Ferai Tınç

Bir pazar teklifi

30 Kasım 2008
ÇOK meşgulsünüz biliyorum. İş güç, didişme, laf yetiştirme, günü kurtarma bir de kriz. Bu sergiyi kaçırmamanız mümkün değildi. Yoksa kaçırır mıydınız. Eminim, kaçırmazdınız. Değerlerimiz diye hop oturup hop kalkarken, bayrak-türban atışırken, böyle bir değere mutlaka sahip çıkardınız.

Bir seramik ustasının sergisinden söz ediyorum. 50. sanat yılını dolduran Prof. Dr. Erdinç Bakla’nın Troia Rüzgarı sergisinden.

Bir hafta arası öğleden sonra ziyarete gittiğimde Hoca da oradaydı. Tek başına. Dört yıllık emeğin ürünü şaheserleri arasında.

Troia her dönemin sanatçılarına ilham kaynağı olmuş bir hikaye. Ekonomik krizlerin savaşlara yol açışının, Batı’nın doğu’ya medeniyet götürdüğü iddialarının ilk hikayesi Troia savaşları.

*

ERDİNÇ Bakla
da bu topraklarda geçen öykünün kahramanlarını Çanakkaleli çağdaş bir Türk sanatçının gözüyle, meslek yaşamının ellinci yılını deviren bir ustanın heyecan verici maharetiyle toprağa, mermere, hayata geçirmiş.

Yüzünün bir tarafı dağılan Athene ile zeka tanrıçasının savaşlara yol açan yönünü işaret ederken, Atinalı heykeltıraş Fidia’ya on beş küsur asır öteden selam vermiş. Ya da kristal küpeli Helena ile art nouveau ustası Alfons Mucha’yı hatırlatmış. "Art Nouveu sanatı halka taşıdı. Mucha’yı çok severim. O pırlanta küpe takardı. Ben de Helena’ya küpe taktım" diyerek.

Erdinç Bakla, "Troia Türk turizminin yakalayabileceği en büyük fırsattır. Dünyada bu efsaneyi duymayan yoktur. Ama bugün Troia’da kazı alanı dışında görülecek pek bir şey yok" diyor. "Schlieman’ın kazı buluntuları İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde. Çanakkale Müzesi’nde ise çoğu buluntu depolarda. Troia kazısının unutulmaz arkeologu Manfred Korfmann’ın öncülüğünde yapılan kazılarda ortaya çıkan bütün eserleri toplayacak çağdaş bir Troia Müzesi ne yazık ki bir türlü kurulamıyor. Bu ilgisizlik, kültürümüze ve turizm potansiyelimize yapılan en büyük ihanettir."

Sonra da sergideki en görkemli eserlerin yanına götürüyor bizi ve onları açılacak müzeye armağan edeceğini söylüyor. Hiç olmazsa bir tanesi de Çanakkale’yi süslese.

*

HALUK Şahin
hatırlatmasaydı da gidecektim ama iyi ki anımsattı da hemen o gün gittim sergiye. Dünkü yazısında da söylüyor Haluk Hoca, o gün üç kişiymişler sergide. Sanatçı, Haluk Şahin ve Belgin Şahin. Biz de üç kişiydik. Lütfü, ben ve Erdinç Bakla.

O güzelim sergiyi, dört yıllık emek, sıfır sponsorluk, Harbiye Askeri Müze’deki sergi salonunun dokuz günlük kirası da dahil kendi başına gerçekleştirmiş hoca. Bir şikayeti yok. "Ellinci sanat yılımı kutlarken Homeros’un İlyada’sını yorumladığım Troia rüzgarı adlı heykel sergimi şereflendirmenizi saygıyla rica ederim" diyor sadece dağıtımını çok geniş tuttuğu davetiyesinde. Ama öyle meşgulüz ki, Çanakkaleliler hariç kimse gidip görmemiş sergiyi. Ne bir tebrik ne bir teşekkür, ne öven çıkmış ne övünen.

Çok yazık ama sergi bugün sona eriyor. Belki bugün akşama kadar bir fırsatını bulur gidersiniz. Ya da baharda bir Çanakkale seyahati ayarlayabilir, yazın Bozcaada’ya Homeros günlerine uğrayabilirseniz "Troia Rüzgarları"nı oralarda izleme şansına kavuşabilirsiniz.

*

SÖZ
sergiden açılmışken Sadberk Hanım Müzesi’ndeki, o gidilmesi zor ama gidince de gezilmesi çok keyifli müzedeki bir sergiye de dikkat çekmek istiyorum. Unutulmuş, daha doğrusu tadına hiç varılmamış bir konuyu saray modasını, II.Abdülhamit’in terzisi Parma ailesinin defterlerinden yola çıkarak bize taşıyan bir sergi var orada. İpekli padişah pijamalarını, sadrazam üniformalarını ve birçok ayrıntıyı titiz bir çalışmayla bir araya getiren bu sergiyi de kaçırmayın.

