Ferai Tınç

Altın fırsat kaçmamalı

5 Ağustos 2007
KAMPANA vurdu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23. dönemi başladı. Çok önemli ve fırsatlarla dolu bir dönemin başındayız.

Atılacak her adımın sonucu belli. Türkiye’yi nelerin gereceğini bilmeyen, akıl edemeyecek olan bir kişi bile yok dün Meclis sıralarında oturanlar arasında.

Her şey onların elinde. Onların sorumluluğunda.

İsterler ve dikkat ederlerse bu Meclis Türkiye için altın bir fırsat olur.

Öyle olmasını istiyor ve olacağına inanıyorum.

Medya ve sivil toplumun bu dönemde, hiçbir zaman olmadığı kadar Meclis’i yakından izleyecek. Siyasetin bir parçası haline getirecek.

* * *

MECLİS
’in açılışında CHP Milletvekili Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın konuşmayı, uzlaşma çağrısı yapmasını, Başbakan Tayyip Erdoğan’a çiçek de uzatmasını çok sevdim. (Hırçın muhalefet temsilciliği yerine akil adam olarak ne kadar daha fazla yararı olur Türkiye’ye.)

Elekdağ, Türkiye’nin sorunlarına, "önyargısız ve tüm halk kesimlerini kucaklayarak çözüm aramanın bu Meclis’in tarihsel sorumluluğu olduğunu ve bütün çözümlerin meşruiyet içinde aranması gerektiğini" de söyledi. Katılmamak mümkün mü?

Eğer böyle bir çizgi Meclis’e hakim olursa bu yepyeni bir siyasi kültürün yerleşmesi demektir.

Dayatmalara değil uzlaşmalara bel bağlamak, çoğunluk haklarını korurken azınlığın hassasiyetlerine ve taleplerine daha fazla kulak vermek bir eğitim meselesiyse, bu parlamento bu eğitimi içselleştirip yaygınlaştıracak araçlara sahip.

Yeter ki, herkes kendi tarihi sorumluluğunun bilincinde hareket etsin.

* * *

İLK
kez parlamentomuza bu sayıda kadın milletvekili adımını atıyor. Yüzde 4’lük oran, yüzde 8’e yükseliyor.

Kadınların siyasette en az temsil edildiği ülkeler arasından tam olarak kurtulamadık ama 122’inci sıradan 100’üncü sıraya yerleşebildik.

Bunda en büyük pay kuşkusuz AKP ve DTP’nin.

Her iki partinin attığı bu adımı çok önemsiyorum. Daha önce, kadınlarla ilgili konularda gösterdikleri yaklaşımlara bakarak- örneğin DTP hiçbir zaman namus cinayetlerine karşı bir kampanya açmayı göze alamadı - bu açılım gerçekten önemli.

Kadın milletvekillerinin, sadece kadın hakları ile ilgili meseleleri değil, Türkiye’nin önemli bütün konularını kadınlar açısından da değerlendirip ortak tavır geliştirebildikleri bir Meclis’te diyalog ikliminin nasıl daha rahat bir biçimde yerleşeceğini hayal edebiliyor musunuz?

Şiddete karşı işbirliği, barış için ortak arayış platformu, işsizliğe karşı çözüm grubu gibi daha birçok konuda ve tabii ki, en başta kadınların hayatını zorlaştıran susuzluk sorununa karşı etkin çözüm için yapacakları işbirliğinin sonuçlarını hayal etmek bile içini ferahlatıyor insanın.

Dün Meclis’te izlediğim yemin töreni, bu dönemin özelliği ve fırsatları konusunda ortak anlayışın belirdiği duygusunu verdi bana.

Ne olur, lütfen yanılmayayım ve altın bir fırsat olsun bu Meclis Türkiye için, hepimiz için.
Yazının Devamını Oku

Irak’a bir nafile çözüm daha "yumuşak bölünme"

3 Ağustos 2007
SÖZÜMONA Ağustos ayında Irak hükümeti çalışacak ve 15 Eylül’e kadar yapılması gerekenleri yapacak, yani petrol yasasını geçirecek, reformları gerçekleştirecek, Baasçıları sisteme entegre edecek ve Bay Bush, Eylül’de Kongre’ye, "Bakın Irak’ta başarı kazanıyoruz" diyebilecekti. Ama öyle olmadı. Irak parlamentosu bunlardan hiçbirini yapmadan Ağustos ile birlikte bir ay tatile girdi. 15 gün içinde bir mucize gerçekleştirilebilir mi orasını bilemiyorum.

