Ferai Tınç

Lobi fetişizmi

24 Ağustos 2007
DEĞİŞİM o kadar hızlı oluyor ki, değişmez sandığımız doğruları gözden geçirecek bile vakit kalmıyor. Bir zamanlar, ABD’deki Musevi lobisinden icazet almadan Türkiye’de hükümet olunamayacağı inancı vardı.

Hükümetlerin, hükümete aday olanların ABD ziyaretlerinde Musevi lobisinin kapısı çalmak kaçınılmazdı.

ABD’nin kolları en uzun, en etkili lobisi olan Musevi lobisinin desteği önemliydi.

Lobi fetişizmi Özal ile başlamıştı.

Son yıllarda Musevi lobisi de eski bütünlüğünü yitirdi ve değişik çıkarlardan etkilenen çok başlı bir nitelik kazandı.

Ermeni soykırım iddialarıyla ilgili olarak Musevi cemaat örgütleri arasında başgösteren görüş ayrılıkları da bunun sonucu.

Ermeni diasporasının, soykırım ile ilgili karar tasarısını Kongre’den geçirme girişimine karşı Ankara’nın en güvendiği destek, Amerika’daki Musevi lobisi idi.

* * *

ADL
(Anti Defemation League) adlı örgütün, soykırım iddialarına destek vermesi önemli bir gelişme.

Ama bundan çıkartılacak ders daha önemli. Lobilere sırtını dayayarak siyaset yapma anlayışının artık sonuç vermeyeceği anlaşılıyor.

Üstelik bu tür destek arayışları, herhangi bir terslik olduğu zaman gereksiz gerilimlere yol açabilme potansiyeli de taşıyor.

Örneğin, Ankara’nın bu konuda İsrail hükümetine başvurduğunu öğrenince şaşırdığımı söylemeliyim.

İsrail, Türkiye’deki Musevi cemaati üzerinde ne kadar etkili olabilirse, ABD’deki bir dernek üzerinde o kadar etkili olabilir.

Bu derneğin kararını değiştirme nedenleri tabii ki araştırılmalı. Dersler çıkartılmalı ve önlemler alınmalı.

Ama her şeye kendi ağırlığını vererek.

Aracıların ağırlığını abartmak, ona ihtiyaç duyanın etkisini hafifletir.

* * *

DÜN
Türkiye’deki Musevi Cemaati bir açıklama yaptı. Açıklamada, "Türk Musevilerinin ADL’nin görüşlerini paylaşmadığı" belirtildi.

Açıklamadaki bir satır özellikle dikkatimi çekti.

"Yerel internet sitelerinde yer alan ve Yahudiler diye başlayan haberlerin kamuoyunu yanıltıcı olabileceğini ve bu görüşün sadece Amerikalı Yahudilerin görüşünü yansıttığını önemle belirtmek isteriz" deniyordu.

Bu satırı özellikle aktarmak istedim. Bu çok önemli bir nokta. Soykırım iddialarını kabul ettiğini açıklayan ABD’de önemli bir cemaat örgütü ama en etkilisi de değil.

Kaldı ki etkili olsa ne olur. Bu, bütün dünyadaki Musevileri bağlar mı?

* * *

KOMPLO
teorileriyle beslenen çevrelerin fırsat kollamaları, ırkçı, bölücü ayrımların anlayış görmesi öyle bir iklim yarattı ki, Sünni Müslüman Türkler dışındaki bütün Türk vatandaşları tedirgin.

İnsan kendi vatanında kendisini sürekli olarak izah etme gereği duyarak, kötü niyet taşımadığını ispat etme zorunluğu hissederek yaşadığı sürece orada, haktan, hukuktan ve daha önemlisi "bütünlükten" söz etmek mümkün olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Türkiye’ye yeni yaklaşım önerileri

20 Ağustos 2007
İSRAİL hükümetine güvenlik konularında danışmanlık yapan araştırma kuruluşlarından REUT’un önde gelen isimlerinden Jonathan Ardiri, seçimlerden sonra ABD ve Avrupa’yı Türkiye’ye yaklaşımlarını yeniden değerlendirmeye çağırıyor. Sadece Ardiri değil, yaz tatili sona yaklaştıkça ve Türkiye’nin seçim sonrası profili netleştikçe uluslararası kulislerde Türkiye’ye karşı pozisyonları yeniden ayarlama arayışları başladı.

