Ferai Tınç

Nobel ödüllü bir lord ile sohbet

20 Nisan 2008
LORD ile bir ay önce Katar’da bir toplantı sırasında tanıştım. Daha doğrusu, ilk karşılaşmamız Kuzey İrlanda’da 1997 seçimleri sırasındaydı. Yani, Kuzey İrlanda ve İngiltere’de teröre son veren o ünlü "Good Friday" anlaşmasından bir yıl önce.

Lord David Trimble, Katar’da Ortadoğu ile ilgili bir toplantıda kendi deneyimlerinden yola çıkarak barışın mümkün olduğunu anlatmıştı.

Kendisiyle konuşmak istediğimi söyleyince geri çevirmedi. Çaylarımızı alıp, bir köşede sohbete başladık.

David Trimble, Kuzey İrlanda barışının mimarlarından. İngiltere’den ayrılmak istemeyen Protestan Ulster Partisi’nin lideri (Ulster Unionist Party) ve İngiliz Parlamentosu’ndaki ilk Kuzey İrlanda Bakanı. Lord Trimble 10 Nisan 1998 yılında, IRA’nın yasal partisi olan Sinn Fein ile imzalanan barış anlaşması nedeniyle Kuzey İrlanda Sosyal Demokrat ve İşçi Partisi Lideri John Hume ile birlikte Nobel barış ödülüne de sahip oldu.

Belfast ya da Good Friday Anlaşması’nın onuncu yılında, Kuzey İrlanda’nın dünyaya verebileceği dersler, tavsiyeler var mı?

"Otuz yıl boyunca Kuzey İrlanda’nın adı, şiddetli çatışmalarla özdeş olmuştu. Şiddet burada hayatın değiştirilemez gerçeği haline gelmişti. Ama bugün IRA şiddeti sona erdi ve siyasi çözüm gerçekleşti. Bu bir stratejik ve taktik esneklik süreciydi. Bizim yaşadıklarımızdan çıkarılabilecek ders şu: Her örnek kendi özel koşulları içinde değerlendirilmeli." David Trimble’in konuşmamız sırasında üzerinde en fazla durduğu nokta bu.

GENEL KURALLAR YOK

IRA’ya karşı tavizsiz bir siyasi geçmişi olan, Katoliklerin, İngiltere’den bağımsızlık isteklerine karşı savaşan bir partinin siyasi kültüründen gelen ve sonradan onun liderlik koltuğuna oturan David Trimble, "Bu süreçte kurallar yok. Ama genel geçerliliğe sahip bazı ilkeler var" diyor "Teröristlerle masaya oturulmaz demek, eğer onlar silahı bırakacaklarını söylüyorlarsa pek de kolay değil. İnsanların değişebileceğine inanmak lazım. Bu süreçte bizim temel ilkemiz barışı sağlamaktı."

Ama "diyalog" ve "çözüm" sözcüklerinin Kuzey İrlanda deneyiminde ne anlama geldiğini iyi tahlil etmeden teröristlerle masaya oturulabilir sonucunu çıkarmak da doğru değildi.

David Trimble, "Son zamanlarda, Kuzey İrlanda örneğinin bir çatışma çözüm yöntemi olarak sunulmak istendiğini görüyorum. İsrail-Filistin meselesinde, Sri Lanka’da, hatta Irak’ta Kuzey İrlanda örneğinden söz ediliyor. Iraklı bir heyet ile konuşmam istendiğinde de bunun farkına vardım. Benim onlara anlattıklarımdan, acaba nasıl sonuç çıkardılar?"

Lord Trimble
bu endişelerini ve deneyimlerini ayrıntılı bir makale ile anlatma ihtiyacı duyuyor bu gelişmeden sonra. "Ulster’ı yanlış alamak " (Missunderstanding Ulster). Web sitesinde bulabilirsiniz.

RİSK ALABİLEN LİDERLER

"Barış ne zaman sağlanabildi biliyor musunuz? Kuzey İrlanda’da başka hiçbir seçenek kalmadığını herkesin anladığı zaman sağlandı. Şiddete geri dönüşün yolu barış ortamı sayesinde gelen ekonomik kalkınmayla tıkandı. Artık hiçbir Kuzey İrlandalı, şiddete hoş bakmıyor. Kuzey İrlanda, Britanya Adası’nın en fazla turist çeken dördüncü bölgesi durumuna geldi. Otellerin doluluk oranı geçen yıl yüzde 80’e ulaştı."

