Ferai Tınç

Mesut Yılmaz'ın MGK sınavı

19 Ağustos 2001
‘MGK'da anlaşma imkanı olmadığı için, ulusal güvenlik konusunu kamuoyunda tartışmaya açıyorum’ diyen Mesut Yılmaz'a en anlamlı yanıt, Cumhurbaşkanı Sezer'den geldi.Makam ve aile terbiyesi sınırları içinde bir yalanlama, Sezer'in cevabı. ‘‘Milli Siyaset Belgesi'nin görüşülüp güncelleştirildiği Milli Güvenlik Kurulu'nun Haziran ayı olağan toplantısında ulusal güvenlikle ilgili bir düşünce ortaya konmamıştır.’’Kamuoyuna yönelik açıklamalarında, bir muhalefet lideri cesareti ile önemli konuları tartışmaya açan Yılmaz'ın, kritik mahalde susup oturduğunun ilk örneği değil Haziran MGK toplantısı. Ulusal Program da aynı sessizlik içinde kabul edilmedi mi?Ses çıkartan olsaydı duyardık. Hem zaten o zaman böyle bir belge mi çıkardı ortaya? Cumhurbaşkanlığı'nın açıklaması, bu noktada da tam bir uzlaşma olduğunu, kimseden itiraz gelmediğini ortaya koyuyor.Özel Kalem Müdürü Tacan İldem'in sözleri bunun kanıtı. ‘‘Türkiye'nin AB'ye sunduğu Ulusal Program'ın Milli Güvenlik Kurulu'nda görüşülmesi sırasında, atılması gereken adımlara karşı ulusal güvenlik gerekçesiyle bir itiraz yapılmamıştır.’’ MHP ve Silahlı Kuvvetler'in temsilcilerinden itiraz gelmemesi çok doğal. Ulusal Program, onların itirazları dikkate alınarak hazırlandı. Ya Mesut Yılmaz? O neden konuşmadı.Sezer'in yolsuzluk iddialarını ‘‘tartışmaya açtığı’’ 21 Şubat'taki MGK toplantısını terk ederken gösterdiği kararlı tavrın onda birini Yılmaz, Ulusal Program'ın tartışıldığı 26 Şubat toplantısında neden göstermedi?* * *TÜRKİYE'nin Kopenhag kriterlerine tam uyumu için yapılması gerekenleri içeren ilk taslaklar büyük tepkilerle karşılaştığında da Mesut Yılmaz'ın çıtı çıkmamıştı. Bu taslağı hazırlayan diplomatlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. AB Bakanı İrtemçelik'i de Ecevit'e feda etti sessiz sedasız. Ulusal Program'ın hazırlanışı sırasında, partisi ve kendisinin düşüncelerinin arkasında duran tek lider Devlet Bahçeli'dir. O sırada Ulusal Program'ı Bahçeli ile AB Genel Sekreterliği müzakere etti. Yılmaz neredeydi? Yılmaz, parti toplantılarında bir muhalefet lideri gibi. Mücadele platformlarında suskun. MGK'ların dut yemiş bülbülü.Salı günü MGK toplanıyor. Yılmaz'ın açıklamalarından sonra ilk toplantı olacak bu. Bazı çevreler toplantının gerginleşmesinden endişe ediyorlar. Hiç merak etmeyin, gerginleşmeyecek. Yolsuzluklara değinilmediği sürece tabii. * * *KEŞKE yanılsam. Bu MGK toplantısında Mesut Yılmaz çıksa ve bir ay sonra Meclis'in gündemine gelecek olan Anayasa değişiklikleri konusunda çok cesur adımlar atılması gerektiğini söylese.İdamdan, ana dilde eğitime, düşünce suçlarının önündeki engellerden, Kıbrıs konusuna kadar Katılım Ortaklığı belgesinde altı çizilen her konuda Türkiye'nin bekleyecek zamanı olmadığını anlatsa. ‘‘Bu yola kendimi adadım’’ demişti ya, o büyük lafa uygun bir kararlılıkla açsa konuyu. Göreceğiz. Salı günkü MGK toplantısı önemli bir sınav Yılmaz için.
Yazının Devamını Oku