Merkezi Amerika’da olan Uluslararası Kriz Grubu’nun raporu da bunun bir başka göstergesi.

Önce, Ardiri’nin "Türkiye’nin bölgesel yükselişi" başlıklı makalesinden birkaç satır:

Ardiri, Avrupa Birliği’ni ve Washington’u eski kafalılığı bir kenara bırakmaya çağırıyor.

"Türkiye’ye diplomatik yaklaşımınızı değiştirin" diyor.

"Türkiye’ye yeni yaklaşım, Türkiye’nin artmakta olan etkisinin farkına varılmasını gerektiriyor. Batı, Türkiye’yi Doğu’nun Orta’sında tutmalı ve bölgesel haritanın aşırı ucuna itmemelidir. AB müzakerelerinin yeniden ele alınmasıyla birlikte acil olarak atılacak iki adım var.

Washington Türkiye’yi, Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesinde en etkili güç olarak, İsrail-Filistin konferansına davet etmelidir.

Buna ek olarak, Türkiye’nin İran’a meyletmesinin en etkili nedeni olan Kürtlerle ilgili kaygıları dikkate alınmalı ve uluslararası toplum ile Irak’ın çevresindeki yerel aktörler arasındaki "büyük pazarlık"ta masada Türkiye’ye de yer verilmelidir.

* * *

ULUSLARARASI
Kriz Grubu’nun raporunda da, Ardiri’nin makalesinde de Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı izlediği kaypak tutum, Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin önüne bir engel olarak konması, ABD’nin PKK konusunda hiçbir şey yapmamış olması, Türkiye’nin terörle mücadelesinde yalnız bırakılmasının olumsuz etkileri üzerinde duruluyor.

Bu konularda adım atılmadan Türkiye ile ilişkilerin düzelmeyeceği kabul ediliyor.

Uluslararası Kriz Grubu, -ki hem Washington hem de Brüksel’de etkili bir think tanktir- Avrupa’ya, "Avrupa, Türkiye’de Avrupalılaşma isteğinin yeniden canlanması için AKP hükümetine elini uzatırsa hiçbir şey kaybetmeyecek, çok şey kazanacaktır" diyor.

* * *

IRAK
’ın kaderinin çizildiği, bölgenin yeniden biçimlendiği önümüzdeki günlere, gelişmeleri etkilemek, Avrupa müzakerelerini yeniden canlandırmak için bir an önce cumhurbaşkanını seçip hükümeti kurmalı ve artık biz de çalışmaya başlamalıyız.

Çok konuşuldu, az iş yapıldı bir yıldan beri.
Yazının Devamını Oku

Önemsiz bir konu

19 Ağustos 2007
BUGÜN size bir mahalli gazetenin, günlerden beri yaptığı haberlerle gündeme taşımaya çalıştığı ama sesini bir türlü duyuramadığı bir konuyu aktaracağım. Bana ne mahalli bir gazetenin haberinden diyebilir aşağıdaki satıra geçmeden benimle vedalaşabilirsiniz.

Kalmaya karar verdiyseniz anlatayım.

Çanakkale Olay Gazetesi bir haftadan beri Kazdağları’yla ilgili çok önemli haberleri sayfalarına taşıyor.

Kazdağları altın uğruna talan edilecek.

Gazete uyarıyor, hatta "Kazdağları vatan parçası değil mi" diyor.

Homeros’un İda dediği, 1200’lerden itibaren bölgeye yerleşmeye başlayan Alevi Türkmenlerin ise kutsal saydıkları kazlara ithaf ederek Kaz Dağları adını verdikleri bu bölge değerli su kaynaklarına sahip. Zaten İda "bin pınarlar" anlamına geliyor.

Kazdağları’nın bir başka zenginliği de maden. Altın madeni açısından Türkiye’nin en zengin bölgelerinden biri.

Çanakkale Olay Gazetesi, 10 Ağustos tarihli haberinde, "Kazdağları’nın doğu yakasında yapılan sondaj çalışmaları yetmezmiş gibi İda’nın batı yakasındaki Ayvacık-Kısacık altın rezervinin Ekim’de ihale edileceği bildirildi" diyor. Haberde MTA Bursa Bölge Müdürü’nün "bu bölgede altın aramak için şimdiden üç firmanın talip olduğu" açıklaması yer alıyor.

