Ferai Tınç

İlerleme raporu neden memnun ediyor

10 Kasım 2008
TÜRKİYE ile ilgili ilerleme raporu için "dengeli" sözcüğünün bu kadar kullanılması, ilerleme değil ilerlememe süreci içinde olduğumuzu gösteriyor. Madem ilerlenmiyor o zaman bu kadar zorlama işler yapmaya ne lüzum var deyip, kestirip atmak geliyor insanın içinden ama kolay değil. Bir kez müzakereler durdu mu yeniden başlamak için çok daha fazla çaba harcamak gerekecek. Bu sadece bizim açımızdan değil, Avrupa için de öyle.

Sade suya tirit raporların ortaya çıkmasının nedeni de bu.

Ama eğer AKP Hükümeti samimiyse, bu raporun dengeli yönünü öne çıkartmayıp, eksiklerin altını kırmızı kalemle çizer ve reformlar için harekete geçerse bu yavaşlama sürecini bile tersine çevirmek mümkün olabilir.

"Denge" yönünü ortaya çıkartıp, bunu AKP hükümetine verilen kredi gibi pazarlamaya kalkıldığında rapora yanıt da dengeli oluyor ve Türkiye, kendi görüşlerinin belgelere yansıtılması fırsatını da kaçırıyor.

Kıbrıs bunun bir örneği. Bölgesel Meseleler ve Uluslararası Yükümlülükler başlığı altında öncelikle ele alınan Kıbrıs konusunda, Türkiye, "çözüm iklimini güçlendirecek somut adımlar atmalıdır" deniyor. Uluslararası kuruluşlarda (NATO) gibi Kıbrıs’ın üyeliğinin engellenmemesi isteniyor. Kıbrıs Cumhuriyeti ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi ve ek protokolün uygulanması da talepler arasında.

Kıbrıs meselesinin ele alındığı paragrafta Avrupa Birliği’nin Kıbrıslı Türklere verdiği, izolasyonların kaldırılması sözünden ise hiç bahis yok.

Bu mesele Ankara’nın verdiği yanıtta da yer almıyor. Resmi yanıta bakıldığında raporun tamamen teknik bir "mutad rapor" olarak değerlendirildiği, olumlu yönlerin ortaya çıkartıldığı görülüyor. İtirazların Komisyona bildirileceği belirtiliyor. Resmi yanıt böyle olabilir ama ne Dışişleri Bakanı Ali Babacan’dan ne de diğer bir hükümet yetkilisinde rapora siyasi bir yanıt geldi. Kıbrıs Hükümeti’nin siyasi değerlendirmesini duyduk.

Siyasi sorunları teknik mesele haline indirerek onlardan kaçınmak AKP açısından anlamlı olabilir ama Türkiye’ye yararı olmaz.

DENGENİN BOZULDUĞU BAŞKA YER

RAPORUN
Gümrük Birliği ile ilgili bölümü de ilginç.

Gümrük Birliği başlığı altındaki bölümde ilerleme sağlandığı ama Türkiye’nin hálá korumacılıkta devam ettiği vurgulanıyor. Buna rağmen Türk TIR’larına uygulanan kotaların yarattığı büyük sorundan hiç söz edilmiyor. Kişilerin, malların serbest dolaşımı önündeki engellerin Türkiye’ye etkilerini dikkate almıyor ve İktisadi Kalkınma Vakfı’nın Raporla ilgili değerlendirmede altını çizdiği gibi Avrupa Birliği’nin üçüncü ülkelerle yaptığı anlaşmaların Türk ekonomisine olumsuz etkisine değinmiyor.

Hükümet bu konuda da bir şey demiyor.

Çünkü raporda AKP’nin, parti olarak işine gelen bölümler var. Parti kapatma davasının geniş biçimde yer alması gibi. Ama DTP’nin de kapatılmasına karşı çıkılıyor. Avrupa Birliği ile uyum sağlayabilmek için, örgütlenme ve ifade özgürlüklerinin güvence altına alınması gerektiği vurgulanıyor. Basını özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kaldırılması, yolsuzlukla mücadelede gerekli önlemlerin alınması, para aklama konusunda gerekenin yapılmadığı, OECD’nin rüşvete karşı önlemler konvansiyonunun benimsenmediği de söyleniyor raporda.

GÖZDEN KAÇMAMASI GEREKENLER

Yargı bağımsızlığı, kadın hakları, azınlık hakları, dini özgürlükler, cinsel tercih özgürlüğü, Kürtçe yayın ve eğitimde yapılması gereken çok şey olduğunu söylüyor rapor.

Suyun kalitesinde ve doğayı koruma çerçevesinde "küçük ilerlemeler"den söz edilirken hava kirliliğine karşı önlemlerin yetersiz olduğu belirtiliyor.

