmak ve korkmamak noktasında düğümlenir kalır mesela.

Ama söylenecek çok şey var.

Örneğin, o değişikliklerin Avrupa Birliği ile müzakere kararının alınmak istendiği, ve müzakerelerin başlaması için çaba gösterildiği bir dönemde gerçekleştiği gerçeği var. Avrupa baskısı bu süreci etkileyen birinci neden. Gaye Erbatur, Orhan Eraslan gibi yasanın hazırlığı sırasında Meclis Komisyonu’nda yer alan ilerici CHP milletvekillerinin, bu süreçte oynadıkları rol var. Bu da ikinci neden.

Üçüncü ve en etkili neden ise kadınların, hakları için verdikleri örgütlü mücadele. Bu da üç.

AKP liberallerinin, zina tartışması gibi, komisyonda en gerici fikirleri kimlerin masaya getirdiğini anımsamak için dönüp o arşivlere bakmalarını öneriyorum.

O zaman esas korkutucu olanın dini siyasete alet eden muhafazakarlık, tutuculuk, gericilik olduğu daha iyi anlaşılır.

* * *

YENEN
ve yenilen terminolojisinin hakim olduğu takım zihniyetiyle ne AKP muhafazakarlığının yaygınlaşmasının önüne geçilebilir, ne de Türkiye’de demokrasi derinleşebilir.

Haklara, eşitliğe, hukuk devletine yani demokrasiye bütün yönleriyle inanan ve savunan ilerici bir muhalefete ihtiyacımız var.

İktidara sırtını dayayan muhafazakar liberal takımlarla, azınlıkların, farklılıkların ve kadınların bakış açılarının dillendirilmediği tartışmalarla demokrasi yolunu yürümek mümkün değil. Muhafazakarlığa karşı ilerici muhalefetin sorularını gündeme taşımak gerekiyor. Bu muhalefetin liderliğini kim yapacak? İşte esas sorumuz bu.
Yazının Devamını Oku

Kolları uzun operasyonları gizli ordu

24 Eylül 2007
BLACKWATER adını ilk kez duymuyoruz. Blackwater, Bush takımının Amerikan askeri doktrinini değiştirmek üzere kurdukları şirketin adı. Görünen görevi, Irak’ta Amerikan diplomatlarının hayatını korumak. Bir güvenlik şirketi.

Ama 1996 yılında Kuzey Carolina’nın gözlerden uzak bir köşesinde kurulan eğitim kamplarıyla gündeme gelen bu şirket, Irak’ta ayaklanma tahrikinden, kendi halindeki sivilleri öldürmeye kadar birçok olayla duyurdu adını.

Son marifeti geçen hafta Bağdat’ta 11 sivili öldürmek ve 12 kişiyi yaralamak oldu.

Maliki hükümeti Blackwater şirketi görevlileri yani paralı askerleri hakkında soruşturma başlattı.

Ama sonu nereye varır belirsiz. Çünkü Irak’ın Amerikan özel temsilcisi Paul Bremer, 2004 yılında aldığı bir kararla Irak’ta görev yapan güvenlik şirketlerinin ve çalışanlarına dokunulmazlık ilan etti ve bu kararın Irak hukukuna girmesini de sağladı.

PKK SİLAHLARI

PKK’nın elindeki Amerikan menşeli silahların izinin de Blackwater’a uzandığı ileri sürülüyor. Şirket, cumartesi günü yaptığı açıklamayla bu iddiaları reddetti, iki görevlisinin silah kaçakçılığı yaptığının tespit edildiğini ve görevlerine son verildiğini açıkladı.

Soruşturma devam ediyor.

Blackwater yalanlasa da savcılık, soruşturma açmak için elinde yeterli kanıt olduğunu söyledi.

Irak savaşını, konvasiyonel savaşlardan farklı kılan işte bu nokta. Irak’ta hiç kimseye hesap vermeyen, ne yaptığı, hangi operasyonları düzenlediği belli olmayan paralı askerler var.