Lord Trimble
, bugünkü duruma kolay gelinmediğini ısrarla söylüyor sohbetimizde, "Anlaşmak hiç de kolay olmadı. Çok sert muhalefet dönemleri ve umutsuzluk anları yaşadık. Bu noktaya ulaşmak için barışa inanan demokratik liderlerin risk almaları gerekti. Sürecin tıkandığı öyle bir an gelmişti ki, devam etmem imkansız gibi görünüyordu. Eşim cesaret verdi, yola devam ettim. Bugün dönüp bakınca ona teşekkür ediyorum. İyi ki bu cesareti verdi bana."

"Hiçbir zaman, herkesle ve ne zaman olursa olur konuşulur dememeli. Bu sürecin, çok iyi belirlenmiş bir stratejisi olmalı ve ekonomik, siyasi, güvenlik adımlarıyla birlikte yürütülmeli" diyor Lord Trimble.
Yazının Devamını Oku

AKP Avrupa’da CHP nerede?

18 Nisan 2008
AVRUPA Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin, AKP’ye açılan kapatma davasıyla ilgili bildiri hazırlığı büyük gürültü kopardı. Eleştirilerin hedefinde AKP var.

Ya CHP? Hiç mi sorumluluğu yok?

Avrupa Birliği platformunda Türkiye ana muhalefet partisinin sesi hiç duyulmuyor.

Avrupa Konseyi esas olarak uluslararası "kulis ve lobi" alanıdır.

AKP üyeleri, partilerinin kapatılmasını engellemek için uluslararası destek sağlamak amacıyla böyle bir arayışa girmiş olabilirler. Tabii ki, Karma Parlamento Meclis Başkanı’nın ifade ettiği gibi "Türk heyeti adına" böyle bir istekte bulunmaları siyaset etiğine sığmaz.

Ama onlar kendi işleriyle uğraşırken CHP neredeydi?

* * *

GEÇEN
yıl bu zamanlarda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde iki CHP’li milletvekili çok önemli komisyonların başkanlığını yürütüyorlardı. Bu konumlar Türkiye’nin kazanımıydı. Ama CHP liderliği, bu durumu önemsemediği için genel seçimleri kaybettiler ve Avrupa Konseyi’ndeki başkanlık görevlerinden ayrıldılar.

Onlardan biri Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Siyasi Grup Başkanı CHP Gaziantep milletvekili Abdülkadir Ateş’ti. Avrupa Konseyi’ne üye olduğumuz 1949’dan bu yana ilk kez Türkiye’den bir parlamenter, dört aday arasından sıyrılarak böyle önemli bir göreve Meclis tarafından seçiliyordu. Diğeri de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu Başkanı CHP Ankara milletvekili Gülsün Bilgehan’dı.

* * *

DÜN Abdülkadir Ateş’
i aradım. Kongre öncesi çalışmalarda bulunmak için Umut Oran ile birlikte Diyarbakır’daydı.

"Avrupa Konseyi’nin üç temel prensibi vardır, insan hakları-demokrasi ve hukukun üstünlüğü" diyordu Ateş, "Bir ülkenin en üst mahkemesinin açtığı bir davayla ilgili olarak bildiri yayınlamak, Konsey’in hukukun üstünlüğü ilkesine aykırıdır."

Ateş
’e göre Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Mahkemesi var, hukuki konular orada ele alınır. Bu sorunların siyasi arenaya çekilmesi Avrupa Konseyi’nin hukukun üstünlüğü ilkesine müdahale anlamına gelir.

Ateş dün, yakın arkadaşı olan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Lluis Maria de Puig’e ulaşmaya uğraşıyordu. Bunları söyleyecekti.

* * *

BUGÜN
Avrupa Birliği Türkiye ile ilgili her konuyu AKP’lilerden öğreniyor. Onların sesi duyuluyor Avrupa platformlarında. Çünkü onlar çalışıyorlar. AKP iktidar, CHP ne yapabilir diyebilirsiniz.

Her şey olup bittikten sonra, iç kamuoyuna en sert demeçleri vermek çok kolay. Önemli olan olayları etkileyebilmek. Muhalefetin anlamı, sadece iktidarın her yaptığına karşı çıkmak demek midir?

Örneğin, neden CHP Avrupa’da itibarı ve çevresi olan üyelerinden bir heyet oluşturup Avrupa’da ciddi bir muhalefet sesinin duyulmasını düşünmüyor? Karma Parlamento Komisyonu’nda CHP’li milletvekilleri yok mu? Var. İki üyesi var CHP’nin. Birgen Keleş, henüz çok yeni. Haluk Koç’un ise adaylık çalışmaları nedeniyle Meclis çalışmalarına katılamadığını öğrendim.