General Petraeus’un raporundaki başarı hanesinde şimdilik görülen o ki, Anbar bölgesinde ulaşılan kısmi güvenlikten başka Irak milli takımının kazandığı başarıdan başka dişe dokunur hiçbir şey yok.

Aksine, parlamentonun en büyük Sünni grubu da çarşamba günü hükümetten istifa etti.

Parlamentonun 275 sandalyesinden 44’üne sahip olan Sünni İttifak Cephesi, Başbakan Yardımcıları ile beş bakanın hükümetten ayrılacağını açıkladı.

Washington’dan gelen, "tatil yapmayın" telkinlerine rağmen bir aylık yaz tatiline giren Irak Parlamentosu, Şii Sadr kanadının nisan ayında hükümetten ayrılmasından sonra ciddi bir kriz ve tamamen ABD’nin desteğiyle ayakta durabilen bir başbakan ile açılacak.

* * *

SÜNNİ
blokun hükümetten ayrılmasının esas nedeni, resmi açıklamalara göre güvenlik örgütlenmesinde kendilerine yer verilmemesi. Sünniler, Peşmerge de dahil, bütün milis güçlerin dağıtılmasını da istemişlerdi. Aslında, Sünniler hiçbir isteklerinin karşılanmadığını söylüyorlar. Ama Irak’ın bugünkü dengelerinde milis güçlerinin dağıtılması mümkün değil. Bu noktada Amerikalı komutanların bile sözü geçmedi, sonunda Şiilerin ve Kürtlerin milis güçlerine dayanmak zorunda kaldılar.

Hatta şu sıralarda, Sünnilerden de kendi milis güçlerini oluşturmalarını istiyorlar.

El Kaide ve isyancılara karşı bu milis güçlerle savaşarak başarıya ulaşmayı planlıyorlar.

* * *

KERKÜK
referandumu da Kürtler açısından tehlikeye girdi. Temmuz sonunda, bu bölgede yaşayanların isim listeleri kesinleşmeliydi. Yapılamadı.

Irak Kürdistan Yönetimi Başbakanı Mesut Barzani, "iç savaş" tehditleri savurmaya başladı. Amerika tarafından desteklenen El Hurra televizyon kanalına yaptığı açıklamada, Kerkük’ten vazgeçmeyeceklerini söyledikten sonra, "Kerkük’ü yasal yollarla almayı kabul ettik. Ama bu olmazsa ve ümidimiz kalmazsa her yola başvururuz. Merkezi hükümet Kerkük’ün geleceği konusunda yasal adımları atmazsa, o zaman gerçek bir iç savaş çıkar" dedi.

Barzani’nin açıklaması, Irak petrol yasasıyla ilgili Bağdat’ta her kafadan ayrı ses çıktığı bir döneme rastladı.

Bu da Kerkük meselesinin önümüzdeki dönemde anayasal yollardan çözümü ihtimalinin çok zayıf olduğunu ortaya koyuyor.

* * *

IRAK
Parlamentosu’nun, yapacak bunca iş varken, ülke kan gölü halindeyken tatile çıkması bile umutsuzluğun göstergesi. Bush Yönetimi, Demokratların "asker çek" baskısı ve gelecek yılki başkanlık seçimlerinin gölgesinde yeni bir çözüm arayışında.

Bir yıl önce Demokrat Senatör J. Biden ile Dışilişkiler Komisyonu eski Başkanı Leslie Gelb’in, ortaya attıkları "Irak’ın yumuşak bölünmesi" tartışması yeniden gündeme geldi. Irak’ın, Bağdat’ın şemsiyesi altında üç yarı özerk bölgeye ayrılması öngören bu çözüm, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın şu sıralarda ısrarla üzerinde durduğu bölgesel yeniden yapılanma timleri oluşturarak yerel liderlerin güçlenmesi hedefi ile çakışıyor.

John Biden, geçtiğimiz günlerde BM ve Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin temsilcileri ile görüşerek, ABD ve BM’nin Irak’ta "yumuşak bölünme" için taraflar arasında arabuluculuk yapabileceğini anlatmış, destek istemiş.