Bunlar devlete değil, şirketlere bağlı. Büyük paralar dönüyor. Irak’taki Amerikan Büyükelçisi’nin korumaları günde bin dolar alıyorlar. Bu paralar Amerikan askerlerinin aldığı paranın çok üzerinde. Onların işi "emanet"i yerine ulaştırmak. Bu arada insan mı öldürüldü, evler mi tarandı önemli değil. Çünkü kimse onlardan hesap soramıyor.

Güvenlik adı altında askeri operasyonlar da hazırlıyorlar. Yine hesap soran yok.

Böyle bir ortamda ne savaş suçları kavramı kalır ne insan hakları. Hele bir devletin demokratik sistem üzerinde ayağa kaldırılması lafları tamamen boş iddia. Büyük paraların döndüğü alana koşan pervaneler, kimlerle ortaklık yapmaz, kimlerle siyasi pazarlıklara girmez ki.

SAVAŞ SANAYİİNİN YAN KOLU

BLACKWATER, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in bir projesi. Savunma bürokrasisinin özelleştirilmesi kavramından hareketle Cheney’in 1991 yılında, Halliburton şirketine ısmarladığı bir çalışma ile adımları atılıyor.

Daha sonra, Cheney ve Rumsfeld’in Pentagon’un patronları oldukları dönemlerde savunma bürokrasisinde gerçekleştirdikleri büyük tensikatla Pentagon özel güvenlik şirketlerine iş verilmesini teşvik ediyor. Rumsfeld’in 10 Eylül 2001’de, savunma bakanı olduğu zaman yaptığı konuşmada en dikkat çekici olan nokta da buydu. "Pentagon kurtarılmalı. Bir şirket gibi yönetilmeli" demişti.

Blackwater en güçlüsü bu şirketlerin. Deniz Kuvvetleri ile özel kuvvetlerin damgasını taşıyor şirket. Şili diktatörü Pinochet’nin işkencecileri eğitim veriyor ABD’deki üslerinde. Şirket Bush yönetimi ile iç içe. Blacwater’ın eski avukatı daha sonra Bush’un özel avukatı oldu. Şirketin başındaki isim, Eric Prince. Bush’un seçim kampanyası için en yüksek meblağları toplayanlardan biri. Ama daha da önemli özelliği, Uluslararası Hıristiyan Özgürlük örgütünün başkanı olması. Laiklik karşıtı evanjelik misyoner amaçlı bir örgüt.

Bu şirketin düzenlediği operasyonlarda en fazla etkili olan kişi ise Cofer Black. 11 Eylül’de CIA kontr terör bölümü başkanı.

Afganistan’da savaşan, Hazar Denizi’nde İran sınırı yakınlarında geniş bir eğitim üssüne sahip olan Blackwater şirketi için Senato’nun eski Silahlı Kuvvetler Komitesi Başkanı John Warner, "Blackwater, bizim küresel teröre karşı savaşımızdaki sessiz partnerimiz" demişti.

Terör olacak ki savaş olsun, savaş olacak ki ekonomi dönsün. Ürpertici ama gerçek.
Yazının Devamını Oku

Anayasa ve AKP’nin Avrupa testi

23 Eylül 2007
AKP hükümetinin AB konusundaki tavrı nedir? Bugün ben bu sorunun yanıtını net biçimde veremiyorum. Çünkü baktığım bir iki tane kriter var ve o noktalarda AKP’nin tavrı çok muğlak. Şimdi diyeceksiniz ki, Avrupa Birliği de Türkiye’ye aynı biçimde davranıyor.

Diğer adayların müzakere sürecinin tam üyelikle sonuçlanacağı baştan belliydi. Bizim açımızdan durum çok farklı.

Evet haklısınız. Ama yine de AB ile ilişkilere yeni bir çerçeve çizmek için bile hükümetin niyetinin açık bir biçimde bilinmesi gerekiyor.

Öyle ipe un sererek ya da iş olacağına varır zihniyeti ile Avrupa ile ilişkileri bu kritik döneminde ilerletmek çok zor.

Size bugün Polonya’yı Avrupa üyeliğine taşıyan eski Cumhurbaşkanı Aleksander Kwasniewski ile yaptığım bir görüşmeyi aktaracağım.