***

ASLINDA
burada altın arama çalışmaları üç yıl önceye dayanıyor. 2004 yılında maden yasasında yapılan değişiklik altın çıkartma işini son derece cazip hale getirdi.

Bu değişikliğe göre maden şirketleri istedikleri yerde arama yapma hakkı ile çevre etki değerlendirme raporu ÇED olmaksızın yüzde 10 işletme hakkına sahip oldular.

Kazdağları’na ilgi bu yasadan sonra arttı.

Kirazlı ve Çan’a bağlı Etili’de sondaj çalışmalarına başlayan Kanada şirketinin, 3 yılda 15 arama çalışması yapmışken altı aydan bu yana sondaj sayısının 385’e yükseldiği söyleniyor. Bölge halkı tedirgin. Bir ay önce 23 köyün yararlandığı su havzasında sondaj çalışmaları yapılınca sular kirleniyor.

Sağlık İl Müdürlüğü, "Kesinlikle içilemez" raporu verdi.

Çan Belediye Başkanı Ali Sarıbaş, "2008 yılına kadar ilgili su havzalarının da içinde bulunduğu bölgede altın rezervi tespit çalışması yapılmasına yönelik izin alınmış. Su ile birlikte ağaçlar da katlediliyor. Belediye olarak müdahale şansımız yok. Su havzalarını değiştirme şansımız da yok, ağaçların kesilmesinin engellenmesinin de. Tepkinin tabandan oluşması lazım" diyor.

***

ÇANAKKALE
Sivil Toplum Örgütleri ayakta. Çanakkale Olay Gazetesi, Çanakkale Evrensel gazetesi olayı dikkatle izleyip gündemde tutuyorlar.

Çanakkale Akademik Odalar Birliği Sözcüsü Cengiz Demirel, Perşembe günü yaptığı açıklamada, "Kazdağları’nda altın madeni arama çalışmaları olanca hızıyla sürmektedir. Maden sahaları ekonomik ömrünü tamamlayıp terk edildiğinde ilimizin birçok yerinde başta siyanür olmak üzere zehirli atıklar ve ağır metallerle dolu atık barajları yöre halkı ve tüm canlılar için risk oluşturacaktır. Çanakkale yaşanmaz hale gelecektir" diyor.

***

KAZDAĞLARI
, zengin altın rezervlerini bağrında ne zamana kadar saklayacak? Bu altın çıkartılmasın mı? Doğru ama "Çanakkale Çevre Gönüllüleri"nden Şerafettin Kalfa’nın da bir sorusu var. "Önce kalkınma mı, yoksa önce yaşam mı?"

Böyle konular da var gündemde. Kimilerine göre önemsiz, kimilerine göre yaşamsal.
Yazının Devamını Oku

İbre İran’a kayarken

17 Ağustos 2007
ABD, Irak’ta enkaz kaldırma işini Birleşmiş Milletlere’e terk edip, Devrim Muhafızlarını terör örgütü ilan etmeye hazırlanırken ibreyi İran’a çeviriyor. Bu gelişmeler, Irak nedeniyle yaşadığımız sorunlara yenilerinin eklenme riskini taşıyor. Her türlü provokasyona açık bir dönemde Türkiye’de çatışma riskleri artıyor.

ABD’nin Saddam ile hesaplaşmasının Türkiye açısından yol açtığı sonuçlar ortadayken, bir on beş yıl daha bölgedeki kaynamaların bizim açımızdan nelere mal olacağını hesaplayabilir miyiz?

Bu riskleri azaltmak hepimizin sorumluluğu. Çatışmayı körüklemek çok kolay, ya sonuçlarının yol açacağı zararları gidermek?

UZLAŞMA MESAJI

CUMHURBAŞKANI Sezer dün Hacı Bektaş Veli etkinlikleri nedeniyle yayınladığı mesajda, "Yarınlarımızın barışçı, sağlam temeller üzerinde biçimlendirilmesi için çatışma yerine uzlaşma kültürünü benimsemeliyiz" demişti.