Benden teklif etmesi, bir pazar teklifi.
Yazının Devamını Oku

Kriz zamanlarında gazetecilik

28 Kasım 2008
KRİZ zamanlarında iktidarların aklına ilk gelen şey muhalefeti susturabilmektir. Bunun da yolu basını tek tipleştirmekten geçer. Yola devam edebilmek, zaten küçülen pastayı idare edebilmek için başarı öykülerinin pompalanması istenir.

Habercilik ikinci plana atılır ve toplumsal refleksleri törpüleyen genel bir körlük içine gömülür toplum. Bu konular, bu hafta iki gazetecilik meslek örgütü, Basın Enstitüsü Derneği ve Gazeteciler Cemiyeti’nin toplantılarında ele alındı. Sorunlar Türkiye ile sınırlı değil.

120 ülkeden gazete yöneticileri, editörler ve önde gelen gazetecilerin üye olduğu Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Direktörü David Dadge Türk medyası ile buluştu. Medyanın önde gelen temsilcilerinin katıldığı toplantıda basın özgürlüğü tartışıldı. Dadge, "Hükümetler, eleştiriden kaçındıkları oranda hesap vermek istemiyorlar demektir" dedi.

Bu öyle yaygın fakat telaffuz edilmeyen bir savunma dürtüsü ki, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde de ulusal güvenlik, kişisel haklar gibi çeşitli gerekçeler ileri sürülerek basın özgürlüğünün sürekli aşındırılmasının altında yatan da bu.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ AVRUPA’NIN KRİTERİ Mİ

Dadge, "Avrupa Birliği’nin Kopenhag kriterleri var ama basın özgürlüğü meselesine gelince böyle bir kriteri yok"
diyor. Bu nedenle uluslar arası mesleki dayanışma çok önemli. Avrupa Birliği’nden çeşitli örnekler de dinledik. Bir süre önce Bularistan’da benim de tanık olduğum bir konu var. Bulgaristan Başbakanı’nın bile çaresizliğini itiraf ettiği yolsuzluk meselesi. Brüksel Bulgaristan’ı yolsuzluğa karşı yeterli önlem almamakla suçluyor bugün. Dadge, "Bulgaristan AB’ye üye olmadan önce de ülkede mafia yaygın biçimde faaliyet gösteriyordu. Ama basın özgürce bu gerçeği ortaya koyamıyor, tehlikeye dikkat çekemiyordu. Bu durum bilinmesine rağmen, basın özgürlüğü AB’ye giriş kriteri olmadı. Eğer bu nokta üzerinde Avrupa Birliği ısrarcı olsaydı Bulgaristan yolsuzlukla mücadelesini daha ileri bir noktaya taşıdıktan sonra birliğe girebilecekti."

Basın özgürlüğü Avrupa’nın kriteri değil ama demokrasinin, şeffaflığın kriteri. Birine boş verilerek diğerlerinin hesabını gerçekten ve samimi bir biçimde sormak mümkün mü?

GAZETECİLER CEMİYETİ’NİN TOPLANTISI

Başbakanlığın Evrensel Gazetesi’nin muhabirini "yasaklaması" yani akreditasyon iptali kararının gerekçesi "devamsızlık"mış. (Ki editörü Cemiyet’in düzenlediği toplantıda bu iddiayı yalanladı)

Başbakanlık sürekli akreditasyon iptalleri ile ilgili açıklamalar yapıyor. Kriterler koyuyor, onlarla ilgili yeni yorumlar yapıyor. Kendini haklı göstermek için müthiş çaba sarf ediyor. Bu bence akreditasyonları iptal edilmeyen gazeteciler açısından da kötü. Soru sormayı zorlaştıran bir ortam yaratıyor bu durum.

Gazetecilerin görevi sadece resmi açıklamaları kaydetmekle sınırlanıyor gitgide.

Gazeteciler Cemiyeti’nin, gazetecilerin sorunlarının tartışıldığı toplantısı, kriz gölgesinde baskıların arttığı bir döneme denk geldi. Belki de son zamanlarda böyle toplantıların artmasının nedeni bu dönemin sıkıntılarının ağırlaşması. Bu toplantılar devam edecek. Çünkü herkes durumun farkında. Siyasi baskılar ve ekonomik sıkıntılar, sadece gazetecileri değil, Türkiye’nin içinde ve dışında büyük bir değişim yaşanan bu dönemde gerçeğe ulaşmanın yollarını da kıskaca alıyor.