* * *

YEDİ yıl önce, Polonya ve diğer aday ülkelerin tam üyeliklerinin henüz kesinleşmediği günlerde yaptığımız görüşmede, Kwasniewski ülkesinin Avrupa Birliği’ne nasıl hazırlandığını anlatırken şöyle demişti:

"Aday olur olmaz, Anayasa’mızı Avrupa Birliği’ne uyum sağlayacak biçimde değiştirdik. Anayasa’da Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra atacağımız adımlara da yer verdik."

"Örneğin biz görüşmeler bitince, Avrupa Birliği üyesi olup olmak istemediklerini halka soracağız. Referandum yapacağız. Bunu anayasamıza koyduk. Çünkü bu NATO’ya üyeliğe benzemez, o siyasi ve askeri nitelikte bir karar ama Avrupa Birliği üyeliği için halkın değişim kararını vermesi gerekiyor."

Polonya, Avrupa sürecinin başında Avrupa Birliği’ne uyum anayasası hazırlamakla kalmamış, AB üyeliğini halka götürme perspektifini de Anayasa’sına yerleştirmişti.

* * *

AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağına bakıyorum. Avrupa Birliği’nin adı bir kez bile geçmiyor. Egemenlik ile ilgili maddede yer alan yeni bir ifade dışında.

O da şöyle diyor, "Milletlerarası ve milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır."

Bu ifadenin, AB vizyonu ile anayasaya girdiği anlaşılıyor ama oldukça mahcup.

Avrupa üyeliğinden sonra ne yapılacağına ilişkin bir madde ise hiç yok.

Siyasete bu konuda güçlü bir vizyon olsaydı anayasa çalışmalarına yansımaz mıydı?

Fransa, Türkiye’nin üyeliğini halka sorma kararı aldı. Biz de tam üyelik kararı için referanduma gideceğiz diyemez miyiz?

Yeni anayasayla konacak böyle bir maddenin siyasi anlamı çarpıcı olmaz mıydı?

Bu yaklaşım, Türkiye’nin Avrupa yolunda kırk yıllık yürüyüşünden doğan haklarına, hedefini anayasada telaffuz ederek sahip çıktığını gösterecekti.

Aynı zamanda Türkiye’nin tam üyelik kararını, Türk halkının iradesinin belirleyeceğinin, iç kamuoyunda güvencesi de olacaktır.

Ama hepsinden daha önemlisi, Avrupa Birliği hedefinin anayasaya konması, bunun köklü bir değişim süreci olarak kavrandığını gösteren bir yaklaşım olurdu.

* * *

TÜRBAN ile ilgili birkaç alternatif önerinin yer aldığı bir anayasa taslağında Avrupa Birliği hedefinin bir kez bile açıkça ifade edilmemesini, AKP’yi Avrupa Birliği’nin tek savunucusu olarak görüp, AKP’ye muhalefete "Avrupa karşıtlığı" damgasını yapıştıranlar fark ettiler mi acaba?
Yazının Devamını Oku

Kadınların korkusu

21 Eylül 2007
BU korkuyu en iyi biçimde Kanadalı kadın yazar Margaret Atwood anlatmıştı. Bir sabah markete gidiyorsunuz ve alışverişinizi yaptıktan sonra kredi kartınızı uzatıyorsunuz.

"Banka yanıt vermiyor" diyor kasadaki görevli.

O sabah ülkenin bütün kadınları aynı cümleyi duyuyorlar.

"Banka yanıt vermiyor."

Çünkü bir gece önce kadınların banka hesaplarına el konmuş ve kartları iptal edilmiştir.

Kadın hakları için verilen mücadelenin karşı devrim darbesi ile bastırılmasını anlattığı "Damızlık kızın hikayesi" (Handmaid’s Tale) adlı romanı, Reagan ve Thatcher’in "kadınlar eve dönsün çoluk çocuklarına sahip çıksınlar" dediği dönemde kaleme alıyor Atwood. ABD ve Avrupa’da dini kisve altında güçlenen muhafazakarlığın kadınların kazanımları açısından ne kadar ciddi tehdit oluşturduğunu, bu korkuyu yaratarak göstermek istiyor roman.