Bu mesajın mürekkebi kurumadan Sezer, Tayyip Erdoğan’ın götürdüğü hükümet listesini kabul etmedi.

Bunun nedenini anlayabiliyorum.

Erdoğan, seçim gecesi "kendisine oy vermeyenlerin hassasiyetlerini de göz önüne alacağını" vaat etmesine rağmen, hükümet listesini Cumhurbaşkanı’na sunmadan bir gün önce bildik üslubuyla açıklamalar yaptı.

Sezer’i durduk yerde hedef aldı. "Ben ekibimi yaptım. Onlarla ben çalışacağım. Bu kabul edilmeli. Eğer etmezse alır listeyi dönerim" gibi şeyler söyledi. Bunlara gerek var mıydı?

Bu meydan okuma üslubuna karşılık Sezer listeyi reddetti.

Sezer’in listeyi kabul etmemesine de gerek yoktu.

Bu üslupla Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ihtiyacı olan uzlaşma kültürünü geliştirmek mümkün mü?

LATİFE HANIM

BAŞBAKAN Erdoğan
, Abdullah Gül’ün eşinin türbanıyla ilgili sorulara verdiği yanıtta Atatürk’ün eşini ve annesini örnek gösteriyor.

AKP’ye yönelik bu sorular devam edecek. Kaygılar da devam edecek, bu konudaki tartışmalar da.

Ve bunlar maalesef önümüzdeki dönemde cumhurbaşkanlığı makamının üzerinde hep gölge düşürecek.

Başbakan kendisine oy vermeyenlerin hassasiyetlerini anladığını iddia ediyorsa bu sorular karşısında öfkeye kapılmamalı. Tartışmalara açık olmalı.

Erdoğan, Atatürk’ün annesinin ve eşi Latife Hanım’ın da başlarının bağlı olduğunu söylüyor. Her şeyden önce Latife Hanım, cumhuriyet karşıtı tutucu güçlerin, Atatürk’ü ve siyasetini yıpratmalarına neden olmamak için dışarı çıkarken başını örtüyor.

Diyelim ki başı örtülüydü.

Türk kadınlarının yüz yıl önceki durumu bugüne örnek olabilir mi?

Yüz yıl önceki kadınları örnek alan bir cumhurbaşkanı eşi, bugünküleri temsilde zorlanmaz mı?

Ayrıca böyle örneklerden medet ummak, bu topraklarda yaşayan kadınların yüz yıldan beri verdikleri eşitlik mücadelesini görmezden gelmek, yok saymak anlamına gelmez mi?
Yazının Devamını Oku

BM ile Irak’ta siyasi çözüm dönemi

13 Ağustos 2007
BM Güvenlik Konseyi’nin kararından bir gün önce, PKK’nın Irak’taki sözcülerinden Abdurrahman El Jadirji, bağımsız haber ajansı Irak Sesleri’ne telefonla bir açıklama yaptı. Maliki’nin Türkiye ile imzaladığı mutabakat belgesini sert biçimde eleştirdi ve "PKK’ya karşı Türkiye ile askeri bir operasyona kalkışırsanız bunun sonuçları çok ağır olur" dedi.

Bu sonucun ne olacağını da açıkça ifade etti, "Hükümetiniz düşer."

PKK’nın, sadece Kuzey Irak’ta değil ama Irak siyasetinde hükümet düşürecek etkiye sahip aktörlerden biri haline geldiği iyice ortaya çıktı.

Bu açıklama, doğrudan olmasa da dolaylı olarak 11 Ağustos günü New York’ta BM Güvenlik Konseyi üyelerinin oy birliği ile aldığı kararın önemi hakkında fikir veriyor.

* * *

GEÇEN
hafta üzerinde pek durulmayan 1770 sayılı karar Irak’ta siyasi çözümün uluslararası platforma taşınması anlamına geliyor.

Amerikan işgaliyle, yani dışarıdan müdahaleyle dağılan Irak’ın geleceği yine dışarıdan müdahaleyle belirlenecek.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak’ın sınırlarını cetvelle çizen anlayış, 21’inci yüzyılda bu coğrafyaya yeni bir biçim vermek için yeniden devreye girecek.

