Ferai Tınç

Suriye neden Türkiye’yi açıkladı

31 Mart 2008
SURİYE Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Dr. Büşra Kanfani, İsrail ile uzun süreden beri Türkiye aracılığıyla haberleştiklerini açıkladı. <br><br>Dünkü İsrail gazetelerinde, bu açıklamanın Kuveyt’te bir gazeteye yapıldığı yer aldı. Bir tek Türkiye mi? Hayır, sözcü başka kanalların da olduğunu söyledi ama sadece Türkiye’nin adını verdi.

Bu açıklama neden şimdi yapılıyor?

Türkiye, iletişim kanalı olarak yeni mi devreye girdi?

Yoksa açıklama bugüne tesadüfen mi denk geldi?

Hayır, bütün yanıtlar hayır.

Türkiye, AKP hükümeti döneminde açıkça bu role soyundu.

Ortadoğu sorununun çözümünde, Lübnan meselesinde arabulucu rolü oynamak için gizli bir kanal rolü oynamak değil, apaçık arabuluculuk yapmak istedi Türk hükümeti.

Ama Suriye’nin bunu şimdi açıklaması da tesadüf değil. Nedeni var.

* * *

SURİYE
cumartesi günü çok tartışmalı bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Arap Birliği Zirvesi Şam’da toplandı. Bu zirve, aynı zamanda Arap Birliği içindeki krizin ilk kez bu kadar ciddi biçimde yansımasına da neden oldu.

ABD başından beri, zirvenin Suriye’de yapılmaması için bölge ülkelerine baskı uyguladı. Ama bazı önemli bölge ülkeleri de Suriye’nin Ortadoğu sorunları karşısında sorumlu bir pozisyon benimsemediği gerekçesiyle, zirvenin Şam’da yapılmasına karşı çıktılar.

Ve Arap Birliği Zirve toplantısına, 22 üyeden sadece 11’i devlet başkanı seviyesinde katıldı.

Bu toplantılara her zaman bütün üyelerin devlet başkanları katılmaz ama ülkelerin katılım seviyelerinin siyasi anlamları hep vardır.

Şam Zirvesi’ne katılımların da bu yıl güçlü siyasi mesajları vardı. Birliğin etkili ülkelerinden Suudi Arabistan ve Mısır’ın devlet başkanlarının Şam’a gelmemeleri bu açıdan çok önemliydi. Ürdün Kralı’nın son anda gitmekten vazgeçmesi de öyle. Lübnan ise hiç bir temsilci göndermedi.

Ayrıca zirvenin başladığı önceki gün, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud- el Faysal’ın Lübnan krizinin çözümünü öngören Arap Birliği kararını bloke ettiği için Suriye’yi sert biçimde suçlaması da dikkat çekiciydi.

Suriye, İran ile ilişkileri nedeniyle de bölgenin Sünni ülkeleri tarafından eleştiriliyor.

Lübnan’da Hizbulah’ı, Filistin’de Hamas’ı destekleyen Suriye-İran ittifakı bölge barışının önünde ciddi tehdit olarak görülüyor.

Bu eleştirilerin altında başlayan zirve dün sona ererken bu kez de Irak hükümeti ile ciddi bir kriz yaşandı. Irak hükümeti, zirvenin sonuç bildirisinde terörün kınanmamasını eleştirdi.

Sonuçta Şam Zirvesi, Suriye’nin yalnızlığını vurgulayan bir toplantı oldu.

Tabii ki, bu yalnızlık karşıt cephenin istediği gibi tam bir tecrit durumunu yansıtmadı ama Şam Yönetimi’nin bölgede yalnızlaştığı da açıkça ortaya çıktı.

* * *

İŞTE
böyle bir günde Türkiye’nin adını geçirmek önemliydi.

Arap dünyasının etkili ülkelerinin eleştirilerinin hedefinde olan Şam Yönetimi, Türkiye’den söz ederek hem Ortadoğu barışı için duyarlı ve gayretli olduğunu hatırlatıyor, hem de böyle tartışmalı bir zirvenin ardından, bölgede İran’dan başka önemli ittifaklara sahip olduğu mesajını da veriyordu.
Yazının Devamını Oku

Çifte standart krizi

30 Mart 2008
BU krizi kim çıkardı diye aramak boşuna. Bugün yaşadığımız siyasi krizin temelinde çifte standart kültürü var.