Hazar'da payımız var

17 Ağustos 2001
İlham Aliyev, Azerbaycan Petrol Şirketi SOCAR'ın Başkan Yardımcısı olarak açıklıyor. ‘‘British Petrol (BP), İran'ın hak iddia ettiği Araz-Şark-Alov petrol yataklarında keşif çalışmalarını yarım bıraktı.’’Demek BP, birkaç yıl önce büyük iştah ile üretiminden pay almak için pazarlık yaptığı, Azerbaycan ile anlaşmalar imzaladığı bu kuyularla ilgili İran iddialarını dikkate aldığını göstermek istiyor. İran'ın bölgedeki gerginliği tırmandırmasının ardında, BP'nin bu tavır değişikliğinin yattığı iddiaları var. Bu iddiaları, BP'nin son dönemde verdiği önemli bir karar da destekliyor. Amerikan petrol şirketi AMOCO'yu hazmettikten sonra daha da devleşen BP'nin Başkanı Sir John Brown, 19 Haziran'da İstanbul'da düzenlenen Enerji Konferansı'nda şirketinin İran'da yeni yatırımlar yapmak istediğini söylemişti. ‘‘ABD Kongresi'nin yaptırım yasasına rağmen, bizden başka herkes İran'da iş yapıyor’’ demiş, ‘‘Biz de, yatırım alanları arıyoruz’’ demişti. BP, İran uğruna Hazar'daki çıkarlarından vaz mı geçiyor? Eğer öyleyse, bu sadece kendisini değil, ortaklarını da ilgilendirir. * * *ARAZ-Alov-Şark yataklarında sadece BP'nin değil Türkiye'nin de payı var. Bu yüzden gerilim, Türkiye'yi hem siyasi, hem de ekonomik anlamda yakından ilgilendiriyor. İran'ın, Azeri sondaj gemilerinin çalışmasını engellemeye kalktığı alanda, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın da yüzde 10 hissesi var.Bu bölgede hisseler şöyle düzenlenmiş. Azerbaycan devlet petrol şirketi SOCAR yüzde 40 ile en yüksek hisseye sahip, onun arkasından British Petrol geliyor. BP yüzde 15, Exxon Mobile yüzde 15, Statoil yüzde 15, TPAO yüzde 10 ve Alberta Energy yüzde 5 hisseye sahip. Türkiye'nin, dünyanın dev petrol şirketleriyle ortak olduğu bu yatırım, TPAO'nun bölgedeki en önemli girişimlerinden. TPAO, bu sahada pay sahibi olmak için iki yıla yakın uğraş verdi. Üstelik, ondan sonra girenlerin 23 milyon dolar ödeyerek satın aldığı hisselere karşılıksız sahip oldu. .TPAO'nun Azerbaycan petrol ve gaz sanayiine yatırımının 2.2 milyar doları bulduğunu ve İran'ın sorun çıkardığı yatakların Bakü-Ceyhan projesi için gerekli olduğunu da dikkate alırsak, Türkiye'nin bölgedeki gerilimlere hassasiyetinin sadece ağabey kardeş ilişkisinden kaynaklanmadığı daha iyi anlaşılır.* * *BP önemli bir petrol şirketi ve bölgede ağırlığı var. Ama Türkiye de bölgenin çok önemli pazarlarından. Sadece petrol değil BP'nin Azerbaycan'dan elde ettiği gazın da bölgedeki tek tüketicisi Türkiye. Ve bilinen kadarıyla BP de bu pazarı önemsiyor. Birkaç yıl önce Bakü-Ceyhan projesini engellediği gerekçesiyle Türkiye pazarında, ambargoya kadar uzanan ciddi sorunlar yaşayan bu çok deneyimli şirket, hele de Türkiye ile ortak olduğu bir alanda çalışmaları engelleyerek Türkiye'yi kıramaz. Türkiye pazarını riske atamaz. İran'ın Hazar'da gerilimi tırmandırmasının ardında ne olursa olsun, bu bölge Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor. İster nota, ister uyarıyla olsun bu ilgiyi açıkça belli etmekten daha doğal ne olabilir?
Yazının Devamını Oku