ABD’nin son çözüm önerisi de bu anlaşılan. Irak’ın bölünmesinin yolunu açarken ABD’yi ve tüm bölgeyi çok daha büyük sorunların içine çekecek bir nafile çözüm planı daha.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın yeni arkadaşları olacak

30 Temmuz 2007
SEÇİMLERİN ardından, ülkemizde ve dünyada konuşup yazacak o kadar çok şey varken bazı meslektaşlarımın, kim en fazla AKP’ci yarışına girmelerini ilgiyle izliyorum. Seçim zaferinin heyecanıyla, gazeteci mesafelerini filan bir kenara bırakıp, AKP’yi kendileri kadar "anlamayan, sevmeyen, hakkını vermeyen" gazetecileri mesleği bırakmaya davet edişlerinin nedenini görebiliyorum.

Rekabet şimdi başlıyor.

MEŞRUİYET SORUNU VARDI

Bu telaşa kapılanlar haklı olabilirler, çünkü seçimlerle birlikte bazı dengelerin değişeceği ortada.

Geçen dönem zar zor, yani müdahaleler ve son an gayretleri ile başbakanlık koltuğuna oturan AKP Lideri Tayyip Erdoğan’ın, meşruiyet kompleksi ilk iktidar döneminde peşini bırakmadı.

Dışarıdan gelen baskılar vardı ama kendisi de bu algıyı paylaşmış hatta içselleştirmişti.

Her fırsatta, her eleştiride, her karikatüre karşı verdiği tepkide başbakan olduğunu hatırlatarak söze başlaması da bunun göstergesi değil miydi aslında?

Türkiye Cumhuriyeti devletinin en etkin yöneticisi olmasına rağmen sürekli muhalefetteydi.

Bürokrasiden şikayet etti, askerden şikayet etti, zenginden (TÜSİAD) şikayet etti, halktan (Al ananı git) şikayet etti.

Avrupa Birliği’nden şikayet etti, Amerika’dan şikayet etti.

Aslında iktidarın kendisine muhalefet gözüyle arada sırada bakabilmesi iyi bir şey ama, bu ruh hali Başbakan Tayip Erdoğan’ı sinirli, hırçın yapıyor, eleştiriye tahammülsüz hale getiriyordu.

Hükümeti de iktidarsızlaştırıyordu.

Türkiye’nin Kürt sorunu, azınlık hakları, namus cinayetleri, kadın ve türban meselesi ya da özelleştirme gibi en can alıcı konularında ya dayatmacı üslupla gerginlik yaratılıyor ama, daha çok da geri adım atılıyordu.

KENDİNE GÜVENEN BAŞBAKAN FARKI

MEŞRUİYET
sıkıntısı, kendine güvensizlik, merkeze bir türlü dahil olamamak, dışlanmışlık hissi, cemaat duygusunu güçlendirir.

O nedenle Başbakan Erdoğan ilk döneminde çevresinde onu hep doğrulayanları ve eski arkadaşları topladı, onlarla rahat etti.

Aslında işe başlarken sadece başbakanlık muhabirlerini muhatap alacağını iddia etmiş, genel yayın yönetmenlerine ve yazarlara uzak durmuştu ama bu kısa sürdü.

Dar bir "taraftar gazeteci kadrosu"nu yanından ayırmaz oldu. Arada, seyahatlerine bizleri de davet etmesi istisnaydı.

Seçim dönemi her şeyi değiştirdi.

Başbakan meydanlarda rahatladı, yoklamalarla güven buldu. O güne kadar uzak durduğu gazetecilere de uçağını açmaya başladı.

Seçim sonuçları ise kendisi için bir dönüm noktası oldu.

Yüzde 46’lık sonuç ile Tayyip Erdoğan, "kimyasını bozan" meşruiyet sorununu geride bıraktı.

Seçim gecesi, Çavuşesku Sarayı’nın balkon manzaralarını anımsatan AKP Genel Merkez binasından yaptığı konuşma, bina önünde toplanan halka tek devlet, tek millet, tek bayrak yeminini ettirişi kendisine güvenen, duruma hakim olduğuna inanan bir liderin ruh halini yansıtıyordu.

Şimdi o, sistemin Başbakanı.