İsterseniz takiye de diyebilirsiniz. Ama takiyeyi sadece AKP ile ilgili kullanmak haksızlık.

Maalesef hepimiz, Kürtler, Türkler, bu kültürün içinde yetişen hepimiz takiye kültürünü bir biçimde içselleştimiş durumdayız.

Çifte standart. Bizim çıkarımıza uyarsa doğru ve iyi, uymazsa yalnış ve kötü.

Düne kadar DTP’nin kapatılmasına sesini çıkartmayan hükümet, kendi varlığı aynı silahlarla tehdit edilmeye başlayınca, yine her türlü kıstası altüst edecek biçimde ortalığı kasıp kavuruyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan, dün İstanbul’da parti kapatmaya karşı çıkıyordu.

Partilerin kapatılmasını, elimden siyasi muhalefet hakkımı aldığı ve siyasi irade beyan hakkımı ihlal ettiği için kabul etmiyorum.

Ama vatandaş olarak, ben yasalara uyarken, kendini yasaların üzerinde gören her anlayışı da özgürlüğüme tehdit olarak hissediyorum.

Evet parti kapatmaları zorlaştıralım ama neden şimdi? AKP’nin canı yandığı için mi?

Bu aşamada önlem almaya kalkmak, krizi çözer mi?

Başkalarının özgürlüğünü kendininkinin garantisi olarak görmeden, özgürlüklerden söz etme çifte standart değil mi? Bu yaklaşımla çözüm değil, olsa olsa yeni sorunlar üretilir ancak.

***

DARBECİ
çetelerin üzerine gidelim. Başbakan söz veriyor. Tamam gidelim.

Demokratik hukuk devletinden başka hiçbir kurum ve kişi Türkiye’nin ne laikliğinin, ne özgürlüğünün, ne de gelişmesini garantisi olabilir. Bu yüzden çetelerin üzerine sonuna kadar gidilmesini istiyorum ben de.

Darbeleri ve darbecileri sorgulamadan "birer adım geri" formülüyle uzlaşma yolunu seçmiş olduğumuzdan, darbeci çeteleşmelerden kurtulamadık.

Ama neden Başbakan, darbecilerin üzerine giderken, en geniş anlamda özgürlüklere de sahip çıkmıyor.

Dünkü konuşmasında yine medyayı hedefe oturtuyordu.

"Bu işi bugünlere medya getirmiştir" diyordu kızgınlıkla.

Bir çifte standart daha.

Bugün medya, artık beş yıl önce gibi değil. Medyanın yarısı Başbakan’a yakın.

Hangi medya bugünlere getirdi? "Majestelerininki" olamayacağına göre, "öteki" demek ki.

Aslında, nerede çalışırlarsa çalışsınlar, gazetecilerin büyük bir çoğunluğu, her sorumlu insan gibi, işlerini iyi yapmak için çırpınıyorlar.

Bugün medyayı suçlayan başbakan, basın ve ifade özgürlüklerini engelleyen yasaların değiştirilmesini istediğimizde hep havaya baktı.

Sadece 301 değil.

Yeni basın yasasında kalkan hapis cezası, diğer yasalardaki düzenlemelerle geri gelirken meslek kuruluşları hükümeti sürekli uyardı. Para cezalarının artması, sürmekte olan davalar hakkında yayın yasakları, hakaret suçu kapsamının her türlü eleştiriyi sınırlayan biçimde genişlemesine karşı gazeteciler defalarca hükümetin dikkatini çektiler.

Şimdi, çetelerle ilgili haber yapan meslektaşlarımız davalarla başbaşa. Sızdırılanlar dışında- ki bu kötü bir gazeteciliğe yol açar- gazeteciler araştırmacı gazetecilik yapabilir ve kamuoyunun aydınlanmasına yardımcı olabilirler. Ama bugünkü yasalarla, hapis cezaları ve bir gazetecinin hayatında göremeyeceği miktar para cezalarının caydırıcılığı altında, bu mümkün mü?

***

NERESİNDEN
bakarsam bakayım, bugünkü krizi neresinden tutarsam tutayım temelinde, kendine yontma zihniyeti, çifte standart kültürünü görüyorum.