Şaron ile çok zor

13 Ağustos 2001
<B>KUDÜS</B>'teki Şark Evi'nin İsrail tarafından işgali, sadece 1993'den bu yana barış için harcanan tüm çabalara indirilen ağır bir darbe değil, aynı zamanda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri de zora sokacak kaba saba bir adım. Filistin'in Doğu Kudüs'teki siyasi varlığını simgeleyen Şark Evi'ni, İsrailli şahinler hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Yabancı devlet adamlarının, İsrail'e resmi ziyaret sırasında Kudüs'te Şark Evi'ni ziyaretleri her zaman olay yarattı.

Tansu Çiller'in de başına böyle bir olay gelmişti. İsrail'i ziyaret eden ilk Türk Başbakanı olarak, Kudüs'te Şark Evi'ne de gitmesi büyük tepkiyle yol açmış, İsrail basını günlerce olayı 'skandal' başlıkları altında ele almıştı. Çünkü, Şark Evi'ni ziyaret, Filistin devletini zımnen tanıma ve Doğu Kudüs'ün de Filistin başkenti olarak legalleştirme girişimi diye yorumlanmıştı.

Çünkü, Doğu Kudüs'teki Filistin kurumları, Filistin'in bağımsızlığına ve Kudüs'ün başkent olarak paylaşılmasına giden ilk adımlar olarak kabul edilir ve sembolik değerleri her iki taraf için de çok yüksektir.

İntihar saldırısından sonra, İsrail sadece Şark Evi'ni değil, aralarında diyanet işleri merkezi, İletişim Bakanlığı da olmak üzere Filistin'e ait sekiz ofise daha el koydu. .

Ancak, Şark Evi'ni kapatmakla kalınmadı, kapısına da İsrail bayrağı çekildi. Bu, Filistin'in ikinci kez işgali demektir. Filistin kamuoyunun da İslam dünyasının da yorumu böyle.

Bu yorumun Türkiye'yi etkilememesi mümkün olabilir mi?

* * *

BEİLİN, İşçi Partisi'nin barış için en çok çaba sarf eden simalarından, eski dışişleri bakanı. Beilin. Önceki gün yaptığı açıklamada, Şark Evi'nin işgalini 'çocukça bir hareket' olarak yorumladı ve 'Şark Evi, İslam için dördüncü en kutsal yer haline gelmeden İsrail derhal oradan çekilmelidir' dedi.

Şark Evi'nin işgali sadece dini mesajlar taşımıyor. Daha da önemlisi bu adım, Oslo Anlaşması'nın yırtılıp atılması anlamına geliyor.

Nitekim Arafat, önceki gün yabancı misyon şeflerini, işgale son verilmesi için yardıma çağırırken Peres'in 1993'te Norveç Dışişleri Bakanı'na yazdığı bir mektubu da verdi. Bu mektupta Peres, Kudüs'teki Filistin kurumlarına dokunulmayacağı güvencesini dile getiriyordu. Ve bu anlaşmanın imzalanması için Filistin'e verilmiş olan bir güvenceydi.

Şaron yönetimi, başından beri izlediği politikalarla İsrail'in barış sürecini bir kenara bırakıp, barış için kendi koşullarını dayatma kararında olduğunu gösteriyor.

Bu yaklaşım, sadece Ortadoğu barışına değil Türk-İsrail ilişkilerini de tehdit ediyor.

* * *

İSRAİL ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geleceği Şaron politikalarının ipoteği altına giremez. Ne de, Türkiye'ye gelip 'İran'a karşı ortak savunma sistemi geliştirelim' diyen Savunma Bakanı'nın özensiz açıklamalarına tahammül edebilir.

Türkiye, Şaron Yönetimi ile ilişkilere mesafe koymaktan çekinmemeli. Bu tavır İsrail'de de destek bulacaktır.