Bundan sonra Erdoğan, iktidar koltuğuna güvenli bir biçimde oturacak, ne askerle ne medya ile kavga edecek, parti içi dizginleri de daha güçlü bir biçimde eline alacak. Her türlü istikrarsızlıktan kaçınıp sadece Türkiye’nin zenginleşmesine odaklanacak.

Ve bu süreçte onun, artık yeni arkadaşları olacak.

Bazıları yüzde 46’ının ulufesini toplamak için şimdiden sıraya girmekte belki de haklı. Unutulabileceklerini hissetmişlerdir.
Yazının Devamını Oku

Çan diye bir yer

29 Temmuz 2007
ÇANAKKALE denince benim için akan sular durur. Bu kez de Kalebodur’un kuruluşunun 50’nci yılı kutlamaları ve geleneksel seramik bayramı için yola koyuldum.

Çanakkale’nin Çan ilçesi elli yıl önce nasıldı hayal bile edemiyorum. O zaman bin kişinin yaşadığı yoksul bir Anadolu kasabası. Bugün 30 bin nüfuslu bir ilçe. Anadolu’da diğer birçok yerin aksine Çan dışarı göç vermiyor artık, çocuklar dedelerinin mahallesinde doğabiliyor, anılar birikiyor, kültür yerleşiyor.

Fabrikanın girişinde karşılaştığım genç kadının, İzmir’de üniversite, New York’ta master eğitimini tamamladıktan sonra Çan’a geri dönmesinde Kale Seramik’in etkisini görmemek mümkün değil. Aklı New York’ta kalsa da, 30 bin nüfuslu Çan’da çalışıyor olmaktan ve çocuğunu orada büyütmekten memnun olduğunu söylüyor.

Bir başka genç ile konuşuyorum. Otobüs işletmecisi, "Mesela termik santralı Çan’a taşıdılar ama 350 çalışanından sadece 16’sı Çanakkale nüfuslu. Bundan bize bir fayda yok" diyor.

Kaleseramik, Çan’ın can damarı bunu görmemek mümkün değil.

İbrahim Bodur’un yaptığı işin önemi de burada. Parasını, enerjisini İstanbul’da, her şeyin daha kolay ve güvenli olduğu bir yerde değerlendirmek varken kalkıp Anadolu’ya, doğduğu topraklara yatırım yapmasında hem de elli yıl önce.

Yabancı düşmanlığı popülizmi ile milli burjuvazi kavramını dokunulmazlaştırmak şimdilerde moda. Devletten beslenen, ayrıcalıklar bekleyen bu modelin günün koşullarında devamı mümkün değil ama çevresinin değerini bilen onu anlayan, duygusal bağları olan bir yönetim ve yatırım anlayışının önemi de ortada.

YENİCELİ DONDURMACI

Kale grubu ile çalışan, ortaklık ve işbirliği yapan dünya şirketlerinden 200 temsilcinin yanı sıra, iş dünyasının ve Çan halkının katıldığı törenin benim açımdan en güzel sürprizi, Çan ilçesinin yanıbaşındaki Yenice’den gelen dondurmacı Hikmet Taş’ı tanımak oldu.

Homeros’un İliada destanında, "Hayvanların anası, kaynağı bol İda" dediği Kazdağları’nın eteklerinde beslenen keçilerin sütüyle ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinden kendi giderek seçip aldığı sahleple yapıyormuş dondurmayı. Şeker yerine bal kullanıyor üstelik. O latif tadın sırrı bundaymış.

Her şeyin tek tipleşmesi şart mı? Yerel tadlar nasıl korunacak?

Çan’a giderken yol boyu, boş tarlalar dikkatimi çekiyor. Ünlü Çanakkale domatesinin, fasulyenin, börülcenin ekeni yok artık.

Gençler başka işlere yöneliyormuş.

"Hayvanların anası, kaynağı bol Kazdağı" ovalarının tarım politikası var mı? Sanmıyorum.

YARINA GEÇİŞTE KADIN YÖNETİCİ

Kaleseramik’in ellinci kuruluş yıllında İbrahim Bodur grubun yönetimini kızı Zeynep Bodur’a devretti. Çalışanlarıyla helalleşti, nasihatler verdi: "İnsanları, onlarla paylaşmayı sevin; Dosta ve dostluğa önem verin; Akıl ve duygu dengesi kurun; Yaptığınız işin kaliteli olmasına özen gösterin; İtibarınız paranızdan çok olsun; Taklitçi sıra adamı olmayın; Geleneksel değerlere bağlı gelişmeye açık olun"

Elli yıl önce kim, genç bir kadına bırakın bu kadar büyük bir sorumluluğu, herhangi bir işi devrederdi? Türkiye yarına böyle yürüyor, babalar kızlarına işlerini gözleri arkada kalmadan devrediyor, işletmeler küresel rekabete açılıyor.