Bunun üstesinden, "herkes bir adım geri" temelinde uzlaşma formülleriyle değil, sadece demokratik hukuk devleti ile gelinebilir. Bütün krizlere, "kurtarıcılar" arası iktidar mücadelelerine, çözülme risklerine karşı tek "kurtarıcı" formül budur.
Yazının Devamını Oku

Talat-Büyükanıt buluşması

28 Mart 2008
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın KKTC ziyaretini bir yıl önce yaşananlarla kıyaslayınca ilginç sonuçlar çıkıyor. Bir yıl önce KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, çözüm sürecine katkıda bulunmak amacıyla Lefkoşa’da Lokmacı geçidini açmaya karar vermişti.

Bunun bir jest olmasını istiyordu Talat. O yüzden de tek taraflı bir adım olacaktı.

Lefkoşa çarşısını tam ortasından ikiye bölen bu noktadaki duvarın yıkılması ve üst geçidin kaldırılması, bölgede bulunan Türk askeri tarafından olumlu karşılanmamıştı. Yetki tartışmaları çıktı.

Daha doğrusu, bu konuda KKTC yönetimi ön temaslarda bulunmuş ve olumsuz bir mesaj almamıştı.

Kararın açıklanmasından sonra durum değişti. Talat, Ankara’ya çağrıldı. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt ile görüştü. Buraya kadar dışarıya yansıyan pek bir şey yoktu. Ama ne olduysa görüşmeden sonra oldu. Talat, Lokmacı geçidi konusunun içeride gündeme gelmediğini söylüyor, Büyükanıt ise onu yalanlıyordu.

Konu gündeme gelmişti ve asker, Lokmacı’daki üst geçidin yıkılmasına karşı çıkmıştı. Kıbrıslı Türkler bir jest yapacaksa, Rumlardan da bir jest beklenmeliydi.

* * *

BU
olayları hatırlayınca, Genelkurmay Başkanı’nın önceki gün KKTC’ye yaptığı ziyaret farklı bir anlam kazanıyor.

Kıbrıs Türk ve Rum liderlerin görüşmelere başlamak için harekete geçtikleri bir dönemde Ada’ya giden Genelkurmay Başkanı’nın ziyareti, Lokmacı geçidinin açılış çalışmalarının başladığı güne denk geldi.

Ama bu kez Lokmacı konu edilmedi.

Genelkurmay Başkanı, "adil ve kalıcı bir çözümden sonra" Türk askerinin çekileceğini söyledi. Dün bu açıklamanın ne anlama geldiğini sordum. Talat’ın çevresinde bu açıklamanın "barış" mesajı olarak yorumlandığını öğrendim.

Org. Büyükanıt’ın, KKTC ve Türkiye’deki yetkililerin "nasıl bir barışın adil ve kalıcı olduğunu bilirler" yolundaki açıklaması da, Talat’a güven mesajı olarak değerlendiriliyor.

* * *

KIBRIS
sorununun çözümünde ve Türk askerinin çekilmesi ya da kalmasının sınırları siyasi iradenin alacağı kararlara bağlıdır. Askerin görüşünün bu kadar öne çıkması doğru mu?

Bu Kıbrıs’ta önemli. Çünkü Avrupa Birliği üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti Yönetimi, bugünkü bölünmüşlüğün ve sorunun Ada’nın işgal altında olmasından kaynaklandığı tezini işliyor uluslararası kulislerde.

Bu sorunun Türk askeri ile adanın Rum halkı arasındaki bir sorun olmadığını göstermenin tek yolu ise Türk halkının ve siyasi liderinin bağımsızlığına ve ve iradesine en başta Türkiye’nin ve Türk askerinin saygılı olması.

Eşitlik mücadelesine zarar vermek istenmiyorsa tabii. Dün, konuştuğum KKTC’li yetkililer bu çerçeveden bakınca Orgeneral Büyükanıt’ın barış mesajı verdiğini söylüyor ve ziyareti olumlu olarak yorumluyorlar.
Yazının Devamını Oku

Toz duman arasında pazarlık sürüyor

24 Mart 2008
SİYASİ tartışmanın yerini, susturma hırsının aldığı bir ortamda gerçek gündem gözden tamamen kaçıyor. Belki istenen de budur.

İlhan Selçuk’un, üyesi olmadığı bir örgütün düşüncelerini paylaştığı gerekçesiyle sabaha karşı apar topar gözaltına alınmasının nedeni belki de gerçek gündemin gözden kaçırılması hesabıdır.