Ankara'da Şaron'a yapılan, ateşkes için ısrarı bırakıp görüşmelere derhal başlaması önerisi gibi.

İsrail barış sürecinin önde gelen müzakerecilerinden David Levy'nin, Şaron'un ateşkes koşulundan vazgeçmesi ve görüşmelerin önkoşulsuz olarak derhal başlaması çağrısını yapması, Haaretz Gazetesi'nin dünkü sayısında yer alan bir makalede, 'Türkiye'den örnek alın. Teröristlerle konuşmayın ama barıştan yana unsurlarla oturun konuşun, birlikte yaşam iklimi sağlayın' denmesi de bunun gösteriyor.

Türkiye'nin Şaron Yönetimi'ne mesafeli duruşu, iki ülke arasındaki ilişkilerin güvencesi olacak.
Yazının Devamını Oku

Türk imkansızı başarır

12 Ağustos 2001
<B>ÖYLE</B> şeyler oluyor ki, bu milletin imkansızı başarma yeteneğine güvenim artıyor. Şu olaya bakın. Haber, Doğan Haber Ajansı'nın, Radikal Gazetesi'nde yayınlandı. 8 Ağustos Çarşamba günü Sky Havayollarına ait yolcu uçağı, Stuttgart'a gitmek üzere Antalya Havaalanı'ndan ayrılıyor.

Ama o sırada arkadan gelen uçak Boeing'in lastiklerinde bir tuhaflık seziyor. Hemen kuleye bildiriyor. Lastiğin kaplamasının attığını söylüyor.

Uçağı durdurup döndürmek mümkün değil, lakin ne olduğunu da anlamak gerekiyor. Anlaşılan Kule pilota, 'Biraz yaklaş da lastiklerine alttan bakalım ne olmuş' diyor. Çünkü haber şöyle devam ediyor:

'Altı mürettebat ve 141 yolcusuyla kulenin üzerinden iki kez alçak geçiş yapan uçağın lastikleri dürbünle incelendi ve zorunlu inişe karar verildi.'

Tabii, koskoca uçak hemen inemiyor, patlama tehlikesi var. Yakıtını atması da mümkün değil, çünkü uçağın yakıt atma sistemi yok.

Ama, bizde çare tükenmez. Madem sistem yok, yakıttan kurtulmanın yolu harcamak. Pilotlar, 'Yolculara da bir hoşluk olur' diye düşünüyorlar belki de ve Antalya üzerinde dolaşarak 13 bin ton yakıtı harcamaya karar veriyorlar.

Bu arada kaptan pilot turlamalar, alçak iniş çıkışlar sırasında paniğe kapılan yolcuların psikolojisini de düşünmek zorunda. Haber bu noktayı da aydınlatıyor: 'Kaptan pilot tur atılırken yolcularla sürekli konuşup Antalya sahillerinin güzel manzarasını izlemelerini istedi.'

Nasıl bir pratik zekadır ki bu Tanrım, ince iniş hesapları içindeki pilot aniden turistik gezi atmosferi yaratarak yolcuları bir ruh halinden diğerine taşıyabiliyor?

Tabii bu kadar değil. Muhteşem bir finali var olayın. Haberde final şöyle aktarılıyor: 'Heyecan doruğa ulaşırken, uçak önce sağlam sağ tekerlekler üzerine indirildi, sonra da sol tekerlekler üzerinde denge kuruldu.'

İşte bu millet bunu başarmış bir millettir sevgili okuyucularım. Siz kolay mı sanıyorsunuz, Boeing 737-400'ü önce sağ tekerlek üzerine indirip sonra sol üzerinde denge sağlamayı?

* * *

MİLLETİN imkansızı başarma tutkusuna güvenimi pekiştiren bir başka olay da yine Doğan haber Ajansı mahreçli.