"Akıl sağlığı konusunda hiç ilerleme görülemedi" deniyor ama "gürültü" ile mücadelede başarı sağlandığı vurgulanıyor.

"Avrupa Birliği vatandaşlık haklarına uyum sağlanamamıştır" diyen rapor, AKP hükümetini, "susturma"da başarılı bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Dengeli rapor

9 Kasım 2008
YAĞMURA rağmen, Stephanplatz kalabalık. Avusturyalı arkadaşım memnun değil durumdan. Baharatlı el yapımı çikolatalardan, vanilyalı Ahmad çayına, en sert kahvelerden beluga mercimeğine kadar bir gurme cenneti olan markette girdiğimizde, "Cuma akşamı bu saatte buraya iğne atsan düşmezdi" diyor kaygıyla.

Derin Avrupa, kriz karşısında don kesmiş. Bütün konuşmaların merkezinde kriz var. Ama yeni üyeler, keşfe devam ediyor.

Viyana’da Slav tınılar sokakları dolduruyor. Dün "balconato" müzik festivali nedeniyle balkonlardan yayılan şarkılar, aryalar sokakları doldurdu. Klasik, pop, caz, swing.

Bu durumda insan hemen Türkiye’yi düşünüyor. Arkadaşım, "O zaman türküler de söylenecek balkonlardan" diyecek oluyor. Mutlaka öyle mi olması gerekiyor?

Kültür farkından mı, kültürsüzlükten mi geliyor böyle bir soru?

Türkiye’de de çok başarılı tenorlar, sopranolar, cazcılar yok mu? Sadece türkü mü Türkiye’nin kültür diye katacağı Avrupa’ya? Saçma. Napoli şarkılarıyla aryalar nasıl Avrupa kültürü ise, türkülerle aryalar da öyle. Her şeyin yeri ayrı. Türkiye Avrupa kültürüne türküleriyle katkıda bulunmayacak sadece, evrensel kalıplardaki iddiasını da taşıyacak.

Buna inansak öyle olacak da, kimin umurunda.

Komisyonun ilerleme raporuna ve ona verilen yanıta bakınca da bu umursamazlık fark ediliyor.

HİÇBİR ŞEY SÖYLEMEME CAMBAZLIĞI

Avrupa Komisyonu’nun raporunu inceledim. Strateji belgesini de. Hırvatistan ile kalmıyor, Sırbistan’a da somut, tarihini de vererek üyelik perspektifini gösteriyor.

Türkiye için ne söylediği sorulduğunda "Dengeli bir rapor!" deniyor. Sadece Brüksel değil, Ankara da öyle söylüyor.

Neden bu kadar dengeli olduğunu bize, Brüksel’e gidip "ne oluyor bizim Türkiye’nin durumu" diye soranlara, ekim başında söylediler.

"Dengeyi tutturamazsak, Avrupa’nn genişleme süreci tıkanır. Türkiye karşıtları bunu bekliyorlar, müzakerelerin devamına gerek olmadığını söyleyebilirler. Süreç kopar" dediler.

Raporda, Cumhurbaşkanı Gül, "reformları yapın" talimatıyla işleri yoluna sokan bir deus ex machina. O olmasa, Komisyon, Türkiye’de reform filan yapılmadığını, işlerin arap saçına döndüğünü söylemek durumunda kalacak. AKP hükümetinin reform yapmadığını söylerken dengeyi Cumhurbaşkanı ile kuruyor.

"Cumhurbaşkanı, siyasi aktörlerle sivil toplum arasında uzlaştırıcı rol oynadı" diyor rapor, sanki politikacılar bir yanda, halk bir yanda, birbirlerine girmişler gibi. Oysa bölünmüşlük ve birbirine girmişlik çok daha girift.

Bir de raporda, "Cumhurbaşkanı’nın hükümetle iyi ilişki kurduğu" cümlesi var. Sanki, bu cumhurbaşkanını başka hükümet seçtirmiş gibi.

Ondan sonra gelen cümle ise bir şaheser: "Dış politikada aktif bir rol oynadı, dışarıya çok seyahati oldu." Buradan hareketle de Ermenistan ziyaretinden söz ediliyor. Sanki bu dışa açılma o kadar geniş oldu ki, Ermenistan’a da uzandı gibi.

Siyasi kriterler açısından incelendiğinde olumlu olarak görülen buysa eğer, rapor sınavda boş vermemek için kağıt doldurma çabasını yansıtıyor demektir.

DENİZ FENERİ ADİ SUÇ

İlerleme raporu, Deniz Feneri’nden, Almanya’da üç kişinin sıradan yolsuzluk davası gibi söz ediyor. "Halktan yardım parası topladılar ve topladıkları paraları Türkiye’de bazı merkezlere gönderdiler"den başka ayrıntı yok.