* * *

Kadınlar neden korkuyor? Kadınların korkusu türban değil.

Korku demek de doğru değil, ama bir endişe var. Bu endişe, türban meselesinin çözümünün anayasa değişikliği ile dayatılmasından kaynaklanıyor. Hem de bu, anayasa taslağında "kadın erkek eşitliği" maddesi kaldırılıp kadınlar, "çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi toplumda korunması gerekli unsurlar" arasında ele alınırken yapılıyor.

Ürkütücü olan da bu. Muhafazakar tepeden inmeci zihniyetin kabul görmesi, tutuculuğun güçlenmesi, gericiliğin demokrasi, özgürlük gibi kavramların içini boşaltması ve popülizmin (halk kuyrukçuluğu demeyeyim) prim yapması.

* * *

ANAYASA
değişikliğinin türban meselesine sıkıştırılması çok büyük talihsizlik.

Ama AKP’nin her halinden anlaşıldı ki, bu değişikliği esas olarak türban için istiyorlarmış.

Eğer öyle olmasaydı, gerçek kaygı demokrasi iseydi AKP çoğunluğu 301’i değiştirerek işe başlardı.

O zaman, insanları etnik kökeni, düşünceleri yüzüden öldürmenin kabul edilemez olduğu mesajı net, kesin ve ögretici biçimde verilmiş olurdu.

Kolay şöhret peşindeki birtakım insanlar, anımsadıkça acı veren bir cinayetten ilham alamazlar, almak isteseler bile yasal ve toplumsal engelin caydırıcılığıyla burun buruna gelirlerdi.

Anayasa buna engel değildi. Anayasa 301’i değiştirmeye engel değildi.

Rektörlere sert çıkan Başbakan’ın, aynı sertlikte İsmail Türüt’ü kınamasına engel değildi Anayasa.

* * *

BEN
türbandan korkmuyorum. Türbanlı arkadaşlarımdan, onların dindarlığından da korkmuyorum.

Ben, bu türban savunması kılıfı altında kadınların etrafında zaten varolan "baştan çıkartıcı Havva", "erkeğin kaburgasından meydana gelen ikinci sınıf varlık" cenderesinin daraltılmasından ve bunun yol açtığı ve açacağı sonuçlardan rahatsız oluyorum.

Bir ucu namus cinayetleri taassubuna uzanabilen muhafazakar zihniyetin, "eşitlik" kavramının da içini boşaltmasından korkuyorum.

* * *

TÜRBAN
, kız çocuklarının okula gidebilmelerini sağlıyormuş. Cumhurbaşkanı da böyle söylüyor. Neden?

Çünkü örf ve adetler, kızların ve doğurma çağındaki kadınların saklanmasını istiyor.

Bu zihniyeti sorgulayacak hiçbir adım atmadan, ona "işte modernleşme budur" diyerek hak veren zihniyet beni endişelendiriyor.
Yazının Devamını Oku

Anayasa ve kadınlar

16 Eylül 2007
ASLINDA karanlıkta göz kırpmak gibi bir şey. Bir taslak var, ama taslak olarak netleşmemiş. İktidar partisi neleri değiştireceğini tartışıyor ama kendi arasında. Biz de oradan buradan sızan haberler, taslak olduğu söylenen metinler üzerinden tartışmak durumunda kalıyoruz.

Benim elimdeki taslak ile bir önceki anayasada kadın erkek eşitliği maddesini karşılaştırıyorum.

2001 yılında AB uyum yasaları çerçevesinde Anayasa’ya "eşler arası eşitlik" getirilmişti. Bu yaklaşım AB tarafından yeterli bulunmadığı için, 2004 yılında yeniden değişikliğe gidildi.

O dönem yapılan tartışmaları anımsayacaksınız.

Pozitif ayrımcılık ilkesinin yasalara girmesini sağlamak için kadın örgütleri büyük mücadele verdiler. Avrupa Komisyonu’nun önerisi de bu yöndeydi.