CHP, dün AKP’yi en ağır sıfatlarla suçluyordu. Soruyorum, dünya ile ilişkisini kesen, Avrupa’yı boş bırakan "retçi" muhalefet tarzının hiç mi suçu yok?
Yazının Devamını Oku

Pippa Bacca ile yüzleşmek

14 Nisan 2008
PİPPA Bacca, ne gerek vardı dünyaya barış mesajı vermek için böyle gereksiz işler yapmaya? Yok gelinlik giyip, savaş bölgelerini dolaşmak, otostopla yolculuk ederek insanların özünde iyi olduğunu kanıtlamak filan.

Neyi kanıtladın?

Bizi kendimizle yüzyüze getirmekten başka ne işe yaradı bu gezi? Utandık, üzüldük, katilinin "önceden de suç işlemiş bir adam" olduğunu durmadan kendimize tekrarlayarak rahatlamaya çalıştık .

Senin barış mesajını, annen, kardeşin ve nişanlın "barış dilinde" ısrar ederek sürdürdüler.

Bu olayın bütün Türkleri bağlamayacağını söylediler. Onların sayesinde, teselli bulur gibi olduk ama gerçekler hep gözümüzün içine bakıyor. En kalıcı sanat eserleri olarak.

Belki biz geçiştirebiliriz ama, senin yolculuğunun sergisini izlediklerinde çocuklarımız ne hissedecek?

Dijital ortamda sonsuzlaşacak olan arşivlere yolu düşen torunlarımız?

* * *

NAMUS
uğruna kadınların öldürülmeleri kadar, en namussuz tacizlerin hedefi olmalarının da normal görüldüğü bir kültürden barışın yolu pek geçmez Pippa.

Dünkü İtalyan gazeteleri, ailenin aklına "Kürtler tarafından rehin alındığı ihtimalinin" geldiğini yazıyorlardı.

Bu şiddet kültürüne karşı çıkanların "marjinal kadınlar" damgası yediği, kadın sorunlarının sadece kadınların sorunu olarak görülüp küçümsendiği, eşitliğin ne yasal ne kültürel güvencesinin bulunduğu bu yollarda otostop yaparken insanlara güvenilemeyeceği aklına hiç gelmedi mi senin?

Eşitlik kültürünün olmadığı yerde güçlüye boyun eğmek, güçle övünmek, güçle gurur duymak vardır, aynı zamanda güçsüzü ezmek de vardır. Hele kadınsan ezilmeden önce bir de tecavüze uğrarsın.

Annen, kardeşin, nişanlın ve onların insanları kırmamaya özen gösteren duruşlarına sırtımızı dayayıp bu cinayetten duyduğumuz rahatsızlığı konuşmadan geçemeyiz.

Dün elektronik postadan bir mesaj çıktı. Sanatçılar ve sivil toplum örgütlerinin imzalarını taşıyan "Pippa’yı koruyamadık" başlıklı bir mesaj.

"Türkiye’de günümüze özgü, düzeni eleştiren sanat eylemi yapmak büyük bir gerekliliktir. Çünkü insanlarımızın zihinsel ve ruhsal dünyası güncel siyasete ve siyasetçilerin kendi çıkarları doğrultusunda sürdürdükleri kısır ve kısıtlayıcı söylemlere kilitlenmiştir. Sanat eylemi insanlara düşünme, yorumlama ve eleştirme kapılarını açmakdır. Bu bağlamda günümüze özgü sanat üretiminin ve eylemlerinin devlet ve yerel yönetimler tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Pippa Bacca’nın öldürülmesi olayının gündemde tutulması gerekmektedir" diyor mesaj. Ayrıca, ilkel bir erkek egemen düzenin ülkenin üzerine çöktüğünü, senin de bu sapkınlığın son kurbanlarından olduğunu söylüyorlar.

* * *

GÜNDEMDE
tutulmalı ama nasıl? Bir iki özür, "utandık" mesajları yeter mi? Suçlunun cezalandırılması ile bu şiddet biter mi? Çünkü olayın mağduru İtalyan bir sanatçı kadın ve ailesi değil sadece. Biz de mağduruz.

O, çatışma bölgeleri toplumlarında barışın halkın içinde var olduğuna inanıyordu. Bunu kanıtlamak istiyordu. İddiası neden bu topraklarda öldü?

Pippa için çok geç, acaba insanlara iyi davranıldığında içlerindeki iyiliğin ortaya çıkartılabileceği inancını dirildiriltebilir miyiz?