İnsan hakları ve azınlık haklarının korunması konulu başlığının altına bakıldığında bu yıl ihlallerin arttığı anlaşılıyor. Ama rapor bunları sadece Türkiye’nin uluslararası bazı anlaşmaları hala imzalamamış olmasına bağlıyor.

Raporda denge gözetilmeyen konular da var, onlara yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Üç örnek üç keşke

7 Kasım 2008
DEMOKRASİ ve Medya konulu bir toplantı için Sofya’dayım. Güneydoğu Avrupa Medya Orgütü SEEMO’nun düzenlediği toplantıda Bulgaristan Başbakanı Sergei Stanişev’i dinledik. Bir saat ülkesindeki basın özgürlüğüyle ilgili sorguya çekildi desem yeridir. Demokrasi için basın özgürlüğüne inandığını söylüyor ve görevinin basın özgürlüğüne gölge düşmesini engellemek olduğunu düşünüyor. Dünyanın ümit vaat eden 10 genç lideri listesinde 9’uncuymuş. Bölücülüğe kesin tavırlı. "Muhalefet ortalığı karıştırmak istiyor. Türkler çocuklarına Bulgar ismi versinler diyorlar. Amerika’da herkes Amerikan isimleri veriyormuş, cahiller. Bakın bugün Amerika Obama isimli birini başkan seçti" diyor.

Örnek bir.

Bulgaristan Başbakanı Stanişev’i izlerken keşke biz de eleştiriler karşısında böyle ölçülü, etnik kimliklere böyle saygılı, düşünce özgürlüğüne böyle arka çıkan bir başbakana sahip olsak diyorum.

* * *

SABAH
erkenden Sofya’ya geldiğim için toplantı zamanına kadar odamda televizyonları izliyorum.

Obama’nın zaferi için Oprah, "Bu ülkede hiçbir zaman olmayan bir şey oldu, avaz avaz şarkı söylemek istiyorum" diyor, Colin Powell öyle heyecanlı ki, Martin Luther King Jr.’un gözlerinden yaşlar geldiğini hatırlatan sunucuya, "Herkes ağladı" derken sesi tirizleniyor, "Herkes ağladı, gördün mü başardık dedik."

Evet esaret tarihi, çatışmayla, kanla, kin ve intikamla değil müthiş ama gerçekten imrenilecek bir uzlaşmayla noktalanıyor.

Siyah oyların yüzde 95’ini alıyor ama beyazların oylarından yüzde 43’ü de Obama’ya gidiyor.

Bayram yapan sadece Kenya’daki köyü değil. Japonya’nın ücra köşesindeki balıkçı kasabası Obama’da da Amerikan seçim sonucu büyük coşkuyla kutlanıyor.

Londra’lı bir genç kız, "Çok mutluyum bu dünyada hep birlikte, barış içinde yaşayabileceğimiz duygusuna kapıldım" diyor.

Ortadoğu zaten Obama diyordu, Rus politbürosu hariç, Obama’nın zaferinden herkes kendine göre bir ümit payı çıkartıyor.

* * *

DÜNYAYI
bu kadar sevindiren, Amerika’nın verdiği "değişim" mesajı. Ne değişecek o henüz belli değil ama savaşa karşı, müdahaleciliğe, tek taraflı dünya gücü pozlarına, kavga, tehdit üslubuna dünya kırmızı kart gösteriyor.

Obama, 30 yaş ve altı seçmenin yüzde altmışından oy alıyor. 50 yaş ve üstü ise McCain’i tercih etmiş çoğunlukla. Amerika’nın yeni başkanı genç Amerika’yı temsil ediyor.

Bu Amerika çok ilginç olacak. Ortak değerleri yeniden canlandırmak için geleneklere dönen ama özgür Amerika.

California, Florida ve Arizona’da eşcinsel evlilikleri yüzde ellilerin üzerinde oyla yeniden yasaklıyor Yeni Amerika.

Obama, kendi halkının değil, dünyanın da duymak istediği mesajı veriyor. Barış ve kardeşlik.

Onu dinlerken imreniyorum, "Düşsek de kalksak da bir ulus tek halkız. Önümüzde uzun bir yol, dik bir yokuş var. Birlikte aşacağız" diyor.

Örnek iki.
Obama’ya imreniyorum. Söylediklerinden çok üslubuna bakıp "Keşke biz de de böyle bir yönetim üslubu olsa" diyorum.

* * *

MCCAIN’e oy verenler bile sonuçtan memnun görünüyorlar. Bir ruh dolaştı Amerika’nın üzerinde. Oy kullanırken öncelik yüzde 65 ile ekonomide. Terör gerilere yüzde 10’ların altına düşmüş. 11 Eylül sendromu belirlemiyor artık Amerika’yı. Demokratı kadar Cumhuriyetçisi de yeni başkandan Amerikan rüyasını yeniden yaratmasını istiyor.