Çanakkale, çanağın yani seramiğin kalesi demek. Bugün Çanakkale Seramik’in Çan’daki faaliyeti binlerce yıllık bir tarihin hikayesini taşıyor.

Türkiye seramik ihracatında dünya üçüncüsü. Birinciliğe çıkmak kolay mı zor mu, gerekli mi gereksiz mi bilemem ama elli yıl önce ismi bile bilinmeyen Çan, bu mirası korumaya niyetli.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin şansı neydi?

27 Temmuz 2007
AKP’nin bu seçimlerde en büyük şansı, sol muhalefet eksikliği idi. Bunu defalarca birçok kişi dile getirdi. Baykal’ın, solda birleşme çağrısı yaptığı o güzel ve umutlu andan sonra, CHP’nin bütün kampanyası laiklik vurgusuna yoğunlaştı ve onun dışında halkın hiçbir somut meselesinden söz ettiği duyulmadı.

Ne gençlerin sorunları, ne yaşlıların yalnızlığı, eğitimin boşlukları, sanatçıların sesi, insan hakları, düşünce özürlüğü, basın üzerindeki baskılar, ekonomik reformların bir türlü hayata geçirilememiş olması muhalefet vurgusu ile öne çıkamadı.

Bu önemli konularda hesap verme durumunda kalmayan iktidar partisinin seçimlerde en büyük şansı, Baykal’dı.

ADAY LİSTESİNİ AÇIKLADIĞI GÜN

Baykal,
aday listesini açıkladığı gün Strasbourg’da, Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun toplantısını izliyordum.

2007’yi aile içi şiddete karşı mücadele yılı ilan eden Konsey’in 47 üyesi, ülkelerinde atılan adımları anlatıyorlardı.

Toplantı sonunda Gülsün Bilgehan Toker’in Başkan olarak düzenlediği konsere katıldım.

Konsey binasının Genel Kurul salonunda soprano Leyla Çolakoğlu ve gitar sanatçısı Attila Demircioğlu, Fransız şansonlarından Azerbaycan şarkılarına uzanan çok güzel bir repertuar sundular.

Konser sonunda herkes çok mutluydu, Sarkozy’nin yakını bir senatörün Gülsün Bilgehan Toker’e teşekkürünü ve övgülerini unutamıyorum.

Konsey’de 47 üye ülkenin temsilcilerinin bulunduğunu ama Gülsün Hanım’ın kişiliği ve çalışmaları ile herkes tarafından "şahsiyet" olarak kabul edildiğini söylemedi sadece senatör, onun başkan olarak Kadın- Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu için büyük bir kazanç olduğunu da samimiyetle dile getirdi. "Eğer başkası olsaydı bugün bu salon bu kadar dolmazdı" dedi.

Gülsün Bilgehan Toker, kurduğu iyi ilişkiler ve kazandığı güven sayesinde Avrupa Konseyi’nin Türkiye üzerindeki "denetimi"nin kalkmasını da sağlamıştı.

Üye 47 ülkenin, herhangi bir komisyonun başkanı olmak için çetin bir mücadele verdikleri Avrupa Konseyi’ndeki konser günü Baykal’ın, Gülsün Bilgehan’ı, kendi seçim bölgesi olan Ankara birinci bölgeden alarak, MHP’nin kalesi sayılan bir bölgeye hem de beşinci sıraya atadığını öğrendim.

Sonuçta Baykal’ın özel kalemi milletvekili seçildi ama Bilgehan bu dönem parlamento dışında kaldı.

Avrupa Konseyi’nin en önemli komisyonlarından birinde Türkiye’nin elindeki başkanlık da yarı yolda sona erdi.

Bilgehan’ın orada bulunması, Türkiye’nin eşitlik mücadelesi açısından ve bu mücadelenin dünyaya en doğru biçimde yansıtılması için çok önemliydi.

Eğer Baykal, solun temel ilkesi olan "eşitlik" konusuna ve bunun ilk halkası sayılan kadın erkek eşitliğine önem verseydi bu kararı böyle umursamadan alabilir miydi?