Diriltebiliriz, diriltmeliyiz. Pippa’nın yolculuğu, parçalanmış gelinliğinin yer alacağı Milano’daki sergi ile noktalanmamalı.

Hepimiz, kendi küçük hayatlarımızdan şiddeti, en "masum" belirtilerinden başlayarak eleyelim. Sanatçılar barış mesajlarını serpiştirsinler her tarafa. İki yıl sonra İstanbul’u dünya kültür kenti diye nasıl tanıtırız yoksa?
Yazının Devamını Oku

Barroso’nun kapatma davası yorumu

13 Nisan 2008
"BİZ buraya herhangi bir partiyi desteklemeye gelmedik. Evet bizim bu hükümetle iyi bir ilişkimiz var. Ama bizim reformları destekleyen herkesle ilişkimiz iyidir" diyor AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso. Dün sabah kahvaltısında küçük bir gazeteci grubuyla sohbetinde Barroso, ziyaretinin AKP’ye destek anlamı taşımadığını vurguluyor. Ama parti kapatma davasının Brüksel’i kara kara düşündürdüğü belli.

Bu konudaki tutumunu gizlemiyor Komisyon Başkanı, "Türkiye Anayasası ya da yasalar Avrupa standartlarına uygun değilse, parti kapatma koşulları Venedik protokolüne aykırı ise, bunu belirtmek zorundayız. Çünkü Türkiye bizim için sıradan bir ülke değil. Ortaklık sürecinde olduğumuz bir ülke. Evet demokrasi sadece çoğunluğun sözünün geçtiği bir sistem değildir. Ama dünyanın hiçbir yerinde çoğunluk iradesi ile bağdaşmayan bir demokrasi mümkün değildir" diyor.

Devam ediyor:

"Demokrasi çoğunluk tarafından desteklenmeli. Eğer yasalar, hukuk düzeni çoğunluğu karşısına alıyorsa bu da tuhaf. Brüksel’den baktığımızda, çoğunluk partisinin kapatılma durumunda kalmasını kendimize açıklayamayız."

Barroso
bunları söyledikten sonra, "Biz Türkiye’nin iç işlerine müdahale etmiyoruz, etmeyeceğiz. Ama kendimiz açısından sonuçlarını çıkartacağız" diye eklemeyi de ihmal etmiyor.

Barroso’nun üç günlük Türkiye ziyaretinde dikkatini çeken bir nokta var: "Devlet ilkeleri konusunda temel anlayışın sağlanamamış olması. Türkiye’de, ülkenin orgütlenme çizgileri konusunda ortak bir anlayış yok. Bu çizgiler Avrupa Birliği kurallarına uygun olmalı" diyor Barroso.

***
/images/100/0x0/55ea48c7f018fbb8f875f249
AVRUPA
’nın Başkanı "Türkiye’nin bir gün Avrupa Birliği’ne, diğer tüm üyeler gibi eşit haklara sahip olarak tam üye olacağına emin" ve "bu konuda iyimser."

"Ziyaretim gergin bir döneme rastladı ama bu toplumun, sorunları aşacak dinamizm ve esnekliğe sahip olduğunu gördüm. Evet sorunlar var, ama buna benzer sorunlar diğer aday ülkelerde de vardı"
diyor.

Barroso, Türkiye’yi anladığını söylüyor. Ama demokrasi anlayışı konusunda farklılıklar derin.

Örneğin türban meselesini "kadınların özgür iradeleriyle seçim hakkı" olarak görüyor.

Barroso, "Birey özgürlüğünü ne devlet, ne din sınırlayabilir. Ben kadınların özgür iradesine saygı gösterilmesinden yanayım" diyor Ama bu kuvvetli yorumdan sonra "Biz bu tartışmanın tamamen dışındayız. Bu sizin meseleniz. Siz çözeceksiniz. Biz de çözümün Avrupa Birliği normlarına uygun olup olmadığını söyleyeceğiz" diyerek kenara geçmeyi de ihmal etmiyor.

***

BARROSO
’ya göre, "Türkiye’nin üyeliği sadece Avrupa Birliği için değil, dünya için de önemli." Çünkü, "Çoğunluğu Müslüman olan bir ülke gerçek demokrasiyi uygular hale gelebilir mi? Türkiye bunu gösterecek. Ben bunun mümkün olduğuna inanıyorum. Ama mücadele henüz sona ermedi."