Ama 58’inci hükümet bu öneriyi kabul etmedi, onun yerine Anayasa’nın onuncu maddesine bir madde ekledi.

"Kadınlar ve erkekler eşit hakka sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür."

Pozitif ayrımcılığa kapıyı aralayan bir yaklaşımdı bu. Epey ürkek bir duruş olsa da fena sayılmazdı.

* * *

ŞİMDİ
yeni tasarıya bakıyorum.

Kadın-erkek eşitliği ile ilgili ek yok. Onun yerine şöyle denmiş:

"Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunmayı gerektiren kesimler için alınan tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz."

Bu değişikliğin gerekçesinde, 2004 yılında yapılan değişikliğin yeterli olmadığı söyleniyor.

"İnsan hakları alanındaki gelişmeler incelendiğinde" deniyor. "Eşitlik ilkesini güçlendirmek amacıyla sadece kadınlar lehine değil, aynı zamanda toplumun özel olarak korunması gereken başka kesimleri için de pozitif ayrımcılık ilkesinin benimsendiği görülecektir."

Pozitif ayrımcılığın, devletin eşitliği sağlamak için görevi olduğunu vurgulamak, bunu çocuklar, yaşlılar ve engellilere genişletmek çok iyi.

Eşitlik ilkesini yeni Anayasa’da güçlendirmek istemek de çok önemli.

Ama kadınları, korunması gereken unsurlar arasında sıralamak, kadın erkek eşitliğinin bu mantık üzerinden sağlamaya kalkmak tam bir kavram kargaşası.

* * *

KADIN
erkek eşitliğini sağlamak için devletin alması gereken önlemler - pozitif ayrımcılık gibi - korumak değil, tarihi bir haksızlığın, erkek egemen bakış açısının, bir anlayışın, bir zihniyetin düzeltilmesi gerekliliğinden kaynaklanıyor.

Çocuklar, yaşlılar, engellilerin korunması ise toplumsal sorumluluğun yükseltilmesi.

Kadın erkek eşitliğini ayrıca belirtmek, korunması gerekli olarak sayılan diğer gruplar arasındaki kadınların da - sakat kadınlar, yaşlı kadınlar gibi - kendi grupları içindeki haklarının korunmasını sağlayacaktır.

Her şeyi aynı küfeye koymak, nereye gideceğine karar vermeden sokağa çıkmak gibidir.

Az gider, uz gider, bir de döner bakarsınız ki, bir arpa boyu yol gitmişsiniz.

* * *

ASLINDA
bir anayasanın, üniversitedeki kılık kıyafeti tayin edecek ya da orman alanlarının satış iznini verecek kadar ayrıntılı olması gerekmiyor.

Ama kadın erkek eşitliğini sağlamak için alınacak önlemlerin genel eşitlik ilkesini bozmadığını vurgulaması gerekiyor. Bu ayrıntı değil. Bu demokrasinin esası.

Meclis’teki kadın milletvekilleri arkadaşlar, korunacak unsurlar kategorisine girmek istemiyorsanız lütfen bir araya gelip, kadın-erkek eşitliğine sahip çıkın.
Yazının Devamını Oku

Revizyonist Anayasa

16 Eylül 2007
TABİİ ki değişmeli. Sonradan söyleyeceğimi baştan belirteyim. Anayasa değişmeli. <br><br>1982 Anayasası’na, şeffaf zarflarla baskı oluşturulmasına karşın "Hayır" oyu vermiştim. Anayasa’nın içeriğinden çok onu biçimlendiren hakim zihniyete, Anayasa’nın hazırlanış biçimine karşı olduğum için, "Hayır" dedim. Darbe ile ve onun neden olduğu sonuçlarla hiç yüzleşmeden, Türkiye’nin demokratik laik sistemini olgunlaştıracak iklimin nasıl bozulduğunu, mahvolduğunu, neden böyle olduğunu hiç sorgulamadan hazırlanan bir metnin, halkın önüne konmasına karşıydım o yüzden içi görünen zarflara hayır pusulasını yerleştirmiştim.

Çoğunluğun o Anayasa’yı onaylamış olmasını da doğrusu pek ciddiye almadım.