Hrant Dink davasında olmuş olaylarla ilgili ortaya atılan sarsıcı iddialar sessizlikle karşılanırken, derin devlet davası denilen Ergenekon’da AKP muhalifi isimler düşünce, tasarı ve siyasi yol göstericilikleri nedeniyle, neredeyse ibretlik örnek yaratma gayretkeşliği içinde gözaltına alınıyorlar. Yurtdışına çıkışları yasaklanıyor.

Sıra kimlere kimlere gelecek ihbarları yapılıyor gazete köşelerinden.

İleri geri konuşursan sen de yanarsın sopaları gösteriliyor abalar altından.

Bu arada, Güneydoğu Anadolu’da işler karışmış. Demokratlığı kimselere kaptırmayanlardan, "PKK yandaşları" diyerek durumu idare etmeleri dışında bir şey duymuyorum.

Soran yok, yanıt vermek isteyen zaten yok.

* * *

TOZ
duman altında kalan gündem çok sıkı. Türkiye’nin geleceğini bağlayacak olan önemli kararlar verilecek.

Bugün ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, PKK’ya sınır ötesi operasyonda en yakın müttefikimiz, gerçek istihbarat kaynağımız olarak oturacak masaya.

Irak ve Afganistan dahil büyük bir Ortadoğu turunun en son durağına denk gelen bu ziyarette, İran’a yönelik füze kalkanı projesi de konuşulacak.

Çek Cumhuriyeti ve Polonya olmak üzere iki bacaklı olduğu düşünülen füze kalkanı projesinin aslında Türkiye de dahil üç ayaklı olacağı, ABD Savunma Bakanı Gates’in Türkiye ziyaretinde belli olmuştu. Bu konuda sürdürülen gizli görüşmelerin önümüzdeki ay Budapeşte’deki NATO Zirvesi’nde resmiyet kazanacağı söyleniyor.

Türk savunma sanayiine bir milyar dolar yatırım vaadiyle gelen bu projenin gerekçesi, "Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya yerleştirilecek füze kalkanı sisteminin Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye ve Romanya’yı korumayacağı."

NATO Zirvesi önemli konuların tartışılacağı bir zirve olacak. NATO ile Avrupa Birliği ilişkilerinin derinleşmesini engelleyen, Türkiye’nin Kıbrıs’ın üyeliğine koyduğu veto konusu da gündeme gelecek mutlaka.

NATO Zirvesi’nde ele alınacak konular, füze kalkanı ve NATO’nun genişlemesi de dahil Moskova ile ilişkiler açısından da önemli.

Kıbrıs görüşmelerinin başlıyor olmasının yanı sıra, tabii, PKK ile mücadele bağlamında Irak ve Irak Kürdistan Yönetimi ile ilişkiler de gündeme gelecek Cheney’in bugünkü temaslarında.

Bunlar hemen ilk akla gelenler.

Enerji pazarlıkları, Ortadoğu barış sürecinde Türkiye’den beklentiler, ABD’nin İran ve Suriye’nin yalnızlaştırılması politikasına destek arayışı ve tabii ki Afganistan’a ek güç de gündemde.

* * *

GÜNDEM
sıkışık. Hikaye çok. İç ve dış politikada başarı öykülerinden geçilmiyor, komplo teorileri, iktidar savaşları, kılıç kalkan sesleri bol. Ama böyle önemli ve karmaşık sorunlarla başa çıkacak bir ortamı, ruh hali yok Türkiye’nin şu sıralar.
Yazının Devamını Oku

Dikkat edin elleriniz kirlenmesin

23 Mart 2008
BAŞBAKAN Ergenekon davasını İtalya’daki Temiz Eller Operasyonu’na benzetiyor. Hem de bu benzetmeyi o gün yapıyor. AKP’ye muhalefetin en sert zirvelerindeki isimlerin sabaha karşı, 12 Mart ya da 12 Eylül tipi ev baskınlarıyla gözaltına alındıkları gün.

Susurluk ve Ergenekon gibi devlet içinde devlet kurmaya kalkanların ortaya çıkartılarak cezalandırılmalarını, Türkiye’nin demokratikleşebilmesinin ön koşulu olarak gördüğümü her zaman söylüyorum. Gladio artıkları ile mafya elebaşlarının, ulusal çıkarlar gerekçesinin ardına gizlenerek kendilerini yasaların üstünde görmeleri başımıza büyük dertler açtı.