KARATEPE FIKRASI

Arkeolog Halet Çambel’in, Adana’nın Karatepe köylülerinden derlediği, Akeoloji ve Sanat yayınlarından yayınlanan kitaptaki fıkralardan biri bugünlerdeki favorim.

Kırk Karatepe’li birlikte yolda giderken, harap olmuş bir toprak dam görmüşler. Üzerine çıkıp bir o yana bir bu yana koşuşmaya başlamışlar ki, dam göçmüş. Otuz dokuzu ölmüş. Sağlam kalan ayağa kalkarken arkadaşlarına dönmüş bakmış, "Az kaldı" demiş "bir sakatlık çıkarayazdık."

Baykal,
hálá gerçeği görmek istemiyor. Onun seçim yorumlarını izlerken, Karatepe’li geliyor aklıma.
Yazının Devamını Oku

Irak seçimleri bekledi mi?

23 Temmuz 2007
OYLARIMIZI kullandık dün. Çok canlı ve rekabetçi bir seçim ortamı yüzünden dış politika gündeminden tamamen kopmuştuk. Oysa dışarıda çok önemli gelişmeler var. Hepsi de bizi yakından ilgilendiriyor.

Rusya’nın, Kosova’nın bağımsızlığını engellemesinden; Putin’in silahsızlanma anlaşmasından çekilmesinden söz etmeyeceğim. Bu gelişme de çok önemli ama benim dikkat çekmek istediğim mesele kadar öncelikli değil.

Avrupa Birliği de unutulmamalı. Kendi kurumsal sorunları ile boğuşurken Türkiye’yi kenarda tutuyor olması, bu belirsizlik durumunun nasıl yönlendirileceği de yeni hükümeti bekleyen sorunlardan.

Ama ben bizi daha da yakından ilgilendiren bir gelişmeye dikkat çekmek istiyorum.

Bir sabah kapıyı açtığımızda kollarımızda bulabileceğimiz ateşten topun yakıcı kaderinin ortağı olabiliriz.

Irak’tan söz ediyorum.

* * *

AMERİKAN
üst yönetimi, Irak’a odaklanmak için bütün dış ziyaretlerini peş peşe iptal etmeye başladı. Bir süre önce Bush, Singapur’daki Güneydoğu Asya liderler zirvesine katılmadı. Rice, Afrika ve Filipinlere yapacağı gezileri iptal etti. Savunma Bakanı Gates de Latin Amerika ülkelerine, önceden kararlaştırılmış olan ziyaretlere gitmiyor.

Bu iptaller olumsuz duygulara yol açıyor. Hatta, ABD’nin prestijini sarsacağı yorumları yapılsa da Bush Yönetimi’nin gözü şu sıralarda Irak’tan başka hiçbir şeyi görmüyor.

Demokratların, ordunun Irak’tan çekilmesi için baskıyı artırması yönetimi sıkıştırıyor.

Önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimlerini de hesaba katarsanız, durumun bu yönetim için ne kadar kritik hale geldiğini daha iyi tahmin edersiniz.

Yönetimin, Irak konusunda kamuoyuna ikna edici bir tablo sunması gerekiyor.

Demokratlar, kendilerine verilen 15 Eylül tarihine kadar beklemeyi kabul ettiler. O gün, Irak’taki general Petraeus, Irak’taki gelişmeleri ispatlaması beklenen bir rapor sunacak Kongre’ye.

Irak’ta gelişme olduğunu kanıtlamak için, Maliki Hükümeti’nin petrol yasasını çıkartması, Baasçıların sisteme entegre edilmesi ve yerel seçimleri yapması gerekiyor.

Ama iki ay içinde bunların gerçekleşmesi imkansız. Petrol yasasıyla ilgili çok temel çıkar çatışmaları var. Kürtler, petrol kartını terk etmeye niyetli değiller. Yerel seçimlerin yapılması da bu kaos ortamında mümkün görünmüyor.

Eğer, 15 Eylül’de Kongre’yi ikna edici bir rapor ortaya konamazsa Bush Yönetimi üzerinde askerlerin geri çekilmesi baskıları artacak.

Amerikan Yönetimi’nin bu baskılara karşı durması kolay değil. Irak’ı terk etmek de (Irak’ta belli miktar güç bıraksalar bile) Bush için yenilgiyi kabul etmek anlamına gelecek.