Bu oylama referandumların, demokrasilerin en tartışmalı araçları olduğunu bir kez daha ortaya koymuştu. Darbecilerin kendilerini halka onaylatmak, işkenceler, idamlar ve onca rezaletten sonra "demokratik" destek sağlamak için başvurdukları bir aracı, sırf, halk oy kullandı diye meşru göremedim doğrusu.

O büyük "evet"in, yani referandumun 1982 Anayasası’nı meşrulaştırmaya yetmediğini anlamak için yirmi beş yıl gerekti.

* * *

EVET
bu Anayasa’yı değiştirmek gerekiyor. Ama ne yazık ki bu konu iktidar partisi dışında muhalefetin gündeminde hiç yok. CHP ve DTP de dahil. Parlamento dışı muhalefet de suskun.

Tartışmayı birilerinin başlatması gerekiyor. Doğru. AKP bunu yaptı. Buna da itirazım yok.

Ama öyle apar topar bir süreç açıldı ki, taslağın yayınlanmasından bir hafta sonra, bu taslak üzerinden, Türkiye’nin yeni anayasasını tartışır olduk.

AKP’nin, taslak ile ilgili olarak AB büyükelçilerini bilgilendirecek olması da bunu gösteriyor.

Tabii bu arada, gündemde bekleyen çok önemli birçok konu da ertelenmiş oluyor.

Avrupa Birliği’ne, "Anayasa değişikliği yapıyoruz, reformların yolunu açacağız, bizi sıkıştırmayın" mesajı veriliyor.

Bu çok yanlış bir başlangıç.

301 neden hálá bekliyor? Neden Güneydoğu için kalkınma paketi bir an önce hazırlanıp hayata geçirilmiyor? Neden aile içi şiddete karşı mücadelede sığınma evleri gibi alt yapı hazırlıklarının tamamlanması için düğmeye basılmıyor?

Bu adımların atılmasının önündeki tek engel bugünkü Anayasa mı?

* * *

SİVİL
bir anayasa yapıyoruz iddiasıyla hazırlanan ve tartışılan anayasayı incelediğimde, yeni bir anayasa hazırlığından çok bir anayasa revizyonu görüyorum. Sivil anayasa bu mantıkla mı hazırlanır?

Türkiye 12 Eylül 1980 zihniyetiyle hesaplaşmadan gerçek bir sivil anayasaya sahip olamaz.

Siz istediğiniz kadar taslağınıza ’farklılıklar zenginliğimizdir’ diye yazın, Başbakan’ın talimatıyla hazırlanmış olan insan hakları raportörleri Prof. Kaboğlu ve Prof. Oran, Kürtlerin etnik haklarından söz ettiler, azınlık sorunlarının altını çizdiler diye suçlanıyorlarsa, farklılıkların zenginlik olduğu filan hepsi anayasa kitapçığının sayfaları arasında kalır, hayata geçemez.

Anayasa değişikliği, rövanşist önceliklerle değil yeni bir toplumsal ivmenin gönüllü kararlılığı ile gerçekleştirilmezse, demokratik süreçler dayatmaların aracı haline dönüşür ve biz bir 25 yılı daha heba ederiz.
Yazının Devamını Oku

Türkiye, Irak’tan neden dumanlı görünüyor

14 Eylül 2007
GAZETEDE dün ziyaretime gelen bir grup Iraklı gazeteci, "Türkiye, Irak’tan dumanlı görünüyor" dediler. Sonra nedenini açıkladılar: "Türkiye’nin sesi iyi duyulmuyor. Çeşitli ülkeler uydulardan Irak’a yönelik günlük 700 saat yayın yapıyorlar. Türkiye’nin bir saati bile yok. İran’ın Irak’a yayın yapan beş kanalı var. Suudi Arabistan var, Ürdün, Suriye var. Ama Türkiye’nin Arapça yayını yok."

Bu, kulak ardı edilecek bir şikayet değil. Çok önemli.

Çünkü Türkiye, Irak sorununda başından beri çok dikkatli ve yapıcı bir tutum izlemeye gayret ediyor.