Ama bu son olanlara bakınca yine karamsarlığa kapılmamak mümkün değil.

Bir davanın karambole getirilip üstünün kapanmasının en etkili yolu onu şirazesinden çıkartmaktır. Genişletip, akılları bulandırmak ve buharlaştırmak.

Biz bunu Susurluk’ta da yaşadık Şemdinli’de de. Bütün faili meçhullerde benzer bulanıklıklar içinde kaybolmalara tanık olduk.

İlhan Selçuk gibi bir gazeteciyi, yaşını ve sağlık durumunu bir kenara bıraksak bile, bilgisine baş vurmak için gözaltına almak, illa da gerekli miydi?

***

ADALET
Bakanlığı’nın dün yaptığı açıklama da ilginçti. İlhan Selçuk’a karşı bu biçimde bir davranışın bakanlık yetkilileri tarafından da "normal" karşılanmadığı açıklanırken, birilerinin kendi başlarına hareket ettikleri ima edildi.

İşte, bu boşluklar çok önemli. Türkiye’nn başına ne geldiyse bu "boşluklar" yüzünden gelmedi mi zaten? Şeffaflıktan hoşlanmayan, hesap sorulabilir olmak istemeyen bir sistemin boşluklarında kendilerine otorite oluşturan, yetki ve sorumlulukları kendinden menkul güç odaklarının sürekli saldırısı altında kalmadı mı bu toplum.

Evet bunların üzerine gidilsin. Ama bu bahaneyle, 1950’lerin sonlarında radyolardan anons edildiğini anımsadığım "vatan cephesi" listeleri düzenlenmesin yeniden.

Siyasetin, sadece "bizden" olan ve olmayanlar prizmasından yapıldığı bir ülke haline dönmesin Türkiye.

***

İTALYA
’daki temiz eller operasyonu, öyle sanıldığı gibi tamamen Gladio’ya karşı değildi. Ülkedeki yolsuzluk düzeninin üzerine gittiler savcılar. Sonunda merkezdeki bütün partilerin, büyük iş adamlarının bu yolsuzluk çarkına ortak oldukları anlaşıldı. Bu arada bazı önemli savcılar öldürüldü, iş adamları intihar ettiler. İtalya’nın en güçlü merkez sağ ve sol partileri çöktüler.

Ama sonunda ne oldu? Sistem sarsılmaya başlayınca frene basıldı, zaman aşımından bazı davalar düştü, Berlusconi sahneye çıktı ve temiz eller tarih oldu.

Pekiyi Başbakan Erdoğan, temiz eller operasyonundan söz ederken neyi kast ediyor. Yolsuzluklar sisteminin sarsılacağını mı, yoksa çetelerin üzerine gidileceğini mi?

Bu gidişe bakılırsa, ikisi de lafta kalacak gibime geliyor. Hrant Dink’in göz göre göre öldürülmesinin, AKP’nin ilk beş yıllık dönemine denk geldiğini anımsamak iyimser olmamak için yeterli neden.

Kaldı ki AKP, partinin kapatılma ihtimaline karşı gardını alırken, muhalefeti susturmaya bu denli abanırsa, temiz eller operasyonu derken kendi ellerini kirletmesinden korkarım.

***

SAVRULDUĞUMU
hissediyorum. Türkiye, farklı çıkarlar ve düşüncelerin hoyratça birbirlerini yok etme arzusuyla en fazla yanıp tutuştuğu bir dönemden geçiyor. Halbuki yok öyle bir şey, kimsenin gidecek başka yeri yok. Burada birlikte yaşamak zorundayız. Bugünkü durum normal değil. Ne AKP ne de CHP bu atmosferi dağıtmak için parmağını kıpırdatıyor. Aksine gerilime oynuyorlar. Kırılmaları da göze alarak üstelik.
Yazının Devamını Oku

İşgalin beşinci yılında

21 Mart 2008
IRAK’ın ABD tarafından işgalinin beşinci yılı doldu. Cumhuriyetçi Başkan adayı McCain, 100 yıl daha ABD’nin bölgede kalabileceğini söylüyor. Zaten beşinci yılı demek de doğru değil. ABD 1990’dan beri Irak ile uğraşıyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi on sekiz yıldan beri sürüyor.