İzmir'deyiz. Olay Bornova'da geçiyor. Sabaha karşı Karakola, iki kilometre uzaktaki pazar yerinde kavga olduğu haberi geliyor. Tasarruf nedeniyle kısıtlı verilen benzinleri bittiği için ekip olay yerine koşarak gitmek zorunda. Ve polisler olay yerine koşuyorlar, ne yazık ki iki kilometre koştuktan sonra yeri buluyorlar ama olay sona ermiş oluyor. Fakat polisler durmuyor. O da ne? Geçmekte olan kamyonetin sürücüsü direksiyonda içki içiyor. Bu sefer kamyonetin peşinden koşuyorlar. Ve sonunda başarıyorlar, hızlanıp kamyonetin önüne geçiyor ve durduruyorlar içkili şoförü. Adamı göz altına alıyorlar.

Şimdi size sorarım sevgili okuyucularım, hangi polis böyle koşar? Arjantin polisi benzini bitince koşar mıydı acaba? Orada da kriz var.

* * *

EVET, Türk imkansızı başarır. Son haber de bunu pekiştiriyor. 'Adalet Bakanı Türk, Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel'in Hüsamettin Özkan ve Recep Önal hakkında hazırladığı fezleke ile yetkisini aştığını belirterek savcı hakkında soruşturma talimatı verdi.'

İşte imkansızı başaran bir Türk daha. Yolsuzlukların değil ama yolsuzluk iddialarının üzerine var gücüyle giden bir adalet bakanı örneği sunuyor dünyaya. Uçağı sağ tekerlek üzerine indirmekten de, içkili şoförü yakalamak için hareket halindeki kamyoneti koşup durdurmaktan da zor bir iştir bu, öyle demeyin.
Yazının Devamını Oku

İMF ve savunma bütçesi

10 Ağustos 2001
<B>MESUT Yılmaz</B>'ın, sadece içerde değil, Türkiye dışındaki itibarını da, <B>'askeri otoriteye baş kaldıran siyasetçi' </B>kimliğiyle yeniden kazanmaya uğraşması, Genelkurmay Başkanlığı'nın yanıtına kadar üzerinde fazla durulacak bir olay değildi. Ama Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklama tartışmayı, bir parti kongresinin platformundan ulusal düzeye taşıdı.

Genelkurmay bildirisinde, 'Üzerinde düşünülmesi gereken önemli konu, kişi ve kurumların üzerlerine düşen görevleri eksiksiz yapmak yerine başkalarına saldırarak sorumluluktan ve başarısızlıktan kaçma gayretleridir' deniyor.

Güneydoğu'da 15 yıl süren savaş, ardından 28 Şubat müdahalesinde kamuoyunun desteğine sahip olmak askerin ortak bilincinde Türkiye'nin gerçek sahibinin askerler olduğu inancını pekiştirdi. .

Genelkurmay bildirisinde de açıkça görüldüğü gibi asker, politikacıların üzerlerine düşen görevleri eksiksiz yapmadıklarına ve Türkiye'yi yönetemediklerine inanıyor.

Haksızlar mı? Hayır. Halk da onlarla aynı fikirde.

Ama bunun nedenini siyasette ve sadece bu işle uğraşan insanlarda aramak doğru değil. Sorunun nedenini siyasetin her on yılda bir asker*ı darbelerle kesintiye uğramasında ve toplumda siyaset bilincinin olgunlaşmamasında aramak gerekiyor.

Türkiye siyasetinin güdüklüğü, askerin on yılda bir siyasete müdahalesinden kaynaklanıyor.

Toplumsal muhalefet mekanizmalarının işleyerek, siyasetin özgürleşmesi ve Genelkurmay bildirisinde de belirtildiği gibi, 'kişi ve kurumların üzerlerine düşen görevleri eksiksiz yapabilmeleri' asker siyasetten elini eteğini çekene kadar mümkün görünmüyor.

* * *

GENELKURMAY bildirisinde İMF ile ilişkilere ve hükümetin bu konudaki yaklaşımına da ağır bir eleştiri var. 'Küreselleşme anlayışı, ekonomik teslimiyetçilik olarak benimseniyorsa...' deniyor.

Burada besbelli ki İMF ile ilişkiler kast ediliyor ve şu anda uygulanan program nedeniyle hükümete 'teslimiyetçi' deniyor.

Enteresan.