* * *

BU
kritik dönemin sonuçları Türkiye’yi yakından etkileyecek. PKK ve Kuzey Irak konusu zaten yeni hükümeti bekleyen en önemli gündem maddelerinden.

Washington eğer Türkiye’nin bölgeye müdahalesini gerçekten istemiyor ise mutlaka yeni hükümete bu konuda bir jest yapacaktır.

Ya hiçbir adım atılmazsa? O zaman bunun, Bush Yönetimi’nin Kongre baskılarına karşı zaman kazanmasını sağlamak için Türkiye’nin bölgeye çekilmesi planı olarak yorumlanması mümkün.

Irak’taki belirsizlik, bölge dengelerini altüst ederken Türkiye’yi de sarsacak.

Yeni hükümeti bekleyen birincil konu, bu sarsıntının Türkiye’ye ulaşmasını engellemenin çarelerini aramak olmalı.
Yazının Devamını Oku

Geleceğin kısa tarihi

22 Temmuz 2007
BU seçimler, en şöyle ya da en böyle olanı mı? Değil. Bildim bileli Türkiye’nin bütün seçimleri "en kritik" seçimdir. Petrol paylaşımı yüzünden dağıtılmış Osmanlı İmparatorluğu’ndan doğan ulus devletlerin zorluklarla en fazla karşılaşanı şüphesiz ki Türklerinki oldu.

Ve en zor olanı, çoğunluğu Müslümanların oluşturduğu bu ulus devlet başardı. Müslümanlar, demokrasi ve laikliği devlet sistemi olarak benimsediler, korudular ve geliştirmek için mücadele ettiler. Ediyorlar.

İnişli çıkışlı, ite kaka ama hep ileri giden bir başarı çizgisiyle geldik bugünlere.

Yarın nereye gidiyoruz?

Bugünlerde okuduğum bir kitaptan söz edeceğim.

Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın danışmanlarından, ekonomist ve araştırmacı Jacques Attali’nin geçen yaz piyasaya çıkan "Une breve histoire de l’avenir" (Geleceğin kısa tarihi) adlı kitabından söz edeceğim.

2100 yılının dünyasını, bugünkü verilerden yola çıkarak tahmin etmeye çalışan Attali, 2100’leri üç ana akımın belirleyeceğini ileri sürüyor.

***

ÜÇ
ana akımı şöyle özetlemek mümkün. Küresel sermayenin "hiper imparatorluğu", bu imparatorluğun yol açtığı isyan ve karşı koyuşların ortaya çıkardığı terör, iç savaşlar, bölgesel savaşların yaşanacağı "hiper çatışma" ve akıllı insanların her ikisine de karşı çıkarak dünyanın ve insanlığın değerlerini savunmak için verecekleri ortak mücadele, yani "hiper demokrasi".

İlk ikisi, tek başlarına etkin olmaları durumunda bu insanlığın sonu anlamına gelecek.

Üçüncüsü, hiper demokrasi ise tek başına mümkün değil.

O zaman, insanlığın gelecek yüz yılını bu üç ana akım bir arada ve iç içe geçerek etkileyecekler.

***

BU
dinamiklerin biçimlendirdiği dünyada nasıl bir Türkiye ortaya çıkabilir?

Yazara göre, İran ve Türkiye, Amerikan imparatorluğunun gerilediği, Avrupa Birliği’nin gevşediği ortamda Doğu Akdeniz’de bölgesel güç olarak ortaya çıkacaklar. Ancak bu süreç içinde nükleer güce sahip olacak olan bu iki ülkenin arasında çelişkiler de devreye girebilir. Hiper çatışma dinamiği kontrol edilemezse, bölge ve Türkiye, iç ve sınır çatışmalarının, enerji ve su savaşlarının, etnik savaşların içine çekebilir.

Ama küreselleşmenin olumsuz sonuçlarını denetlemeyi becerebilen, insanlık değerlerini seferber edecek akıllı insanların el ele verebildiği bir Türkiye bu riskleri azaltabilir, etkisizleştirebilir.

Yazarın insanlık için ölümcül riskler olarak nitelediği hiper imparatorluk ve hiper çatışma dinamiklerini etkisizleştirmek için nasıl bir hedef koymak gerektiği kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Hiper demokrasi.