McCain, "Beni destekleyen Amerikalılardan onu tebrik etmekle kalmamalarını istiyorum" diyor kendi seçmenini "iyi niyet" ve "dürüstlükle" yeni başkana yardımcı olmaya çağırıyor.

Onu da imrenerek dinliyorum.

Ülkenin geleceğine güveni tazeleyen böyle bir siyaset kültürünü ne kadar özlüyorum. Keşke, keşke, keşke bizde de böyle olsa.
Yazının Devamını Oku

Yedi düvelle trilyon dolarlık kavga

3 Kasım 2008
DEVLET Bakanı Cemil Çiçek, 1984 yılından bu yana terörle mücadele için Türkiye’nin bir trilyon dolar harcadığını açıkladı. Yiten hayatları, sönen umutları, acıları, gerilimleri, düşmanlıkları, nefretleri bir kenara bırakalım, bu sürecin hepimize ödettiği bedelin parasal karşılığını düşünmek bile insanın aklını başına getirmeye yeter.

YETER

Çünkü 1984 yılında doğan milyonlarca genç, bugün 24 yaşında, yarı işli yarı işsiz, yarı aç yarı tok, yarı cahil geleceğini planlamaya çalışıyor.

Devlet Bakanı Çiçek, "Bu parayla 10 GAP biterdi" diyor.

Sadece GAP mı sorun? Ya eğitim?

Geçen yıl eğitime ayırdığımız para 21 milyar 400 milyon YTL. O da yüzde 26 artırılmış hali.

OECD ülkeleri devlet bütçelerinden eğitime yüzde 13.3 oranında pay ayırırken, biz ancak 9.5’unu ayırabiliyoruz.

Yine OECD rakamlarına bakıyorum, bir çocuğun ilk öğretimi için devlet 5 bin 450 dolar ayırıyor genelde. Bu ortalama tabii. Biz çocuğumuz için sadece 869 dolar ayırabiliyoruz.

Diğerleri, gençlerinin üniversite eğitimleri için ortalama 11 bin 254 dolar harcarken, biz zar zor 4 bin 284 doları tamamlayabiliyoruz.

Bu içinize siniyor mu?

ONLAR BİLİYOR

Devlet Bakanı ve aynı zamanda Hükümet Sözcüsü olan Cemil Çiçek şöyle diyor:

"Terör konusunda ülkeyi istikrarsız kılabilirsiniz, tartışma meydana getirebilirsiniz, yatırımları aksatabilirsiniz, huzuru bozabilirsiniz. Onun için Türkiye’deki terör denen olgu sadece bir kısım, bir avuç kandırılmış, dağa çıkartılmış insandan ibaret değildir. Onun arkasında uluslararası güçler var. Beynelmilel güçler var. BİZ ONLARIN KİMLER OLDUĞUNU BİLİYORUZ. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dağa çıkmış bir avuç eşkiya ile değil, onun akasındaki uluslararası, tabiri caizse yedi düvelle kavga veriyoruz. Bunun iyi bilinmesi lazım" diyor.

Biz otuz yıldır, teröre karşı mücadele ettiğimizi düşünürken yedi düvelle savaş içinde olduğumuzu öğreniyoruz aniden.

Üstelik, parayı ödeyen, acıyı çekenler olarak bizim bilmediğimiz ama parayı harcayanların "bildiği" düşmanlara karşı.

O zaman sormazlar mı, neden bu düşmanların değirmenine su taşıyıp duruyoruz, neden oyunlarını bozamıyoruz diye.

YEREL SEÇİM ÇÖZÜM DEĞİL

Yedi düvele karşı savaşıyoruz, uluslar arası güçler karşısındayız demek yetmez, bu iyice açığa çıkartılmalı ki önce Susurluk, ardından da Ergenekon ile karşımıza çıkan ya da bir türlü çıkartılmayan "işbirlikçi"ler bilinsin, yarattıkları çözümsüzlük atmosferi dağıtılabilsin.

Son yedi, sekiz yıldan beri hem askeri kanattan, hem de hükümetlerden "siyasi çözüm" mesajlarını duyuyoruz. Ama hiçbir şey değişmiyor.

Değişmeme nedenlerinden biri de siyasi çözümün tarafı olan DTP. O muğlaklığı seçiyor, taleplerini, önceliklerini belirlemiyor. Bazen ana dil, bazen özerklik talepleri ileri sürüyorlar ama geniş ittifaklar kurabilecekleri, kitlesel hareket yaratabilecek herhangi bir talebin arkasında durmuyorlar. Muhalefet olarak Meclis’te emekçiler yararına olumlu çıkışları oldu, ne yazık ki bunu, Öcalan için ortalığı ayağa kaldırdıkları gibi dışarıya taşıyamadılar.