Bu karar, Bağdat’taki BM temsilciliğine 2003’deki saldırıdan sonra sayıları 65 ile sınırlanan BM personelinin sayısının 95’e çıkartılması ile sınırlı değil.

Irak Hükümeti, karar öncesi tasarıdaki bazı maddelerle oynadı. Ardından da kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceğini açıkladılar. Ama bu açıklamalara bakmayın.

Irak’ın kaderini uluslararası pazarlıklar, paylaşımlar ve uzlaşmalar belirleyecek.

Dört yıl önce işgale yeşil ışık yakmayan Birleşmiş Milletler’i elinin tersi ile bir kenara iten ABD Başkanı Bush ve çevresinin bu karar için büyük çaba harcaması da, siyasi çözüm perspektiflerine uluslararası destek arayışından kaynaklanıyor.

Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinin oybirliği ile kabul edilen kararda ilginç ayrıntılar var.

BM, Irak’ta butün çatışan taraflar arasında arabuluculuk yapacak.

Kerkük sorunu ve petrol yasası, Irak Parlamentosu tatilden döndüğünde Bağdat’ta çözülemezse, BM şemsiyesi altında uluslararası platforma taşınacak.

Bunlar BM’yi bekleyen kısa vadeli sorunlar.

Karara, Irak’ın bütün fraksiyonları şüpheyle bakıyor. Irak Dışişleri Bakanı ve Barzani’nin KDP’sinin ağır toplarından olan Hoşyar Zebari, karardan sonra BM’nin Irak’ın içişlerine karışamayacağı açıklamasını yaptı ama boşuna. Tren kaçtı.

Bundan sonra, Bağdat’ta kilitlenen sorunlar, ABD’nin girişimiyle New York’ta masaya yatırılacak.

* * *

BM
Güvenlik Konseyi kararı Irak’ın komşularıyla sorunlarının da BM şemsiyesi altında çözümünü öngörüyor. ABD’nin BM temsilcisi Halilzad, en kısa zamanda Irak’ın komşularıyla BM şemsiyesi altında toplanmaktan söz etti.

Bu, Türkiye’nin Irak’taki PKK varlığı ile ilgili sıkıntılarının da Birleşmiş Milletler’e taşınması anlamına geliyor.

Konunun ABD ile Türkiye arasındaki bir mesele olmaktan çıkıp uluslararası hale gelmesiyle çözüm artık hayal olacak.

Irak’a yeni bir gelecek hazırlanırken, Kürtler, Şiiler, Sünniler ve daha birçok grubun kendi vizyonlarında ısrar edecekleri kesin. Bu vizyonların nasıl uzlaştırılacağı konusu ise çok muğlak. Çeşitli formüller dolaşıyor ortada.

Bunlardan biri de, Demokrat Senatör Biden’in bir ay önce BM’de kulisini yaptığı "soft partition" yani Irak’ın "yumuşak bölünme"si.

Askeri müdahaleyle terör yuvası haline gelen Irak’ta, şimdi siyasi çözüm adına, teröristlerin uluslararası platformda muhatap alındığı bir dönem açılacak.
Yazının Devamını Oku

Bize nasıl bir cumhurbaşkanı lazım

12 Ağustos 2007
ABDULLAH Gül beni ilk kez Bürgenstock’ta, Kıbrıs görüşmeleri sırasında şaşırtmıştı. Annan Planı üzerinde son rötuşlar yapılıyordu. Biz gazeteciler, Alplerin soğuk tenhalığında, keçi boynuzu tadında haberleri sıkıp manşetler çıkartmaya uğraşırken Türkiye yerel seçimlere gidiyordu. Biraz eğlenmek için kendi aramızda sembolik seçim yapmaya karar verdik. Bu kararımızı Abdullah Gül’e açtığımızda "Sizin sandıktan bize oy çıkmaz" demişti.

O zaman bu oyunu aramızda ciddiye alan tek kişinin o olduğunu hayretle fark ettim.

Hayatı, kazanmak ya da kaybetmek denklemi arasına sıkıştıran iktidar hırsı insanı nasıl değiştirebiliyormuş, orada gördüm.