Oysa krizleri yönetmenin ilk koşulu, gerçeğe hakim olabilmektir, değil mi?
Yazının Devamını Oku

2025’te Türkiye tahmini

24 Kasım 2008
AMERİKAN İstihbarat Konseyi’nin, 2025 tahminlerini yayınlaması tartışmalara yol açtı. Ceşitli istihbarat birimlerinin temsilcilerinin görüşlerinin harmanlandığı rapor, bir senaryolar manzumesi. Şimdiki zamandan yola çıkarak geleceğe yönelik tahminler üzerine kurulu senaryolar.

Zaten, raporda "devam eden küresel değişime bakarak karşılaşacağımız meselelerin altını çizmeye çalıyoruz. Senaryolar yeni durumları, çıkmazları ya da küresel resimde karmaşaya yol açacak olan felaketleri dile getiriyor. Bunların yol açacağı değişik dünyaları ortaya koyuyor. Hiç biri kaçınılmaz ya da mutlaka gerçekleşecek değildir fakat diğer belirsizliklerle birlikte potansiyel oyun değiştiricilerdir" deniyor.

2025 senaryolarına göre, dünya ABD’nin tek güç olma niteliğini yitirdiği çok kutuplu bir dünya olacak. Çin, Hindistan ve Brezilya gelişen güçler.

Bölgesel güçler arasında Türkiye de sivriliyor. Türkiye’nin adı, 120 sayalık raporda 15 kez geçiyor. Değişik konular çerçevesinde değiniliyor.

Senaryolardaki yerini raporun çizmeye çalıştığı küresel resim ile birlikte değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılıyor.

Önümüzdeki on beş yıl, Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya dünyanın en istikrarsız bölgesi olarak görülüyor.

Filistin-İsrail sorunu, İran’ın nükleer programı, Irak’taki belirsizlik, ekonomik sorunlar ve eğitilmediği, gelecek umudu sağlanamadığı takdirde etnik, dini ve çıkar şebekeleri temelinde gelişecek çatışmalara sürüklenebilecek genç nüfus istikrarsızlığın nedenleri arasında.

Türkiye, genç nüfusunu eğitebilir ve işgücüne katabilirse "demografik bonus"undan yararlanıp 2025’in yükselen kaplanları arasına girebilecek. Lübnan, İran, Magrib ülkeleri, Kolombiya, Kosta Rika, Şili, Vietnam, Endonezya ve Malezya gibi.

***

ÖZELLİKLE
Çin’in dünyanın etkili kutupları arasına girmesi ile, Amerikan istihbaratçıları liberal ekonomi ve demokratik değerlerin eskisi kadar vazgeçilmez olmayacağı iddiasındalar. Ekonomide devlet denetiminin artacağı, iç kargaşa ve anarşi ortamına karşı ekonomiyi iyi yöneten, halkını refah içinde yaşatan liderlerin, demokrasi gibi bir endişeleri olmasa da halk tarafından benimseneceği öngörülüyor.

Dünyada gelişme modellerindeki farklılaşmaya dikkat çekiliyor ve bu bağlamda Ortadoğu’da, bir Batı anlayışı olarak yorumlanan "laiklik" gerilerken, İslamcı hükümetlerin güçleneceği ileri sürülüyor.

Burada örnek olarak Mısır, Suriye verilebilecekken Türkiye’den söz edilmesi ilginç. "Bugünün Türkiye’sinde İslamcılık yükselirken, ekonomik gelişme ve modernleşmeye daha fazla ağırlık veriliyor" deniyor. Bu saptamaya karşı çıkmak istiyorum ama, CHP’nin çarşafa açılımı aklıma gelince duruyorum.

***

ÖNÜMÜZDEKİ
on beş yıl içinde Türkiye’de dinci ve ulusalcı çizginin güçleneceği iddiasını ortaya koyan Amerikalı istihbaratçılar bu bileşimin Orta Doğu’nun modernleşmekte olan ülkelerine örnek olacağı görüşünü yine buraya da sıkıştırıyorlar. Büyük Ortadoğu projesinden sonra Arap ülkelerinin "biz model filan istemiyoruz" demelerine rağmen bu model meselesinden kendilerini kurtaramıyorlar. BOP’ta Türkiye demokrasi ve laiklik ile örnek olurken , Arap dünyasından gelen tepki üzerine onlardan vazgeçtiler, yerine "Türk milliyetçiliğini, Türk-İslam sentezciliğini" koyuyorlar.