Brüksel’in bu yaklaşımı da, bizim buradan İstanbul’dan bakıldığında problemli. Örneğin, ben bunu Türkiye’nin daha çok demokratikleşmesi gerekir diye algılıyorum, bazıları ise daha fazla dindarlaşma olarak kabul ediyor. Dindarlaşmayı demokratikleşme olarak sunuyor.

Bizim tartışmamız işte burada düğümleniyor. Evet bu bir iç tartışma ve çözümü içeride ama Avrupa Birliği’nden gelen yorumlar, her aday ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, iç politika tartışmalarında referans niteliği kazanıyor.

Birileri Avrupa’nın kendilerine karşı olduğunu, diğerleri de destek verdiğini düşünüyor.

"Kemalist-fundamentalist bölünmesini engellemeye çalışın" tavsiyesinde bulunan AB Komisyonu Başkanı, Türkiye’de taraflar arasında sıkışıp kalan bir makul çoğunluk bulunduğunun farkında. Ama o ses Brüksel’den duyuluyor mu? Şüpheliyim.
Yazının Devamını Oku

Sol muhalefet ve Avrupa süreci

11 Nisan 2008
AVRUPA Birliği, Türkiye’yi AKP krize girince mi hatırladı? Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso ve Genişlemeden sorumlu AB komiseri Olli Rehn’in el ele vererek Ankara’ya koşmaları, AKP’nin Avrupa’ya geri dönüş kararının "piar"ına katılıp mesajı kuvvetlendirmek için mi?

Bu ziyaretin sadece, AKP’ye destek için düzenlendiğini sanmıyorum.

AKP’nin müzakerelerden sonra reform sürecinde gerekeni yapmadığı o günden bugüne bütün ilerleme raporlarında yer alıyor.

AB ile müzakere için seçilen yöntemin isabetsiz olduğu, müzakere sürecinin gerektirdiği değişim ikliminin yaratılamadığı, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin etkin bir biçimde faaliyete geçebilmesi için gereken yasal prosedürün tamamlanmadığı bir sır değil.

İlişkilerdeki gevşeme sadece Türkiye kaynaklı da değil. Brüksel’de uzun bir süre işi ağırdan almayı tercih etti.

Pekiyi nedir bu kıpırdanmanın sırrı?

Kıbrıs olamaz mı?

* * *

KIBRIS
seçimlerinde yeni bir adayın devlet başkanlığına gelmesi, yeni bir görüşme sürecinin başlıyor olması Avrupa açısından çok önemli.

Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Hristofyas’ın kısa süre önce Brüksel’de kendisini ziyareti sırasında Barroso ilginç bir tavır takınmıştı.

"Kıbrıs’ta bizim için görüşme sürecinin başlaması değil, önemli olan sonucudur" demişti Barroso, Annan Planı’ndaki tutarsız tavırlarını dolaylı bir biçimde anımsatarak.

Çünkü Kıbrıs, Avrupa’nın hálá sorunu.

Ve Brüksel, Türkiye’de AB perspektifi karardığında Kıbrıs’ta, daha da büyük sorunları Avrupa içine taşımaya aday olduğunu fark ediyor.

Kıbrıs’ta çözüm süreci, Türkiye’nin AB sürecinden bağımsız olarak yürümez.

Avrupa vizyonu Türkiye için de önemli. Bu vizyonun bulanıklaşması Türkiye’yi, dinciler ile darbecilerin çıkmaz sokağına sürüklüyor.

* * *

AVRUPA
müktesebatına uyum demek sadece siyasi reformları kapsamıyor. Rekabet yasasından tutun da, ihale yasalarına, yolsuzlukların önlenmesine kadar birçok çıkar çevresini rahatsız edebilecek değişikliği de mecbur ediyor.

AKP bunu yapabilir mi? İlk hükümet döneminde olduğu gibi bugün de Avrupa Birliği sürecine meşruiyet arama çerçevesinde yaklaştığı için kolay değil.

Siyasi öncülüğün sürekliliği ve inandırıcılığı olmadan, sırf yasaları değiştirerek reform iklimini yaratmak mümkün değil.

301’i değiştirmek, ifade özgürlüğünün teminatı olabilir mi?

* * *

TÜRKİYE’
nin Avrupa Birliği sürecinin güdüklüğü ne yazık ki, CHP’nin, sosyal demokrat değerleri tamamen rafa kaldırmış olmasından da kaynaklanıyor.