Halbuki bu olaydan birkaç yıl önce, 28 Şubat sürecinde, Musevi lobisine Refah Parti’nin radikal İslamcı bir parti olmadığını anlatmak için gittiği ABD’de, bir sabah kahvaltısı yapmıştık. New York’taki kahvaltıda Murat Mercan da vardı.

Gül bana, "Biz sizin düşündüğünüz gibi radikal İslamcılar değiliz. Bizler sizlerin sofralarında yemek yiyemeyenleriz" demişti.

"Estağfurullah!" Yerin dibine girmiştim.

Orada sohbetinden çok keyif aldığım, uzlaşmacı, her fikre açık, azınlık çoğunluk hesapları içinde kesinlikle olmayan alçakgönüllü yumuşak insanın, Bürgenstock’ta partizanlaştığını gördüğümde üzülmüştüm.

YA ŞİMDİ?

ABDULLAH Gül
’ün, dışişleri bakanı olarak uluslararası toplantılardaki duruşunu, Türkiye’yi en iyi biçimde temsil edişini ve Avrupa Konseyi ile başlayan dış ilişki deneyiminde girdiği her platformda çevresine güven verdiğini bu arada ulusal çıkarları da en iyi biçimde savunduğunu en başından beri dikkatle izledim.

Keşke bu cumhurbaşkanlığı meselesi olmasaydı. Daha doğrusu cumhurbaşkanlığı bir dayatma haline getirilmeseydi ve bu dayatmanın ismi de Abdullah Gül olmasaydı.

Maalesef bu süreç, "komşularla sıfır sorun politikası" gibi son derece cesur ve Türkiye’ye yakışır bir adımın atılmasını sağlayan dışişleri bakanımızı kilitledi. Acılaştırdı. Kırılganlaştırdı. Kafasını karıştırdı.

Dün Yeni Şafak Gazetesi’nde, kızının düğünü için iki davetli listesi hazırlattığı haberini buruklukla okudum. Cumhurbaşkanı olursa devlet bakanlarının, olmazsa bakanların davet edileceği bir düğün hazırlığı!

Bu kadar mı makam, mürüvvet merakı olur? Neden sade, genç ve kendi arasında. Bir düğün yapılamıyor? Neden "çocukların" düğünü devlet protokollü olmak zorunda? Kraliyet düğünleri gibi.

SORUYU FARKLI SORARSAK

Abdullah Gül
Cumhurbaşkanı olsun mu olmasın mı? Soru bu değil ki.

Bu dönemde Türkiye’nin nasıl bir cumhurbaşkanına ihtiyacı olduğuna yanıt bulmak zorundayız.

Çevremizin ve dünyanın yeniden biçimlendiği bir dönemde Kafkaslardan Orta Asya Cumhuriyetleri’ne, Rusya’dan Ortadoğu’ya kişisel ilişkileri güçlü, dünyaya açık, pragmatik, Özal-Demirel tipi ve onların önünde bir cumhurbaşkanı mı yoksa Sezer tipi içe dönük, korumacı bir cumhurbaşkanı mı önümüzdeki dönemin ihtiyaçlarına daha iyi çare olur?

Ben birinci şık diyorum. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bölgesel ağırlığını kendi şahsi özellikleri ile de güçlendirecek bir cumhurbaşkanına ihtiyacı var. Türkiye’yi, potansiyelini, değerlerini eksiksiz temsil edecek biri olmalı bu isim.

MEŞRUİYET SENDROMU

Abdullah Gül
böyle bir rolü üstlenebilir mi? Evet. Eğer adaylığı, kulislerde yapılacak uzlaşmalardan sonra ilk kez yarın oraya atılıyor olsaydı. Bu kadar tartışmanın ardından bu artık mümkün değil. Amerikalıların o çok bilinen tabiriyle hep bir "topal ördek cumhurbaşkanı" sendromu yaşayacağız.

Geçen dönem Tayyip Erdoğan’ın üzerinden bir türlü atamadığı meşruiyet problemi, bu kez Gül ile cumhurbaşkanlığına taşınmış olacak.

Oysa o çok meşru ve güçlü bir dışişleri bakanıydı.
Yazının Devamını Oku

Maliki, PKK ile mücadele gücüne malik mi?