Raporda en kötü haber ise Avrupa’ya. Eğer böyle giderse, Avrupa’nın 2025’de askeri bir güç olamayacağı, büyük ülkelerin ulusal çıkarlarının ön plana geçeceği, yeni üyelerden en az birinin uluslararası suç çetelerinin yönetimine geçeceği söyleniyor.

Ama en ilginci Avrupa’nın gelecek vizyonunun sınavı olarak Türkiye’nin üyeliği gösteriliyor.

Türkiye’ye kapıyı kapatırsa Avrupa büyük risk alır deniyor, Türkiye’nin geri çevrilmesinin vereceği mesaj "Batı ile İslamın bağdaşamayacağı" olacaktır. Hem de sadece İslam dünyasına değil kendi içindeki Müslüman nüfusa da.

2025 Küresel Trendler çalışmasında, Amerikan istihbaratçıları önümüzdeki 15 yıl için kendi senaryolarını hazırlamışlar. Oyunları değiştirebilmek için. Dünya, önümüzdeki dönemde her zamankinden daha fazla, kendi senaryolarını yazanların değiştireceği bir yer olacak.
Yazının Devamını Oku

Hillary Clinton dönemi

23 Kasım 2008
HILLARY Clinton’ın, dışişleri bakanlığı teklifini kabul edeceği anlaşıldı. Bu gelişme, Demokratların sağ ve sol kanat ittifakı olarak yeni dönemi etkileyecek. Hillary Clinton nasıl bir dışişleri bakanı olacak sorusuna yanıt vermeden önce, onun sadece eski bir first lady değil deneyimli bir politikacı olduğunu unutmamak gerekiyor. Hem senatör olarak kazandığı siyasi deneyim, hem de başkan aday adayı olarak verdiği mücadelenin kazandırdıklarıyla geliyor Amerikan dış politikasının başına. Dünyanın karmaşık sorunlarının yanı sıra gündeminde bir değil iki savaş var. Obama önceliği Afganistan’a vereceğini söylüyor ama Amerikan askerlerinin geri dönüşü sırasında ve sonrasında Irak’ı neyin beklediğini kimse bilmiyor.

Böyle bir belirsizliğin yakın çevresindeki ülkelerden Türkiye.

Türkiye açısından "hassas" iki konudaki karnelerinde altı çizilen iki nokta var.

Bill Clinton’ın kurduğu "Global Initiative Fund" ile ilgili çeşitli iddialar gündeme geldi. Bunlardan biri de PKK’nın bu vakfa bağışta bulunduğu, o yüzden eski Başkan’ın "Kuzey Irak’ta Kürtleri Türkiye’den korumak için Amerikan askerini bulundurduk" demiş olmasıydı. Neocon çevrelerden gelen bu iddiayı bir kenara bıraksak bile, Türkiye’ye karşı tavır konusunda kriter haline getirilmiş olan bir başka mesele daha var. Ermeni soykırımı.

Hillary Clinton, Ermeni karar tasarısını Senato’da destekleyenler arasındaydı. Ermeni lobisinin Demokrat adaylara yüz binlerce dolar seçim yardımı yaptığını açıklayan, Ermeni-Amerikan Siyasi Aksiyon Komitesi eş başkanı Annie Totah, kampanya sırasında Hillary Clinton’ın finans komitesi üyesiydi.

Yine de bunlara bakıp kestirip attırmamak gerektiğine inanıyorum. Bu meseleler çözümlenmedikçe her zaman birileri onların üzerinden para, itibar, çevre kazanacak. Bu noktalara takılıp kalmadan Hillary Clinton’ın ABD’nin dış politikasına nasıl etki yapacağını daha geniş açıdan değerlendirmek gerekiyor.

*

BİR
şahin diyebiliriz, evet Hillary Clinton Demokrat’ların şahinlerinden. Sonradan pişman olsa da Irak savaşını desteklemiş, İran konusunda, Devrim Muhafızlarının terör örgütü olarak ilan edilmesini isteyen 75 senatörün arasında yer almış, Obama’yı İran’a karşı yumuşak davranmakla eleştirmiş, İran ile muhtemel bir çatışmada nükleer silahların kullanılması seçeneğini dışarıda bırakan Obama’ya karşı, "eğer İran yükümlülüklerini yerine getirmezse, bütün seçenekler masada olmalıdır" demişti.

Irak’ta, askerler çekildikten sonra özel güçleri bırakacağını söylemişti.

*

HILLARY Clinton
, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin, özellikle geniş Ortadoğu açısından çok önemli olduğunu düşünüyor. Bunu çeşitli konuşmalarda dile getiriyordu. Örneğin, Türkiye’nin adaylığının kesinleşmesinden önce Tufts Üniversitesi’nde öğrencilerle yaptığı görüşmede, "Avrupalıları Türkiye’nin üyeliği konusunda desteklemeliyiz" demişti; "Eğer Türkiye reddedilirse, dünyanın her yerindeki Müslümanlar bunu bir aşağılama olarak kabul edecekler. Bu da aşırı İslamcıların eline yeni koz verecek."