Eğer öyle olmasaydı, 301’in değişitirilmesine karşı çıkmak şöyle dursun, reform sürecinin öncülüğünü kaptırmak diye bir derdi olurdu. Eğer öyle olmasaydı, Brüksel ile doğrudan ve yakından ilişki içinde olur, mesajlarını doğrudan verirdi.
Yazının Devamını Oku

Zirvelerin ardından

7 Nisan 2008
BÜKREŞ ve Soçi’de gerçekleşen iki önemli zirveden sonra dünyanın iki önemli askeri gücünün arasındaki ilişkilerde soğuk savaşın değil ama sıkı pazarlıkların sürdüğü ortaya çıkıyor. Belki de buna pazarlık dememek lazım. Çünkü pazarlıklarda her zaman anlaşma olmayabilir ve iki taraf da yoluna devam eder.

Ama bu izlediğimiz, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgenin geleceğini etkileyecek bir alışveriş. Kimsenin bu alışverişi terk etmeye niyeti yok.

NATO Zirvesi’nden sonra Soçi’deki Bush-Putin buluşmasında Putin’in yelkenleri indirmediği ama kendisine sunulan tekliflere daha olumlu yanıtlar verdiği anlaşılıyor.

Putin önümüzdeki ay başkanlığa veda ediyor, Bush ise gelecek yıl ocak ayında.

Bu veda zirvesinde liderler, cumartesi akşamı birlikte dans etmişler, pazar sabahı da füze kalkanı meselesini konuşmuşlar.

Tabii ki, Putin ağırdan almış.

Bükreş’te herkesin heyecanla beklediği Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya girişini engellemiş olan Putin’in, Soçi’de füze kalkanı konusunda taviz vermesi beklenir mi?

ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirmeyi planladığı radar ve erken uyarı sistemine Putin yine karşı çıkmış.

Ancak satır araları okunduğunda süreçte belli ilerlemeler olduğu görülüyor.

Moskova’nın bu kez, kendisine sunulan işbirliği teklifine daha sıcak yanıt verdiği anlaşılıyor.

* * *

AYRINTILARA
göz atmak her zaman önemlidir. Zaten bu görüşmelerde Putin de şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu söylüyor.

Füze kalkanı içi Washington, Moskova’yı kesinlikle hedef almadığı güvencesini veriyor. Amaç İran ve Kuzey Kore gibi "haydut devletleri" kontrol atında tutmak. Ama Putin’e göre Avrupa’daki silah dengesi bozulacak. Bu, bölgede silahlanma yarışını tetikleyecek.

Rusya’nın, Azerbaycan’daki radar istasyonunu birlikte kullanma teklifinin reddedilmesinden sonra, NATO’nun Türkiye’nin dahil olacağı yeni bir füze kalkanı sistemi üzerinde çalıştığının açıklanması Rusya’nın endişesini artırdı.

Putin bu projeye tamamen karşı çıkmıyor. Onun önerisi bölgesel değil küresel bir füze kalkanını ABD, Avrupa ve Rusya’nın birlikte oluşturmaları.

Soçi’deki görüşmede bu işbirliği noktasına ulaşılmadığı anlaşılıyor ama bazı gelişmeler var.

İki liderin imzaladığı kendilerinden sonra gelecek olan devlet başkanlarına da güvenlik konularında yol göstereceği söylenen stratejik çerçeve anlaşmasında bu noktaya değiniliyor.

Tarafların, "füze tehdidine karşı Avrupa, ABD ve Rusya’nın da katılacağı bir sistem geliştirmesine ilgi gösterdikleri" de giriyor bu çerçevenin içine.

Belli ki, bu al-ver sürecinde bazı ilerlemeler oluyor.

* * *

PUTİN
, füze kalkanına karşı olduğunu Soçi görüşmesinden sonra yine açıkladı. Ama dikkatle bakınca, Moskova’nın güvenini sağlamak için ortaya atılan Amerikan önerileri üzerinde de çalışıldığı anlaşılıyor.

Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde inşa edilecek olan tesislere Rus gözlemcilerin girişine izin verilebileceği önerisine Rusya’nın kapıyı araladığı görülüyor. Ayrıca, İran Avrupa’yı hedef alan füze başlıkları geliştirene kadar füze kalkanının faaliyete geçmemesi de ABD’nin önerileri arasında.

Rusya, füze kalkanını durduramayacak ama projeye kendi isteklerini de ekletecek.