Ama Irak halkı bunu bilmiyor.

PKK yüzünden Iraklı Kürtler Türkiye’yi düşman sanıyor, Sünniler ve Şiiler ise Türkiye’nin sadece kuzey Irak ile ilgilendiğini Irak’ın bütününü umursamadığını düşünüyorlar.

Aralarında Irak Ulusal Uzlaşma Bakanlığı’nda çalışan bir üst düzey gazete yöneticisinin de bulunduğu Iraklı meslektaşlarım, Türkiye’nin Irak’a ilgisinin "kuzey"den başladığını bunun yanlış olduğunu, Irak’ı güneyden başlayıp kuzeye doğru bütünüyle kavramak gerektiğini söylüyorlar. "Musul’da konsolosluk açıyor Türkiye, neden Basra’da yok?" sorusunu soruyorlar.

Onları dinlerken, çeşitli uluslararası toplantılarda karılaştığım Iraklılardan da aynı yönde yorumlar duyduğumu anımsıyorum.

* * *

SADDAM
’a karşı ilk Körfez Savaşı’nda uluslararası toplum ile birlikte hareket eden, kuzey Irak’ta güvenli bölge kurulurken destek veren Türkiye, Amerikan işgaliyle birlikte Irak’ın toprak bütünlüğü konusunu ilk gündeme taşıyan ve bunun iç barış için önemini her toplantıda bıkmadan anlatan yine Türkiye. Yardımları, kuzeye gönderilen elektriği, Habur kapısını ve yakıtı saymıyorum. Bunlar boynumuzun borcu.

Kerkük konusunun iyi yönetilmemesi halinde ciddi krizlere yol açabileceğini uluslararası platformda ilk dile getiren Türkiye. Bu uzun süre, Türkiye’nin bağımsız Kürdistan kurulmasına karşı olduğu için ortaya attığı bir tez olarak kabul edildi.

İlk başlarda bu yön ağırlıklı idi ama Irak gerçeğine girildikçe, bu yaklaşımın Irak barışını imkansız hale getireceği vurgulandı. Her platformda Kerkük’ün ikinci Bağdat olabileceği uyarısı yapıldı. Şimdi Amerikalılar başta bütün uluslararası raporlarda bu nokta dikkate alınıyor.

Irak’ta Sünni din adamlarının Türkiye’de toplantı yaptığı konuşuluyor, Kuzey’e askeri operasyon ihtimalinden söz ediliyor ama örneğin, Şiilerle de görüşüldüğü bilinmiyor.

Türkiye’nin Irak’ın geleceği konusundaki çalışmaları, çabaları Irak kamuoyuna tam olarak yansımıyor.

* * *

DIŞİŞLERİ
Bakanlığı kaynakları ekim sonunda İstanbul’da yapılacak olan Irak ve komşuları toplantısının çok önemli olduğunu söylüyorlar. BM Güvenlik Konseyi üyeleri, G8 ülkeleri, Arap Birliği üyesi ülkeler katılacak toplantıya. ABD Dışişleri Bakanı Rice da geleceğini açıkladı. Türkiye’nin başlattığı Irak ve komşuları girişiminden ilham alan bu büyük buluşma Şarm el Şeyh’te ilki yapılan toplantının devamı niteliğinde. Enerji, güvenlik ve mülteciler konusunda çalışmalar yapan komisyonların raporları tartışılacak.

Bu, belgeler ve tartışmalar General Petraeus’un raporundan sonra, Irak’ın yeniden inşasında herkesin elini taşın altına koyması için çağrı niteliğinde. Uluslararası toplumun daha etkin rol üstleneceği bir dönem başlıyor. Bu süreçte Türkiye, kendi pozisyonunu Irak halkına iyi anlatmak zorunda. Türkiye’nin Irak politikasının PKK tarafından rehin alınmasına ya da öyle bir izlenimin derinleşmesine izin verilemez.

Türkiye’nin Irak’a izi dumanlı düşemez. Televizyon mu, radyo mu, gazete mi ya da hepsiyle, Türkiye Irak halkına sesini daha iyi duyurmalı.
Yazının Devamını Oku