İlk savaştan önce, ABD’nin büyük gücüne inananların çaldığı savaş tamtamlarını beş yıl önce de duymuştuk.

ABD, bir çırpıda Saddam’ın işini bitirecek, bir çırpıda demokratik Irak kurulacak ve bir çırpıda Ortadoğu Irak’tan başlayarak demokratikleşecekti.

Dünyanın tek süper gücü her şeye kadirdi.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, pusulalarını iktidara kilitleyenlerin güce tapan öngörüleri hep yanlış çıktı.

Türkiye’nin demokratikleşmesini de AKP’den beklerken karaya oturmaları gibi, Irak’ta ABD’nin zafere ulaşacağı iddiaları da duvara tosladı. Beş yıl sonra ortaya çıkan manzarayı yorumlamaya gerek var mı?

* * *

KIZILHAÇ
Uluslararası Komitesi, bu hafta yayınladığı 15 sayfalık raporunda Irak’ta tam bir insanlık dramı yaşandığını açıkladı. Milyonlarca insanın içecek temiz su bulamadıkları ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği yüzünden ciddi sağlık riskleri ile karşı karşıya olduklarını belirledi.

Saddam zamanında durum daha iyi miydi? Hayır, savaştan bir yıl önce Bağdat’a gittiğimde de, Dicle’nin kirli suyunu içmek zorundaydı Bağdatlılar, bugün de aynı kirli suyla sürahilerini dolduruyorlar. Ne değişti?

Irak daha da yaşanılmaz hale geldi. Kızılhaç raporuna göre, "Savaşın başlamasından sonra ülkenin büyük bir kısmında insanların karşı karşıya kaldıkları durum değerlendirildiğinde Irak, dünyanın en kritik bölgeleri arasında yer alıyor."

Birleşmiş Milletler Mülteciler Ajansı, geçen yıl 45 bin Iraklının iltica başvurusunda bulunduğunu bildiriyor. Bu sayı 2006 yılında 22 bin 900 olarak açıklanmıştı.

Halen Suriye, Ürdün gibi Irak’a komşu ülkelerde yüz binlerce Iraklı, ülkelerindeki durumun düzelmesini bekliyor geri dönme umuduyla yaşıyor. Irak’ta yerlerinden edilen insanlar da hesaba katılırsa, işgal yüzünden 4, 5 milyon Iraklı ülkesinden ve evinden oldu.

İşgal, radikal dinci hareketlerin ve terör örgütlerinin ülkeyi ele geçirmesine yol açtı. Artık hepsinin siyasi denklemin herhangi bir noktasında yeri var.

* * *

IRAK
’ta Amerikan işgaline her fırsatta teşekkür edenler sadece Iraklı Kürtler. Onların da iktidara en yakın olanları.

Irak Kürt halkının hayatında büyük bir değişiklik olduğunu sanmayın. Belki yolları biraz daha iyi, okulları daha okul gibi, ama mesela Kerkük’ü tamamen Kürtleştirmek için geri getirilen yüzlerce insanın ne kadar kötü koşullarda yaşamak zorunda kaldıklarını biliyoruz. Ayrıca, bölgesel yönetimin yolsuzluklarını duymayan kalmadı.

ABD Başkan Yardımcısı Cheney’in Bağdat’tan sonra doğruca Erbil’i ziyaretinin bir nedenini, Kürt yönetimine verdiği destek oluşturuyorsa bir nedeni de Irak Kürdistan Yönetimi’nden destek istemekti. Beş yılda hálá petrol paylaşımını güvence altına alamayan Amerikan Yönetimi, petrol yasasının bir an önce çıkartılmasını istiyor. Bu yasa çıkamadığı için, Bağdat hükümetiyle Barzani Yönetimi arasındaki çatlak giderilmeden, uluslararası petrol şirketleri Irak’a yatırım yapmaya yanaşmıyorlar.

* * *

IRAK
işgalinin beş yılı ortada. Irak’ın gelecek beş yılı neler gösterecek?