Net olan tek duruşları, Öcalan’ın simgeselliğinin korunması. Çünkü onu kaybetmek Kürt siyasetinin tekelini ellerinden kaçırmak anlamına gelecek.

Yedi düvelle karşı savaşa yerel seçimlerle çözüm aranıyor. AKP, bölgeye diğer partilere göre başbakanı daha sık getirmiş olmakla övünüyor. Şimdi siz oylarınızı bize verin, işte o zaman neler olacağını göreceksiniz ümitleri pompalanıyor. Ne yazık ki, elindeki büyük siyasi güce rağmen AKP yedi düvelle savaşa son verecek biçimde Kürt meselesinin özüne eğilmiyor. Bu topraklarda kardeşlik ateşini yakacak eşitlik iklimi için ne yapabilirim diye düşünmüyor. Düşünmek de yetmez, sormuyor.
Yazının Devamını Oku

Biz yeni başkandan ne bekliyoruz

2 Kasım 2008
AMERİKAN seçimleri yaklaştıkça sorular artıyor. Kim başkan olacak? Obama ya da McCain, bizim açımızdan ne fark ettirecek? Yeni Başkan’ın Türkiye politikası ne olacak? Türkiye’den ne bekleyecek?

Bizim beklentilerimizi soran yok doğal olarak.

Biz, yeni başkanın, hangisi seçilirse seçilsin, Türkiye’deki kamuoyu algılamasını değiştirmek isteyeceğini biliyoruz. O kadar kötü ki.

Son yıllarda yapılan bütün araştırmalarda Türkiye, Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor.

Irak’ın işgali, tezkere tartışmaları, PKK’nın Amerikan işgali altındaki bir coğrafyadan Türkiye’yi hedef alması bu sonucun ortaya çıkmasındaki en büyük etkenler.

Bush Yönetimi’nin ve onun neoconlarının, aşırı muhafazakar, kendini beğenmiş, dünyanın hakimi havaları da bu sonuçta etkili oldu tabii ki, üstelik sadece Türkiye’de değil tüm dünyada.

***

İKİNCİ kez seçildikten sonra Bush, Avrupa ile ilişkileri düzeltmek için gayret gösterirken Türkiye’ye de olumlu sinyaller verdi. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmaya başladı, PKK’ya karşı mücadelede işbirliği yapmaya yanaştı.

Bunlar olumlu gelişmeler olsa da Türkiye’deki havayı değiştirmeye yetmedi.

Amerika’nın gücünü ve etkisini yitirmekte olduğu iddiaları, Post Amerika döneminin başladığı tezleri, hatta son küresel ekonomik krizin bir numaralı mağduru olması bile Amerika’nın durumunu Türk kamuoyu gözünde değiştirmeye yetmedi.

Amerika sıradanlaşamadı.

Son zamanlarda ise ilginç bir biçimde Obama’nın seçilmesi halinde Türk kamuoyundaki Amerikan karşıtlığının sona ereceği beklentisi pompalanıyor.

Irak savaşı öncesi Bush ve silah arkadaşlarının mikrofonu olanlar, şimdi Obama’ya hazırlanıyor.

***

OBAMA
’nın, pek tanımadığı babasının Afrikalı olması, ailesinde Müslümanların bulunması, gençliğinde refahın eşit dağılımı üzerinde kafa yorması, biraz siyah, biraz solcu, biraz Müslüman izlenimi yaratması eski Vietnam gazisi McCain’e karşı, ona benim gözümde de bir "hoş"luk veriyor ama yeter mi?

Yetmez çünkü Türkiye’nin ve Türkiye kamuoyunun da yeni başkandan beklentileri var.

Irak savaşı ile altüst edilen uluslararası hukuk ve ilkelerin yeniden güçlenmesi için Birleşmiş Milletler dahil bütün örgütlerde diplomatik çabalara saygılı olmak, ittifaklara önem vermek, savaş dilini terk etmek, demokratikleşme süreçlerini, işleri büsbütün karıştıracak biçimde iç dinamiklere müdahale etmeden desteklemek gibi.

Buna Türkiye de dahil tabii.

Şimdilerde rafa kaldırılmış görünen Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’ye "ılımlı İslam" rolü biçerek, sorunlarımızın çözümünü daha da zorlaştıran, gözdeler ile gözden çıkartılanlar bölücülüğüne fırsat vermiş olan bu fikir, bize hiç de iyi gelmedi. Böyle, tek taraflı rol biçmelerden uzak durmasını beklerim ben yeni başkandan.

Ülkelerin içinden müttefik seçimleri yapmamalı. Başkanın adamları, yandaşları, yardakçıları orada olabilir ama burada olmamalı.

İttifaklar, demokrasilerin evrensel değerleri temelinde sağlanmalı. İttifaklar, birbirinin yaptığı "ihlaller"e göz yumma temelinde olmamalı.