10 Ağustos 2007
15 EYLÜL’ü aklınızdan çıkartmayın. Bütün çabalar 15 Eylül’e kadar Irak’ın başına yeni dertlerin açılmamasına yönelik. Yeni dertler derken de bir tek şeyi, Kuzey Irak’a müdahaleyi kast ediyorum.

Çünkü o gün, Bush Yönetimi Demokratlara ve onlar gibi Irak’tan asker çekmekten yana olan Cumhuriyetçi Kongre üyelerine hesap verecek. Irak’a müdahalenin ve yeni stratejisinin başarılarını anlatacak.

Türkiye’nin müdahale olasılığı Amerikan Yönetimi’ni Türkiye ile Iraklı Kürtler asında bırakacak en kötü senaryo.

Maliki’nin Ankara ziyaretini, oradan da apar topar İran’a gidişini bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.

Yoksa, onun en zor durumda olduğu bir dönemde Türkiye’ye gelip Kürt bölgesini kızdırmayı göze alması mümkün değildi.

Irak hükümeti dağıldı dağılacak. Sadr’a bağlı Şii bakanlar ve en büyük Sünni grubun hükümeti terk etmesinden sonra, kendi koltuğunda gözü olan Allavi’nin laik bakanları da hükümeti terk etti.

Maliki, en güçsüz döneminde Ankara’ya geldi.

En güçlü zamanında gelseydi Bağdat, PKK konusunda bir şey yapabilir miydi?

Yapamazdı, çünkü başbakan en güçlü olduğu zamanda bile parlamentodaki uzlaşma çok kırılgandı.

* * *

MALİK
İ’nin Türkiye’de verdiği sözleri bile tutamayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Ağustos ayında çalışmalarına ara veren Irak Parlamentosu’nun tatil dönüşü Maliki’yi başbakanlık koltuğunda tutup tutmayacağı bile belli değil.

Irak Başbakanı’nın tek güçlü desteği Irak Kürtleri.

PKK’nın bölgedeki faaliyetlerine olanak tanıyan tek adres de orası zaten.

Denklem böyle kurulduğunda Maliki’nin ziyareti sırasında ele alınan enerji işbirliği görüşmeleri önem kazanıyor.

Neden diye haklı bir soru yöneltebilirsiniz. Daha enerji kaynaklarını nasıl paylaşacaklarına bile karar veremediler. Doğru.

Petrol yasası, uzlaşma sağlanamadığı için Eylül’e ertelendi.

Ama bu arada, yani Maliki Ankara’dayken Irak Kürdistan bölgesel yönetimi parlamentosu, bölgesel petrol yasa tasarısını onayladı.

Bu adım, Kürdistan Yönetimi’ni bölgedeki enerji kaynaklarının sahibi ilan etmeyi sağladı.

Washington, önceleri kárlı çıktığı bu gelişmeyi kabul etmek zorunda kaldı.

Türkiye ile Irak arasındaki enerji işbirliğinden, bu açılımın ön adımlarının atılıyor olmasından en fazla çıkarı Iraklı Kürtler sağlayacak.

Sünnilerin protestosuna ve karşı çıkmasına rağmen yabancı petrol firmaları bölge petrollerini işletme hakkı için sıraya girdiler bile.

Bölgede çıkartılacak petrolün en kolay güzergáhı Türkiye.

Irak Kürdistan Yönetimi’ni, bölgenin istikrar ve güvenliği konusunda etkili adım atmaya yöneltecek olan en güçlü koz da bu. Enerji konularında işbirliği.

Yoksa terörizme karşı mücadele için Bağdat’tan, Maliki’nin yarım ağız yaptığı açıklamalardan ya da elinin ucuyla tuttuğu mutabakat metinlerinden bugünkü koşullarda hiçbir şey çıkmaz.

Önemli olan bu kozun etkili biçimde kullanılması. İşbirliği olasılıklarını gören Kürdistan Yönetimi, Ankara’dan gelecek isteklere de daha hassas olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Siyah-beyaz

6 Ağustos 2007
CHP Milletvekili Gaye Erbatur, geçen dönem ceza yasasında kadınların lehine değişiklikler yapılmasında çok etkili olmuştu. Sivil toplum örgütleri ile dirsek teması içindeydi ve işini çok ciddiye alarak çalışmıştı.