Beşinci yıldönümünde konuşan ABD Başkanı Bush’a göre, "Amerikan askerleri Irak’ta inkar edilemeyecek biçimde başarılı oldular" ve bu savaş "zaferle bitecek." Hálá inanan var mı?
Yazının Devamını Oku

Dış politikada baskı dönemi başlarken

17 Mart 2008
AKP’yi kapatma davası, Türkiye’nin dış politikada çok ciddi konularla karşılaşacağı bir döneme denk geliyor. <br><br>Kıbrıs, durağanlık döneminden çıkıyor. Talat-Hristofyas görüşmesi 21 Mart’ta. Kıbrıs Rum kesimindeki seçimlerin ardından gelen bu buluşmanın, Kıbrıs sorununu çözmeye yönelik yeni bir süreci başlatması bekleniyor.

Görüşme süreçlerini biliyoruz.

Dağınık bir dikkatle, rüzgarın önünde sürüklenmekle üstesinden gelinebilecek bir süreç değil.

Çok hazırlıklı, esnek ve yaratıcı olmayı gerektiriyor müzakere süreci.

Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyeliğinin önündeki en önemli engel Kıbrıs. Bu sorunun da, müzakere süreci ile ilişkilendirileceğinden hiç şüpheniz olmasın.

Ne demek? Şu demek, önümüzdeki dönemde Türkiye Kıbrıs konusuyla ilgili tüm aktörlerin, ABD, AB ve BM’nin baskısı ile karşı karşıya kalacak.

Bu süreç ne yazık ki siyasi kriz rüzgarları estiği bir döneme denk geliyor. Sadece Türkiye’de değil. KKTC’de de durum parlak değil.

* * *

ABD
Başkan Yardımcısı Cheney’in ziyareti de bu döneme rastladı. Cheney, Türkiye’ye geliyor. Artmakta olan petrol fiyatları, Ortadoğu barışı ve tabii ki İran olacak gündeminde. Türkiye’de hangi konuların ele alınacağına ilişkin yapılan açıklamalarda, Cheney’in, PKK’ya karşı mücadelede ABD’nin desteğinin sürdüğü mesajını vereceği belirtiliyor. Ayrıca Amerikalı yetkililerin Kürt sorununa siyasi çözüm yaklaşımını da yineleyecek. Ama askerlerle de görüşmek isteyen ABD Başkan Yardımcısı’nın İran’ı Ankara’da konuşmaması mümkün değil.

Füze kalkanı gündeme gelecek mi? Bu konuda hiçbir açıklama yapılmadı ama bekleniyor. Bu kritik gündemin, Türkiye’nin iç politika dalgalanmalarına denk gelmesi, PKK’ya karşı işbirliği nedeniyle biraz düzelir gibi olan ilişkiler açısından da riskler taşıyor.

* * *

ENERJİ
başlı başına bir konu. Bu meselenin dış politika boyutu yeterince zaten ciddiye alınmaz, ama öyle değil. Petrol fiyatlarının tırmanmasıyla müthiş bir diplomatik hareketlilik başladı dünya çapında. Türkiye, Avrupa’nın enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesinde oynayacağı rolü daha etkili biçimde belirleme durumunda. Avrupa’ya doğal gaz boru hattı projesi Nabucco ne olacak? Her kafadan bir ses çıkıyor. Son olarak, Türk hükümetinin bazı taleplerinin Azerbaycan ve Avrupa Birliği’ni kızdırdığı ileri sürüldü. Nabucco’daki aksamaların dış politika yansımalarını hesaba katmak gereken ciddi bir dönem var önümüzde.

İşte böyle bir dönemde, Türkiye yine kendisine kapanacak, hükümetin yaptıkları ve yapamadıkları üzerinde yoğunlaşması gereken muhalefet, bambaşka şeylerle uğraşacak. Ne kadar yazık.

MESLEKİ BİR TARTIŞMANIN ARDINDAN

Her zamanki gibi Türkiye’de iyi şeyler de oluyor. Boğaziçi Üniversitesi Barış Eğitim ve Araştırma Merkezi, ÇABA derneğinin desteğiyle, Cuma günü Barış Gazeteciliği konusunda uluslararası bir sempozyum düzenledi. Merkezin, çalışmalarının ilki olan bu toplantıda, Barış Gazeteciliği’nin getirdiği, alternatif gazetecilik anlayışı tartışıldı. Çeşitli ülkelerden ve Türkiye’den gazetecilerin verdikleri olumsuz örneklerin sorumlu ve insan odaklı bu gazetecilik ile nasıl üstesinden gelinebileceği ele alındı. Gazetelerin, akademik araştırmalardan, dava dosyalarına kadar çok geniş bir alanda referans olarak kullanıldığı bir dönemde, biz gazetecilerin sorumluluğu daha da artıyor. Kullandığımız dilden, haber ve yorumlarımıza, sayfalarımızın çizimine kadar aklımızda tutmamız gereken bir yöntem barış gazeteciliği.
Yazının Devamını Oku