Irak’ta terörist gruplara karı mücadele ediyorum diye Suriye bombalanmamalı. Türkiye buna sessiz kalmaya zorlanmamalı mesela.

Beklentileri belirlerken, beklenenler de hesaba katılmalı.
Yazının Devamını Oku

Amerikan seçimleri ve dış politika

31 Ekim 2008
ABD’de kim başkan olursa olsun dış politikada hiçbir şey değişmeyecek demek doğru mu?
Evet yeni başkan kucağında, ekonomik kriz gibi büyük bir sorun ile oturacak koltuğuna ama dış politika öncelikli yerini koruyacak.

İki adayın seçim kampanyaları dikkatle incelenince temel konularda birbirine zıt görüşler ortaya çıkmıyor.

Zaten devlet politikaları, liderlere göre değişmiyor genelde. Liderler farklılıklar yaratıyorlar.

ABD’nin terörizme karşı mücadelesi dış politikanın bel kemiğini oluşturmaya devam edecek.

Önümüzdeki dönemde Amerikan dış politikasının önceliklerinin ipuçlarını yansıtan

Changing Course: A new direction for US relations With The Muslim World başlıklı ve Müslüman Dünyası ile ilişkilerde yapılması gereken değişiklikleri vurgulayan raporda da teröre karşı mücadeleye öcelik veriliyor.

Aralarında Madeleine Albright, Richard Armitage gibi 34 Amerikalı lider ile Müslüman Amerikalı toplumunun önde gelen 11 isminin imzasını taşıyan bu raporda en önemli nokta, terörle mücadelede yöntem değişikliği. Askeri güce dayalı dış politikanın Amerika’nın güvenlik çıkarlarını tehlikeye atan sonuçlar verdiğini belirten raporda askeri çözümün yerine diyalogla çözüm öne çıkıyor.

Yeni Amerikan yönetimini, çatışmaların çözümü için diplomasiyi öne çıkartmaya çağırırken, "karşıtlar" ile de diyaloga girilebileceğini söylüyor rapor.

İlk sırada ise İran var. Irak ve Filistin-İsrail sorununun çözümü için de İran ile diyalog önemli.

AFGANİSTAN’DA TÜRKİYE NE YAPABİLİR?

Afganistan Cumhurbaşkanı Karzai’nin, "Kabil’in 100 kilometre dışına çıkamıyoruz" açıklamasıyla da kesinleşen bir şey var. Afganistan tam bir bataklık. Oradan kurtulmak için Amerika, Pakistan’ı istikrarsızlaştıracak adımlar atmak zorunda kalıyor.

McCain Pakistan hükümetiyle işbirliği içinde bu konuyu ele alacağını ileri sürüyor, Obama ise "El Kaide için Pakistan’a girerim" diyor. Bush Yönetimi, son zamanlarda Taliban içinde uzlaşabilecek unsurlarla masaya oturmayı tartışıyor.

Hatta, Dışişleri Bakanı Babacan’ın Afganistan ziyaretinde, bu konunun da yani Taliban ile müzakere meselesinin de "test" edildiği iddiaları kulislerde dolaştı.

Henüz bu konuda bir politika belirlenmiş değil, karar yeni başkana kalacak.

IRAK’TA İSTİKRAR

Irak ile ilgili olarak Obama 16 ay içinde askerleri geri çekeceğini söylüyor, Mc Cain ise "Ne kadar gerekiyorsa o kadar kalma" sözü veriyor. Önümüzdeki dönemde Amerika’nın Afganistan batağından kurtulmaya çalışırken, Irak’tan arkasına bakmadan çekilip gitmesi tabii ki beklenmiyor. Irak’ta karmaşanın sona ermesi, bir devletin güvenliğini garanti edecek bir istikrar ortamının yaratılması Amerikan dış politikasının öncelikli konusu olacak.

Burada Türkiye çok önemli. Türkiye’nin Kürdistan bölgesel Yönetimi ile ilişkilerinin gelişmesi daha da ağırlık kazanacak.

Rapora dönersek, yeni Amerikan liderliğine bu konuda ilginç tavsiyelerle karşılaşıyoruz.

Türkiye’nin "Irak’ın istikrarı ve toprak bütünlüğü için bölgesel işbirliğine katkıda bulunması, AKP’nin Türkiye Kürtleriyle ilgili ilerici politikalarının teşviki, bu konuda ABD için en iyi eylem yolu olarak gözüküyor" deniyor.

PKK’nın her an Kuzey Irak için istikrarsızlaştırıcı bir rol oynayabileceği bunun da Irak’ın istikrarsızlığının derinleşmesine yol açacağı üzerinde duruluyor.

Obama ya da McCain, kim gelirse gelsin, Irak’ta istikrar için Türkiye’de Kürt meselesinin hale yola girmesi gerektiği görüşü ağırlık kazanacak. Ayrıca AKP hükümetine verilecek Amerikan kredisinin de bu konuya bağlı olacağı anlaşılıyor.