İlki Bükreş’teki NATO Zirvesi, ardından da Soçi’deki Bush-Putin buluşması, Rusya ile ABD arasındaki al-ver ilişkisinin sürdüğünü gösteriyor. Üstelik bu sadece güvenlikle sınırlı değil. Enerjiden ekonomiye geniş bir alan. Soğuk savaş merceğinden bakarak ne ABD ile Rusya arasındaki ilişkileri anlamak ne de saf tutacak kamplar bulmak mümkün. Taraflar ve taraftarlar dünyası yok artık. İşbirliklerini sağlayacak ortak çıkar alanlarının genişletilmesi mücadelesi ise çok sıkı sürüyor.
Yazının Devamını Oku

Kadın tarihinin öncüleri

6 Nisan 2008
<b>NEREDEYDİNİZ? </b><br>Kitabı görür görmez aklıma ilk gelen soru bu oldu. "Neredeydiniz?" Çünkü:

Seksen darbesinin en ağır baskı günlerinde, sol hareketlerden gelen kadınlar kendilerini birey olarak yeniden tanımlamaya giriştiklerinde ortak bir payda bulmuşlardı.

Kadına yüklenen rol ve bu rolden beklenenler solcular arasında da aynıydı. Toplumun diğer kesimlerinden hiçbir farklılık göstermiyordu.

Seksen sonrası feminizmle tanışma böyle başladı.

Filmmor, kadın filmleri festivalinde bu yıl açılış filmi olan "İsyan-ı Nisvan" adlı belgeselde bu ilk grubu ve onların tanıklıklarını dinlerken o günleri anımsadım.

Rahmetli Mustafa Kemal Ağaoğlu’nun kurduğu YAZKO’ya feminist kitaplar çevirmek için bir araya gelen küçük bir grup kadın, nereden başlayacağımızı konuşurken kaynak sıkıntısı çekmiş batılı yazarlara yönelmiştik. Feminizm mi? Büyük bir tepkiyle karşılaştık, batılı kaynaklara referans verdiğimiz için de "batıcılık"la suçlanmıştık.

Evet o dönemde kaynaklar Batı’dandı. Çünkü Türkiye’de kadın tarihi tamamen karanlıktaydı.

***

AYNI
karanlığı biz, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakereleri açma kararı vereceği zirve öncesinde de fark ettik.

Bu kez, Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın girişimiyle Türkiye’deki kadın örgütlerinin temsilcilerinin de katılımıyla Brüksel’de bir sergi ve sempozyum düzenleniyordu. 13 Ekim 2004’teki toplantıda Avrupa’ya, Türkiye’deki kadın hareketinin cumhuriyet öncesi de var olduğunu anlatmayı amaçlamıştık.

Türkiye’de kadınların ve onların mücadelesinin değişimin garantisi olan dinamiğini tanıtmak istiyorduk.

Ama biz o çalışmalar sırasında da hep birşeylerin eksik kaldığını hissetmiştik. Tarihi bir kopukluk, elimizi uzattığımızda sıcaklığını hissettiğimiz ama dokunamadığımız bir kadın geçmişini hissediyor ama fazla da ulaşamıyorduk.

***

ELİMDEKİ kitaba bakarken işte bu yüzden soruyorum. Neredeydiniz? Size öyle çok ihtiyacımız vardı ki nerede kaldınız?

"II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Basında Kadın Öncüler."

Heyamola Yayınlarından çıkan kitaplarında Güldane Çolak ve Lale Uçan, arşivde ve Osmanlıca kadın dergilerinde yaptıkları araştırma sonucu, kadın tarihinin bizim çok sonradan keşfettiğimiz dönemlerine ışık tutuyorlar. Yazarlar, "Bu kitap, Osmanlı kadınının II. Meşrutiyet ile ivme kazanan varlığını duyurma mücadelesini, II. Meşrutiyet’in 100. yılında bir kez daha vurgulamak için hazırlandı" diye özetliyorlar çalışmalarının amacını.

Son yıllarda Türkiye’de bu konuda çok güzel, derin çalışmalar yapıldı. Bu kitapta yer alan isimlerin bir kısmını tanıyoruz. Ama hiç tanımadıklarımız da var bu resmi geçitte.

Kadınların iş hayatına ilk adım atışları sayılan Bedra Osman’ın, Kadınlar Dünyası Dergisi’nin açtığı kampanya ile İstanbul Telefon Şirketi’ne girişinin öyküsünden, eğitimden sağlığa, edebiyattan tiyatroya hayatın her alanında mücadele veren öncü kadınları, resimleri ile öyküleri ile bir arada bize getiriyor kitap.

Bir önyargı yıkılıyor.

Türkiye’de kadın haklarının, kadınların mücadelesi ile kazanılmadığını, Cumhuriyet tarafından tepeden inme biçimde verildiğini ileri sürenlere işte yanıt.