Bir muhalefet yöntemi olarak parti kapatma

16 Mart 2008
BU ülkede, kendileri olmasa halkın ne vatana, ne cumhuriyete sahip çıkabileceğine inanlar ikide bir oyunu durdurmaya devam ettikçe, Türkiye’nin çağımızın sorunlarıyla baş edebilmesi mümkün değil. Siyasetin dinamiklerine on yılda bir müdahale, bu ülkenin sivil toplumunu, dolayısıyla tehlikelere direncini zayıflatıyor.

AKP’nin kapatılması girişimi ne zamana denk geldi?

Tam da işçilerin, sosyal güvenlik yasa tasarısına karşı seslerini ülke çapında yükselttikleri, AKP ile doğrudan bir alışveriş, bir hesaplaşmaya oturduğu güne denk geldi.

Sonuç? Gündem değişti.

Sosyal reform tasarısı, Güneydoğu ile ilgili vaatler, tırmanan petrol fiyatları karşısında yapılması gerekenler, alternatif enerji tartışmaları, Avrupa Birliği, Kıbrıs, Gümrük Birliği’nden doğan haksızlıkların düzeltilmesi için yapılması gerekenler, kadın haklarının genişletilmesi için sırada bekleyenler, yüksek öğretimdeki aksaklıkların düzeltilmesi için akademinin başlattığı muhalefet, YÖK tartışmaları, kapının önünde dolaşan ekonomik kriz ve daha birçok önemli mesele yine arada kaynadı.

Çünkü şimdi Türkiye erken seçim ihtimalini konuşmaya başlayacak.

***

DIŞARIDAN
müdahalelerle hiçbir sorun çözülemiyor.

Refah Parti’nin kapatılmasından sonraki gelişmeleri yaşadık.

Erdoğan’ın mahkûm edilmesi onu, CHP lideri Baykal’ı, "eğer başbakanlık yolunu tıkasaydım, halka karşı bir şey yapmış olurdum" dedirtecek kadar güçlü bir biçimde geri döndürmedi mi?

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil.

Tayland’da, 2006 yılındaki askeri darbeden sonra geçen yıl mayıs ayında Anayasa Mahkemesi, sürgüne giden Başbakan Thaksin Shinawatra’nın lideri olduğu partiyi yasakladı. Bu yıl yeniden seçimler yapıldı. Thaksin’in en yakın çevresinden isimlerin kurduğu parti parlamentoda çoğunluğu sağladı. Üstelik eski hükümetin yolsuzlukları bir bir açıklanmışken.

Halk her zaman mağdurun yanındadır.

***

AKP
’nin ya da herhangi bir partinin kapatılmasına karşı çıkmak, onları desteklemek anlamına gelmez. AKP, seçimlerde sağladığı sonucu, halkın kendisine her istediğini yapabilme izni verdiği biçiminde algıladı. Ve dayatmacılığı siyasetinin esas üslubu haline getirdi.

Dün Siirt’te konuşurken "milli irade karşısına yargı çıkamaz" diyor Başbakan Erdoğan.

Bu doğru mu? Milli iradeye, yasaların üzerinde bir güç atfetmek mümkün mü?

Milli iradenin sorumluluk verdiği bir kişi ya da kurum suç işlerse ne olacak?

AKP’nin bu, popülist "milli irade" anlayışı, dün işçileri sokağa çıkartan dayatmacılığın nedeni aslında.

Ama parti kapatmayı, bir muhalefet yöntemi, yargıyı muhalefet aracı haline getirmek de doğru değil.

On yılda bir yapılan darbelerle Türkiye’nin siyasi kadroları budandı ve demokratik ortam çoraklaştırıldı.

Üç beş yılda bir parti kapatarak rejimi korumaya çalışmak ise onu daha kırılgan bir hale getiriyor.

Mağdurlar yaratmak, popülizmi besliyor.

Bu eğilime karşı çıkmak gerekir.

Ama AKP’nin DTP’ye yaptığı gibi, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyerek olmaz bu işler.
Yazının Devamını Oku