Hillary Clinton
, Obama’nın seçim bildirgesinde de yer aldığı gibi, ABD’nin bölgedeki politikaları açısından "yüzünü Avrupa’ya dönmüş, demokratik bir Türkiye" beklentisine sahip.

*

ABD
’nin üçüncü kadın dışişleri bakanı olarak farklı bir damga vurabilecek mi? Kadın hakları, insan haklarıdır demiş, Ortadoğu’da kadın haklarının gündemden düşürülmemesi gerektiğini söylemiş olsa bile, Hillary Clinton’ın kadın bakış açısını Amerikan dış politikasına zaman zaman bile yansıtmasını beklemek aşırı iyimserlik olur.

Hırsları buna engel, bir de John Biden gibi, dış politika konusunda güçlü bir başkan danışmanı ile boy ölçüşmek zorunda kalacak olması.
Yazının Devamını Oku

Irak işgali sona ererken

21 Kasım 2008
IRAK ile ABD arasında varılan anlaşma ile yirmi yıla yakın bir süredir savaş ortamında yaşayan Irak’ta işgal sona ererken, Türkiye için de yepyeni bir dönem başlıyor. Bir süredir zaten değişen Irak’a Kürtler üzerinden bakma yaklaşımının yerine bölgede ABD’nin en yakın müttefiki, stratejik ortağı Irak ile sağlam ilişkiler kurma konusu gündemimize girecek.

Bu değişikliği sadece Türk uçakları kuzey Irak dağlarını bombalayacak mı bombalayamayacak mı noktasına indirgemenin, gelişmeleri at gözlüğü ile izlemekten farkı yok. Ya da, PKK’lının elini sıkan Sincari üçlü toplantıya girdi mi girmedi mi boyutuna kilitlenmek anlamsız.

***

ANLAŞMANIN
resmi olmayan İngilizce çevirisini okudum. Bu arada Amerikan hükümetinin anlaşmayı Kongre üyelerine hala açıklamadığını, Irak’ta parlamento onayına sunulurken ABD’de Kongre’nin düşüncesinin alınmadığını da hatırlatmak isterim. Bu, anlaşmada ayrıntıların önemini gösterir ki, eğer onaylanırsa daha çok tartışılacak demektir.

Amerikan güçleri, "Irak topraklarından, hava ve deniz sahasından 31 Aralık 2011 tarihine kadar çekilecek."

İşgal askeri anlamda sona erecek. Hatta bazı araştırmacılar, bu anlaşmanın Obama’nın Irak’ta bırakmak istediği 30 bin askere bile izin vermediği görüşünde.

Öyleyse ABD Irak’ı terk mi ediyor? Hayır. ABD Irak’ı yalnız bırakmıyor.

Soğuk Savaş döneminde bölgede Rusya ile boy olçüşmek zorunda kalan ABD, artık Irak’ın bir numaralı müttefiki.

***

ANLAŞMANIN
"Güvenlik tehditlerine karşı caydırıcılık" başlıklı 27’inci maddesinde şöyle deniyor:

"Irak’a yönelik ya da egemenliğini, siyasi istikrarını, toprak, deniz, hava sahalarının bütünlüğünü ihlal eden bir saldırganlık karşısında ya da demokratik sistemini, seçilmiş kuruluşlarını hedef alan iç ve dış tehditlerde, Irak Hükümeti’nin talebi üzerine iki taraf stratejik görüşmelere başlayacaklar. Ve ABD bu tehdidi caydırmak için, diplomatik, ekonomik, askeri veya gerekli diğer önlemleri alacaktır."

Bu ABD’nin Irak’ın içinde olacağı demektir. Irak hükümeti, görülebilir bir gelecekte özellikle ekonomik sorunlarının çözümü için ABD’nin güçlü desteğine ihtiyaç duyacak.

Eğer bu anlaşma imzalanmasaydı 31 Aralık 2008’de ABD Irak’tan çekilmek zorunda kalacak ama yeni Irak hükümeti Saddam’dan devraldığı uluslararası sorunlar ile yüzyüze tek başına kalacaktı. Şimdi bunlardan kurtulacak.

Türkiye’nin, Yumurtalık hattından kaynaklanan kayıpları da bu çerçevede düşünmekte yarar var.