MÜDAHALE OLMAMALI

Raporda, AKP’ye açık destek var. Orta vadede AKP’nin "laik muhafazakarlar, askerler, adalet mekanizması, siyasi partiler ve Avrupa Birliği içinde Türkiye’ye karşıt kesimlerin" yarattığı sorunlarla uğraşmak zorunda kalacağı vurgulanıyor. "Türk ordusu üzerinde ABD önemli etkiye sahiptir. AKP ile laikler arasındaki meşru siyasi mücadelenin dışında durması için Amerika, orduyu cesaretlendirmelidir" deniyor.

Amerikan yeni dönem politikalarının, bu raporda ortaya çıkan yaklaşımlardan çok farklı olmayacağını düşünüyorum.

AB’nin yeni başkanı kim olursa olsun, Türkiye’den bölgesel istikrara katkıda bulunmasını isteyecek.
Yazının Devamını Oku

Bloglar kapatıla kollar kırıla

27 Ekim 2008
CUMARTESİ Yıldız Sarayı’nin mabeyin köşkünde İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu ile sohbet ettik. Bugün onun anlattıklarından söz etmek istiyordum. İslam Konferansı Örgütü’nün Birleşmiş Milletler’den sonra en büyük uluslararası örgüt olarak giderek artan ağırlığını, Müslüman dünyasının kendi içindeki tartışmalarda atılan adımları, Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, dünyayı sarsan karikatür krizinden sonra ilk kez Danimarka’ya yaptığı ziyarette konuşulanları anlatacaktım.

Orada, İslam dünyasında hiç özeleştiri, hiç tartışma yok iddialarına karşı, "Her din gibi Müslümanlık da tartışmalarla gelişmiştir ve tartışmalar hálá devam etmektedir" deyişini. Basın özgürlüğü konusunda örgütün açılımını anlatacaktım.

Ama anlatamayacağım çünkü başımızı kaldırıp dünyayı izleyecek hal bırakmayan bir duruma saplandık.

BLOGLARA KARARTMA

DÜN
, bizim Dış Haberler Servisi’nden, genç arkadaşım Emre Kızılkaya’dan bir mesaj aldım.

"İnternette YouTube’dan sonra şimdi de Blogger yasaklandı. Milyonlarca bloga toptan yasak kondu. Yazdığım bloga da ulaşımım kesildi" diyordu.

Diyarbakır’da bir mahkemenin kararıyla yasaklanan tek bir blog ama yüzbinlercesine ulaşım engelenmiş durumda. Üstelik bu blogun neden kapatıldığı da belli değil. Bir blog için "kapatıla" hükmü kesiliyor, o blog sağlayıcısında bulunan tüm bloglara ulaşım engelleniyor.

Emre çok önemli bir noktayı daha hatırlatıyor: "Türkiye’den binlerce blog yasaklandı. Blogların da haber kaynağı olarak kullanılmaya başlandığı düşünüldüğünde aslında binlerce dergi ve gazete sansürlenmiş gibi. Biz de gazeteci olarak bu bloglardan yararlanıyoruz. Son 6 ay içinde bu bloglardan yararlanarak sayfaya koyduğumuz haber sayısı 100’ü aşkındır."

Artık internet bizim önemli kaynaklarımızdan biri.

Ben internetsiz gazetecilik dönemime göre çok daha fazla kaynağa çok daha kısa sürede ulaşabiliyor, görüşmek için uzun yollar aşmak zorunda olduğum kişilerle bloglarda buluşabiliyor, sorularıma yanıtlar bulabiliyorum. Bilgiye ve değişik yorumlara ulaşabiliyorum.

Ama artık ulaşamıyorum. Her seferinde, o kapatma yazısı sinir bozucu biçimde karşıma çıkıyor: "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.".

Bağımsız düşüncenin kendini ifade etme olanağı bulduğu bu mekan, gazeteciliğin gelecekteki çok önemli araçlarından.

Titizlikle düzenlenmesi gereken demokrasi forumu.

Ama yedi yıldan beri AKP hükümeti, bu konuda hiç bir iyileştirmeye gitmedi.

DARBE ÜSTÜNE DARBE

HABERALMA özgürlüğüne yönelik darbelere bir yenisi de önceki akşam eklendi. Bu da, basına karşı yaratılan düşmanlığın etkisiyle "havaya giren" bir güvenlikçinin tekmeleriyle geldi. Ankara Sheraton’ın önünde Başbakan Erdoğan’ın resmini çekmek isteyen Hürriyet muhabiri Selçuk Şenyüz, işgüzar güvenlik görevlisi tarafından itildi ve tekmelendi.

Dün kendisini aradığımda konuşamadım. Sabah dokuzda girdiği ameliyat, saat bir de hálá devam ediyordu.