***

SEÇİMLERİN
Türkiye’ye, çevremize ve dünya barışına katkıda bulunmasını diliyorum. Herkes bu konuda üzerine düşeni yaparsa neden olmasın?
Yazının Devamını Oku

İran ile gaz anlaşması

20 Temmuz 2007
TÜRKİYE İran ile enerji anlaşması yapamaz mı? <br><br>İran ile doğalgaz konusundaki görüşmelerin, zafer nidalarıyla nihai bir anlaşma gibi yansıtılması üzerine Washington ve Rusya, "neler oluyor orada" telaşıyla sahneye fırladılar. Ben bu anlaşmanın, seçim öncesi ortaya atılış biçiminden rahatsız olduğum için pazartesi günkü yazımda konuya eğilmiş, bunun henüz bir mutabakat belgesi olduğunu söylemiştim.

Enerji konularının iç siyaset malzemesi haline getirilmesinin iyi sonuçlar vermediğini, kafaları karıştırdığını, bazılarının işine geldiğini ama halkın çıkarına olmadığını Bakü-Ceyhan sürecinde yakından izlemiştik.

Yukarıdaki soruya dönecek olursak, ’Evet’ Türkiye İran ile enerji anlaşması yapabilir.

Ne ABD’nin ne de Türkiye ve Avrupa pazarlarında tekel olmak isteyen Rusya’nın bir şey söylemeye hakları vardır.

Kaldı ki, Batılı enerji şirketleri de İran ile anlaşma imzalıyorlar.

Avusturya Enerji Şirketi OMV de Güney Pars bölgesinde doğalgaz çıkartmak için mutabakat belgesi imzaladı. Ama onlar daha temkinli, görüşmelerin yıl sonundan önce tamamlanmayacağını açıkladılar.

Norveç’in Norsk Hydro Asa, İtalyan Ansaldo Energia SpA, İsviçre’nin EGL Inc şirketlerinin İran’da çeşitli alanlarda enerji yatırımları var.

ABD, 20 milyon dolar üzerinde yatırım yapan yabancı şirketlere yaptırım öngören kararını anımsatarak bu yatırımlara karşı çıksa da, Avrupa’nın enerji şirketlerini vazgeçiremiyor. Ancak, bazılarının uluslararası finansman olanaklarını engelliyor.

İşte, yatırım projesi yaparken bu engellerin nasıl aşılacağını da önceden hesaplamak, kredi garantilerini sağlama almak gerekir. Çünkü bu tür yatırımların gerçekleşebilmesi için en önemli şey uygun finansman bulabilmektir.

Söylemek istediğim şu.

İran ile enerji anlaşması, Körfez Savaşı öncesi Saddam ile yapılan anlaşmalara benzemesin, iç politika malzemesi yapılmasın.

BAŞBAKAN’IN GİDERAYAK AKLINA GELENLER

BAŞBAKAN Erdoğan
, "Kanal A" ekranında arkadaşlarımızın sorularını yanıtlarken çok önemli bir noktaya değindi.

"Temiz Eller için güç istiyorum" dedi.

Enerji anlaşması gibi bu da bir son an buluşu.

Beş yıl Parlamento çoğunluğuna dayalı tek parti hükümetinin Başbakanı değilmiş gibi konuştu Erdoğan.

İtalya’daki gibi bir operasyon için yasaların yeterli olduğunu da söyledi üstelik.

Bir beş yıl yetmedi, bir beş yıl daha yetecek mi çetelere karşı kararlı mücadele için?

Son anda Başbakan’ın aklına gelen bir başka şey de, İmar Bankası bonozedeleri. İntihar edenler müjdeyi alamayacak maalesef.

SOL MUHALEFET TABANDAN GELİYOR

"Oyun boşa gitmesin"
sultası etkisini kaybetti. Baskın Oran ve Ufuk Uras’ın söylediklerine kulak kabartanlar giderek artıyor. Bu da, tabandan gelen yeni bir sol muhalefetin önümüzdeki dönemde, CHP dışında örgütlenme ihtiyacı doğuracağını gösteriyor.

Önce de açıklamıştım benim oyum, Baskın Oran’a. Bağımsızlar ne yapabilirler mi diyorsunuz? Neler yapılmadığını kamuoyuna açıklamaları bile yetmez mi?
Yazının Devamını Oku