Bu anlaşma onaylanır ya da onaylanmaz ama Irak’ta yeni bir dönem başlıyor. Hem de iç barışın tam olarak sağlanamadığı, şiddetin tamamen ortadan kaldırılamadığı bir ortamda. Şimdi, bu kırılganlığı yönetebilecek, güvenlik dahil her konuda işbirliğini öne çıkartacak komşuluk dönemi var önümüzde.

SOKRAT’IN EVİ MAHZUN KALDI

Günlük telaş arasında bazen birilerinin sesini kaybettiğinizi fark etmiyorsunuz. Gündüz Aktan’dan uzun zamandır haber almadığımı anımsadığımdan birkaç gün sonra ölüm haberini duydum. Bozcaada komşum, evinin eski sahibini kapısına astığı "Sokrat’ın evi" yazılı bir tabelayla unutturmayan Gündüz Bey’i, gazeteci olarak Atina Büyükelçiliği döneminden beri tanırdım. Radikal Gazetesi’nden ayrıldığı zaman eksikliğini çok hissetmiştim. Her konudaki görüşlerini paylaşmasam da onun düşünce oluşturma yönteminden ve derin bilgisinden her zaman çok yararlanır, öğrenirdim. Gündüz Aktan’ın eksikliğini herkes ama en çok da Bozcaada dostları duyacak.
Yazının Devamını Oku

Konuk işçinin ev sahibi çocuğu

17 Kasım 2008
TAM bir hafta önce, Hollanda’nın Rotterdam kentinde bindiğim taksinin şoforü, "Neden bize Türkleri yolladınız" dediğinde, yanıtım "Biz yollamadık siz davet ettiniz" oldu. Kızmadan, somurtmadan, dişlerine bakıp, gücüne kuvvetine göre seçip götürdüklerini anlattım.

Ben o günleri anımsıyorum, Avrupa’dan gelen bilmişlerin karşısında sıraya giren Anadolu insanının iç çamaşırlı resimleri yayınlanırdı gazetelerde.

Seçerek alıp götürdüler. Bir süre sonra geri döneceklerini düşündüler, geçici olduklarına o kadar inanmışlardı ki onlara "Konuk işçi-yabancı işçi" dediler.

Ama Obama’nın seçimi ile birlikte Amerika’dan Avrupa’ya yayılan değişim umudu, Avrupa’ya da "yabancı"larını anımsattı.

Şimdi yeni bir dönem başlıyor.

Avrupa, yabancıların geçici olmadığını fark ediyor.

11 Eylül, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının çoktan geride kaldığını düşünenleri uyandırdı.

Sorunlar geride kalmamış, halının altına süpürülmüştü sadece.

Şimdi, bir yandan yabancı düşmanlığını kontrol etmek diğer yandan yeni Avrupa’yı ve nereye gittiğini anlamaya çalışmakla meşgul Avrupa.

*

AVRUPALILAR
, "Bizim de Obamamız olabilir mi?" diye düşünürken, Avusturya’da Müslüman bir Türk’ün başbakanlığı mümkün mü tartışmaları gündemi kaplarken Almanya’dan haber geldi: Cem Özdemir Yeşiller’in eş başkanı seçilmişti.

İlk kez bir konuk işçinin çocuğu, bir Alman partisinin başına geliyordu. Hem de yüzde 70’leri geçen bir oy çokluğu ile.

Bundan birkaç gün önce Hollanda da, Fas kökenli bir politikacı olan Ahmad Abutaleb’i Rotterdam Belediye başkanlığına aday seçti. Kararı Kraliçe verecek ama bir Faslı’yı Avrupa’nın en büyük liman kentlerinden birinin yerel yönetimine aday göstermek Sosyal Demokrat’lara prim yaptırdı.

Cem Özdemir’in seçildikten sonra yaptığı konuşmayı iyi tahlil etmek gerekiyor.

"Önemli olan Türk kökenim nedeniyle seçilmiş olmam değil, önemli olan insanın kökeninin değer taşımaması" dedi.

İşte yeni Avrupa bu formülün çevresinde gelişecek.

Obama seçildiğinde, dünyanın her tarafındaki siyahlar, esaretle damgalanmış bir sayfayı kapatmanın sevincini yaşadılar ama o seçim sonrası davranışlarını sadece siyahların değil bütün Amerika’nın temsilcisi olduğu mesajını vermek üzere kurgulamıştı.

Cem Özdemir de buna dikkat ediyor. O, Türkiye kökenli bir Alman.

Yabancı işçilerin, göçmenlerin sorunlarını yakından tanıyan, bunları hisseden bir politikacı ama onlar kadar diğer Alman vatandaşlarının sorunlarına da Yeşiller hareketi adına çözüm üretmekle sorumlu olduğunun farkında.