Kadınların özgürlük ve hakları için yüz yıllık mücadele tarihi.
Yazının Devamını Oku

Avrupa gündemine dönüş

4 Nisan 2008
AVRUPA Birliği Genel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp, Avrupa müktesebatına uyum çalışmalarının bir dönüm noktasına geldiğini söylerken, aslında bunun köklü bir karar noktası olduğunun altını çiziyor. Türk ve Britanya dışişleri bakanlıklarının katkılarıyla İstanbul’da düzenlenen Wilton Park toplantısında uzmanlar Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini derinlemesine tartıştılar.

Türkiye’nin katılım sürecinin, Avrupa Birliği’nin değişim dönemi ile çakışması sonucu yaşanan ciddi sorunları aşmak için her iki tarafta da yapılması gerekenler üzerinde duruldu.

Birbirini suçlayarak, kabahati birbirine atarak bu sürecin ilerlemesi için çaba harcanmazsa, her iki taraf da bir şey kazanmayacak, hatta kaybedecek.

AKP’nin Avrupa Birliği’ne dönüş sinyalleri bu açıdan önemli. Şu anda, bunun dışında her tarafın kazanacağı başka hiçbir "kazan- kazan" formülü yok.

* * *

AKP
hükümeti, Kıbrıs nedeniyle işler tıkandığında, "biz AB müktesebatına uyum için gereken reformları yapacağız, bunları Avrupa için değil kendi halkımız için yapacağız" sözünü bir türlü tutmadı. Hep erteledi.

Müzakereler sırasında bazı başlıklar açıldı, ufak tefek adımlar atıldı ama Büyükelçi Oğuz Demiralp’in işaret ettiği "değişim reformları"na bir türlü sıra gelmedi.

AKP Avrupa Birliği gündemine öncelik verecekse eğer, bu soruyu hem kendine hem herkese sormalı: Türkiye değişim istiyor mu?

Örneğin iş dünyası, Avrupa Birliği kriterlerine uygun şeffaf bir rekabet ortamına uyum sağlayabilecek mi?

Çünkü sıra ona geldi, rekabet yasaları değişecek.

Bunun gibi, düzeni temelden sarsacak, şeffaflaştıracak çok temel adımlar da var sırada. Sayıştay yasasının düzenlenmesi örneğin. Türkiye toplumu soru soran ve hesap veren bir toplum olmaya hazır mı?

* * *

AKP
, kapatılma davasıyla ilgili tavrını belirlerken, anayasayı adım adım düzenlemelerle revize etme yaklaşımının yarar sağlamayacağını görmeye başladı.

Bu yöntemin adı salam politikasıdır. Bir sorunu dilim dilim çözeceğinizi söyler, işinize gelen adımı atar, gelmeyin erteleyebilirsiniz. Uzlaşmaları baştan reddeden bu yöntem, süreci kendi iradesi doğrultusunda biçimlendirmek isteyen dayatmacı zihniyeti yansıtır.

Önce Cumhurbaşkanı, ardından türban ve şimdi de parti kapatmaların zorlaştırılması girişiminden vazgeçileceği işaretleri geliyor.

Reformları kucaklayan bir sürecin ilk işaretlerini Dışişleri Bakanı Babacan da, bu hafta başında Wilton Park’ta yaptığı konuşmada ortaya koydu.

Her ne kadar kendisine sorduğum zaman, "Bu benim görüşüm, partide henüz konuşmadık" dediyse de Başbakan’ın İsveç ziyareti sırasındaki açıklamaları da bu yöndeydi. Dün gazetelerde de yer aldı.

Babacan, "Avrupa Birliği reformlarına öncelik vereceğiz" dedi "sadece parti kapatmaların zorlaştırılmasına odaklanmayacağız, daha geniş kapsamda reform adımları atacağız."

* * *

TABİİ
, hakkında kapatılma davası olan bir parti ve kadronun bu adımları atması, reformlar için gerekli uzlaşmaları sağlaması bugün artık, önceki güne göre daha zor. Ama Avrupa Birliği’ne geri dönüş, herkes için en iyi seçenek.

Çünkü bu seçim, dar parti çıkarları değil, Türkiye’nin çıkarları için mücadeleye öncelik vermek anlamına geliyor.

Ama şimdi AKP gerçekten böyle bir dönüş yapabilir mi?

Yoksa, bir yıldır değiştirme sözü verdiği 301’de olduğu gibi yine bir geçiştirme, sakinleştirme formülüyle mi karşı karşıyayız?
Yazının Devamını Oku