Sheraton Otel’deki düğüne basının girmesi yasakmış, Selçuk kapıda Başbakan’ın bir fotoğrafını çekip döneceğini söylemiş. Ama kim dinler? Göğsüne yediği bir darbe ile yere düşmüş.

Orası Ankara. Türkiye’nin başkenti. O kentin en gözde otellerinden birinin önünde gazeteci tekmeleniyor.

Bloglar mahkeme kararı ile kapatılıyor. İfade özgürlüymüş, halkın haber alma hakkıymış, özgürlükler darbelerle sürekli sakatlanıyor.

Burası Türkiye. İçerisiyle uğraşmaktan dışarıya bakmaya hal mi kalıyor?
Yazının Devamını Oku

Kararda perhiz ile lahana turşusu yan yana

26 Ekim 2008
ANAYASA mahkemesinin AKP’yi kapatma davasıyla ilgili kararda gerekçelerde yansıyan zihniyet ile yorumların ardındaki anlayış arasındaki zıtlık şaşırtıcı. AKP’nin "odak" olarak yorumlanması, siyasilerin yaptıkları açıklamalara dayandırılıyor.

Bu ifadelerin demokrasi ile nasıl çeliştiği belirtilirken de en geniş anlamda demokratik çerçeve çiziliyor.

İfade özgürlüğünden söz edemiyorsak, demokratik çerçeveyi nasıl çizeceğiz işte burada toplumsal bir uzlaşmaya hala ulaşamadığımız ortaya çıkıyor.

Önce bir noktada anlaşalım.

Bir insanın düşüncelerini ifade etmesi suç sayılabilir mi?

Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ni lütfen inceleyin. Düşünceyi açıklama, yayma hakkı ile ilgili 19. maddesini dikkatlice okuyun.

"Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklama hürriyetine hakkı vardır. Bu, fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malûmat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir."

AKP’yi savunmak aklımdan geçmez. Ne zaman kiminle uzlaşacağı belli olmayan çok yüzlü bir siyaset anlayışının temsilcisi olarak görüyor ve Meclis’te sahip olduğu çoğunluğu bir dayatma aracı olarak kullanmasından hiç hoşlanmıyorum. Kısaca benim demokrasi anlayışıma uygun bir parti değil.

Ama bu partinin odak olduğu kararın, esasta ifadelere dayandırılmasını ikna edici bulmuyorum.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "Kızlarım başlarını örttükleri için Türkiye’de okuyamadılar" ya da "Laiklik din gibi olursa, laik olan Müslüman olamaz" gibi açıklamaları bir partinin şeriat odağı olma gerekçesi olarak gösterilmesine yetmez. Düşünceler açıklanacak ki tartışılsın ve kararda altı çizilen "demokratik siyasi irade" ortaya çıkabilsin.

HERKES KENDİNE DEMOKRAT

İfade özgürlüğünü sindirememek o kadar yaygın ki bu ülkede, Erdoğan da kendi hoşuna gitmeyen her açıklama, iddia, düşünce, hatta karikatüre karşı hırçınlaşmıyor mu? Gazetecileri, yazarları, karikatüristleri hatta muhalefet liderlerini para cezalarıyla susturmak istemiyor mu?

Hoşuna gitmeyenleri susturmak isterken o da hukuku silah olarak kullanmıyor mu?

Adalet, siyaset böyle de başka kurumlar farklı mı?

Genelkurmay başkanının hoşlanmadığı sorular karşısında topluma doğru yerde dur emri vermesi ifade özgürlüğü anlayışının değil beynimize, derimize bile işlemediğini göstermiyor mu?

HALKA GÜVEN SIFIR

İfade özgürlüğü tedirgin ediyor çünkü kimse halka güvenmiyor.

O anlamaz, kanar, peşinden gider, kullanılır. Öyleyse onun neyi nasıl anlayacağına biz karar verelim. Tehlikeleri önleyelim.

Oysa halk her şeyi görüyor, anlıyor ve notunu veriyor.

Bir çift sözüm de AKP’nin kadın hakları konusunda attığı adımları, partinin kapatılmaması için gerekçe gösterenlere.

Tayyip Erdoğan’ın "marjinal kadınlar" diyerek küçümsemeye çalıştığı feminist, demokratik, laik kadın örgütlerinin mücadeleleri olmasaydı, kadın hakları konusunda AKP zihniyeti ile adım atılabilir miydi?

Siz halka güvenin. Demokrasiye güvenin. Siyasi sorunlara demokratik çözümü şiar edinin. Hukuk ancak o ortamda gerçekten üstün olur.

Bu karardan sonra Türkiye’nin gerçekten demokratik bir atmosferde hazırlanacak olan, uzlaşmalara dayalı çağdaş bir anayasaya ne kadar ihtiyacı olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.

Yazının Devamını Oku