Ben de, onun Türk kökeninden ötürü değil, başarılı bir Alman vatandaşı hem de Türkiye kökenli olmasından sevinç duyuyorum.

*

GÖÇMENLERİN
çocukları geri dönmeyecek, onlar Türk, Faslı, Cezayirli, Surinam vesaireli değil, kökleri buralarda olan yeni Avrupalılar.

İşte onların, bu iki buçuk milyonu Almanya’da yaşayan dört milyon civarında Müslüman nüfusunun geri dönmeyeceğini içine sindirdiğinde, İslamiyetin kıtanın ikinci dini haline gelmekte olduğunu kabul ettiğinde, melezliğin dinamizmini siyasete yansıtabildiğinde Avrupa değişimi yakalayabilecek.

Avrupa’nın yeni siyaseti, ama önce Avrupa solu, yeni dilini konuk işçilerinin ev sahibi çocuklarıyla bulacak.
Yazının Devamını Oku

Fıkra gibi Avrupa tarifi

16 Kasım 2008
2010 önemli bir tarih. Özellikle de İstanbul için. O yıl, İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti sıfatını paylaşacak. Diğer iki kent Almanya’da Essen ve Macaristan’da Peç. Hazırlıklar sürüyor, zamanla yapılanları daha iyi öğrenebileceğimizi umuyorum.

O yıl, Türkiye’de Japonya yılı da olacak. Daha şimdiden çok ciddi hazırlıklar planlandığını duyuyorum. İstanbul, Asya ile Avrupa’nın buluşacağı bir merkez haline gelecek.

Bazı uzmanların ileri sürdüğü gibi ekonomik kriz 2010’da hız keserse, İstanbul’un önemli bir çekim merkezi haline geleceği kesin.

Önemli olan bu kentin değerlerinin gerektiği gibi seferber edilebilmesi.

TEK BİR AVRUPA YOK

İSTANBUL 2010 çerçevesinde İKSV’nin düzenlediği sempozyumda Macaristan Eğitim ve Kültür Bakanı İstvan Hiller, Avrupa kültürüyle ilgili ilginç hikayeler anlattı.

Aynı zamanda tarihçi olan Hiller’in 350 yıl önceye dayanan hikayesi Hollanda ve Avusturya’nın Bab-ı Ali’deki sefaretleriyle ilgili.

Hollanda’nın İstanbul Büyükelçisi ile saray arasında iyi ilişkiler zamanın Avrupalı diplomatlarının dedikodularına neden oluyor, Hollanda Büyükelçisi, Osmanlıdan en iyi haber alan sefir olarak dikkat çekiyormuş. Araştırmışlar, Büyükelçi’nin Saray’a hediyeler sunduğunu bulmuşlar. Avusturya-Macaristan Büyükelçisi de hemen Viyana’ya durumu bildirmiş ve hediye gönderilmesini istemiş.

Habsburglar çok güzel bir yazı masası göndermişler. İlk masa sevinçle karşılanmış, ikincisi geldiğinde "a çok iyi, takım oldu" denmiş, ama 19’uncu masadan sonra Saray, Viyana elçisinden nefret etmeye başlamış.

SIR KEŞFEDİLMİŞ AMA

Avusturya sefiri, başarısızlığının sırrını araştırmış ve öğrenmiş ki Hollandalı meslektaşının sunduğu hediyeler çok farklı. Lüks objeler, egzotik bitkiler, kuşlar, haritalar gibi zarif hediyeler geliyormuş Hollanda’dan. Bu durumu Viyana’ya bildirdiğinde, Avusturya fiyatı pahalı bulmuş. Oradan buradan para toplanmış. Bu para ile yeni bir hediye alınmış. Ne olabilir? Masa. Avusturya 20’nci masasını da göndermiş Osmanlı Padişahı’na.

Bu hikayeyi anlattıktan sonra "Tek bir Avrupa kültürü yok" diyor Macaristan’ın tarihçi Bakanı, "Avrupa’nın her tarafında ayrı bir kültür vardır."

Burada bir parantez açıyorum: Bu "masa öyküsü", İsviçre’den gelen son masayı getirdi aklıma. Lozan Anlaşması’nın imzalandığı masa. Bu, bizim için çok anlamlı bir hediye, ama anladığım kadarıyla daha şimdiden nereye konacağı sorun olmuş.

Keşke, Lozan belgelerinin, kitaplarının, resim ve o süreçle ilgili tüm objelerin toplandığı bir müze düzenlenebilse, sürekli kendini yenileyen ve araştırmacılara ışık tutan bir müze.

Nasılsa masa da var.

GELECEK GEÇMİŞTE SAKLI

Macar Bakan haklı, tek bir Avrupa kültürü yok. Avrupa kültürünün bütün katmanlarında Anadolu, Türkler ve Türkiye ile ilişki var üstelik.