Önceki gün, Meclis’te yemin töreninde izledim.

Kalbinin üzerinde altı ok olan beyaz bir tayyörle kürsüye çıktı.

Benim çok hoşuma gitti, çünkü sevimli buldum. Tayyörün, o "ciddi kadın" havasını dağıtan, konuşmadan kendini ifade etme yolu olarak, çıkıntılığı göze alan bir muziplik olarak buldum ve çok sevdim.

Ama aynı sembolik ifade yolunu DTP’li genç kadın milletvekillerinden biri sarı, yeşil kırmızı renklerle yapsaydı ne yazacaktım?

Ya da türbanlı bir kadın kadın milletvekili, türbanı ortaya koyan bir peruk ile girseydi Meclis’e ne derdim?

Benzer şeyler yazmayacaktım bugün. İyi ki de yapmadılar.

İşte bu yüzden 23’üncü Meclis’in, bu sembolleri sıradanlaştıracak kadar laik, demokratik sistemi güçlendirip derinleştirmesini istiyorum.

RENKLER

KADIN
milletvekillerinin siyah ve beyaz renkleri tercih etmeleri de dikkatimi çekti.

Bu tercih, aslında kadınlar üzerinde ne kadar büyük bir baskı olduğunu gösteriyor.

Giyim kuşam konusunda söz söyleyecek iddiam yok ama diyorum ki, fıstık yeşili keten bir tayyör giymeye cesaret eden bir kadın milletvekili, parti içi çoğunlukla ters düşmeye de daha fazla cesaret eder miydi acaba?

Lider ne derse, siyasi geleceği onun iki dudağı arasında olan bir milletvekilinin, kadın olsun erkek olsun, tersini savunmasının ne kadar zor olduğunu biliyoruz.

Renk seçimindeki siyah-beyazları üniformalı tek tipçiliğin yansıması gibi gördüğümden bu ukalálıkları yapıyorum.

Yine de, Meclis’in biraz daha renklenmesini, "insanı" daha fazla siyasetin içine sokacağını umut ettiğimden, tercih ederdim doğrusu.

Belki de gerçeklerin her zaman siyah-beyazda değil, çoğu zaman aralardaki tonlarda yakalanacağına inandığım için.

ÇAN KULESİ

BU
memnuniyeti dile getirmeliyim. Bozcaada’daki Rum Ortodoks Kilisesi’nin çan kulesi uzun yıllardan beri yıkıktı. Taşları kilisenin yanında duruyordu. Bir gün yeniden ayağa kalkmayı bekleyerek. Yıllar geçti bir türlü kule yapılamadı. Ama geçen yıl, Başbakan Erdoğan Ada’ya geldiğinde Rum cemaate verdiği sözü tuttu ve şimdi kule, eskisi kadar güzel bir biçimde ayakta. Tepesindeki dört büyük saat nereden bakılırsa, zamanın yayılıp gittiği Ada’da saati hatırlatıyor. Çan kulesi, Bozcaada Kalesi, tarihi Köprülü ve Alaybey camileri ile birlikte adanın bugüne miras kalan profili yeniden eksiksiz belirdi. İlk ayinde Başbakan’a gıyabında teşekkür edildi. Şimdi açılış için Erdoğan bekleniyor.

Kilisenin onarılmasına soğuk bakanlar olsa da genel eğilim bu değil tabii ki. Devletin, dini ırkı ne olursa olsun bu toprakların sahibi olan Türk vatandaşlarının dertlerini ciddiye alıp çözüm getirmesinden daha doğru ne olabilir?

Sözü, Haluk Şahin’in altı yıl önce başlattığı "Şairin günü Homeros" okumasıyla bitireyim. Her yıl Ağustos ayının ilk hafta sonu şiirli saatler yaşanır Bozcaada’da. Bu yılın şair babası Refik Durbaş’tı. Ayrıca gün doğarken Truva’ya karşı Homeros’un İliada’sı okunuyor. Üç bin yıllık mesafeden gelen sesin anlattığı dağları, rüzgárı, akar suları yaşadığımız coğrafyada hissetmenin, sürekliliğin farkına varmanın keyfi çok büyük. Sahip olduklarını koruma sorumluluğu veriyor insana.
Yazının Devamını Oku