Ya gelecek? Avrupa’da yaşayan üç milyon Türkiye kökenli insanın gelişen Avrupa kültürüne hiç mi etkisi yok? Sempozyumda konuşan Alman Yeşiller Partisi milletvekili ve partinin Avrupa ve Eğitim Politikaları Sözcüsü Özcan Mutlu, bu etkileşimin olduğunu söylerken, bunun gelişmesi için özel kültür politikalarının desteklenmesi gerektiğini de vurguladı.

Macaristan Kültür ve Eğitim Bakanı’nın dediği gibi, "Gelecek, geçmişte saklıdır."

İnsanlar arasındaki ilişkiler kültürel köprülerle güçlenir. 2010 bu açıdan bir fırsat yaratabilir. Doğru değerlendirebilirsek.

Yazının Devamını Oku

Akreditasyon çalışma izni değildir

14 Kasım 2008
BAŞBAKANLIK Basın Sözcüsü Arif Beki’nin açıklaması, gazetecilerin çalışma hakkı konusunu gündeme getiriyor. Akreditasyon kurumlar tarafından gazetecilere bahşedilen çalışma izni midir ki, Başbakanlık Basın Sözcüsü Akif Beki’nin ileri sürdüğü gibi gazetecinin haberlerinin içeriğine göre iptal edilebilsin?

Tabii ki değildir. Ama öyle olmuyor, "Siz doğru olmayan haber yapmıştınız bir zamanlar, o yüzden biz artık size burada çalışma izni vermiyoruz" yaklaşımıyla Başbakan’ı izlemekten men ediliyor bazı gazeteciler.

***

AKREDİTASYON, gazetecilere çalışma izni bağışlamaz.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün iki yıl önce akreditasyon sistemiyle ilgili yayınladığı bir raporda şöyle deniyor:

"Akreditasyon, gazeteciler için genel bir çalışma izni değil, çalışmalarını kolaylaştırıcı bir araç olarak görülmelidir. Hükümetler, akreditasyonu çalışma izni haline dönüştüren kuralları kaldırmalıdır."

Akreditasyon, haberlerin içeriğini belirlemek amacıyla da kullanılmamalıdır.

Her hangi bir sorumlunun, "bunlar bizim kriterlerimize uygun davaranmıyor" diyerek akreditasyon sistemini, "Bunu istemiyoruz, yenisini gönderin" keyfiliği ile bir gazeteci eritme çarkı haline dönüştürmesine de göz yumulamaz.

Bu açıdan ben "Başbakan emriyle muhabir değiştirmeyiz" diyen Vatan Gazetesi’nin uygulamasını destekliyorum. Keşke Hürriyet de aynı şeyi yapsaydı.

***

AVRUPA
Güvenlik Ve İşbirliği Örgütü’nün raporunda, " Akreditasyon, olayları izleyecek gazeteciler konusunda hükümetin seçim yapmasına temel teşkil etmemelidir. Haberlerin içeriğini kontrol etmek için kullanılmamalıdır" deniyor.

Ayrıca akreditasyon sisteminin amacı da gözden kaçırılmamalı. Bu, çoğulculuğun güvencesi olarak getirilmiş bir düzenleme.

Belli koşullara uyma temelinde değil, en geniş temsiliyetin sağlanması çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir uygulama.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün raporunu anımsamamın nedeni, bizim de bu örgütün üyeleri arasında bulunmamız.

Ama ne Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü, ne Avrupa Birliği, ne altında imzamız olan anlaşmalar demokrasiyi kendine göre yorumlayarak yola devam etmeye kararlı olan AKP hükümetini durdurmuyor. Durup düşündürmüyor.

***

DÜNE
kadar, askerin medya kuruluşları arasında tercih yapmasını eleştirirken, aynı ayrımcı anlayışın Başbakanlığın duvarları arasında da kendisine yer bulacağı aklıma gelmezdi.

Gazetelere karşı kampanya açmak, gazetecileri hedef göstermek, aykırı kalemleri susturmak için baskı uygulamak, akreditasyon iptalleri, gazetecilere hapis cezaları ile Türkiye demokrasisi sürekli irtifa kaybediyor.

Bunlara, bayrak üzerinden yapılan "ya sev ya git" açıklamalarını, "Ermeni ve Rumları göndermeseydik millet olamazdık" itiraflarını, "devlete karşı gelen vurulur" çağrılarını da ekleyince irtifa kaybının boyutları daha iyi görülüyor.

Biz farkındayız ama pilotlar kabul etmiyor.
Yazının Devamını Oku