Acaba hükümet hangi noktada teslimiyetçi davranıyor? Özelleştirmede mi yoksa İMF'nin askeri harcamalar konusundaki ısrarlarını reddetmede mi?

* * *

EKONOMİK kriz, milli savunma giderlerini de etkiledi tabii ki. Herkes gibi asker kesim de kendi önlemlerini almaya çalıştı. Örneğin, bir buçuk ay önce Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Sanayii bütçesinin kullanımında daha fazla söz sahibi olmak için girişimde bulundu.

Milli Savunma Müsteşarlığı'nın bütçesinin kullanımıyla ilgili bir genelge taslağı hazırlandı ve Müsteşarlığın görüşleri istendi.

Milli savunma sanayiinin teşviki amacıyla kullanılabilen bütçenin son yıllarda ordunun bazı acil ihtiyaçları için kullanılmaya başlandığı zaten biliniyordu. Ama Milli Savunma Müsteşarlığı'nın harcamaları kanunla belirlendiğinden ve genelgelerle kanunlar değişmediğinden bu girişim sonuca ulaşmadı.

Konunun uzmanları, sivil kadrolarının çoğunu kaybeden ve asker kökenli kadroların ağırlık kazandığı müsteşarlığın bir kasa durumuna getirilmek istendiği yorumunu yaptılar.

Söyleyeceğim o ki, Türkiye'nin ekonomik sorunları ve İMF programı, sadece sivilleri değil, askerlerin de canını yakıyor.

Yolsuzluklara karşı hassasiyetin keskinleştiği bu ortak özveri ortamında herkes birbirini denetlerken, ordunun bu denetimin dışında kalması artık Türkiye'nin gerçeklerine uymuyor.

İMF'nin büyüteç altına aldığı askeri harcamalar tabii ki milleti de ilgilendiriyor.

Yılmaz, ulusal güvenlik konusunu tartışmaya afaki biçimde açacağı yerde, askeri harcamaların şeffaflığı ve denetlenebilirliği konusunu gündeme getirseydi, yaşadığımız ekonomik kriz koşullarının da dayattığı bir tartışmayı başlatan anlamlı bir çıkış yapmış olurdu.
Yazının Devamını Oku

Geri sayım

6 Ağustos 2001
<B>BİRGÜN</B> birileri geldi ve bizi uyandırdı.<br><br><B>‘‘Finito la festa!’’ </B>Eğlence bitti dediler. Parayı verirken, nasıl harcayacağımızın reçetesini de önümüze koydular.

Akıl, ders çıkartabilme yeteneğidir.

Yine birgün, yine birileri gelip ‘‘Bu oyun buraya kadar’’ demeden aklımızı başımıza alıp Kıbrıs meselesini düşünme ve gerçeği görme zamanı da geldi.

Ağustos Avrupa'da tatil ayı. Geçen hafta tatile çıkmak üzere hazırlık yapan Avrupalı diplomatlar ağız birliği etmişçesine aynı konular üzerinde durdular.

Özetle şunları söylüyorlardı: ‘‘Eylül ayından itibaren, Türkiye ile ilgili iki konu gündemimizde daha da ağırlık kazanacak.’’

Avrupalı diplomatların dikkat çektikleri konular Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları'nın oluşumunda Türkiye'nin çekinceleri nedeniyle sürecin tıkanması ve Kıbrıs.

* * *

AVRUPA, Kıbrıs konusunda kararını verdi. Kıbrıs'ı tam üyeliğe alacaklar. İlk dalganın başındaki ülkeler arasında Kıbrıs. ‘‘Bu konuda hiç kimse kendisini aldatmasın, sorun çözülmeden Avrupa Kıbrıs'ı almaz demesin’’

Bana sorarsanız, Avrupa hata yaptı. Tam üyelik görüşmelerinde Rumları muhatap kabul etmekle yetindi. Türklere bu görüşmelere katılma olanağı sağlayacak özel bir statü vermedi.

Türklerin iradesinin müfredat çalışmalarına yansıyıp yansımamasını umursamadı.

Ama, biz de bu süreci geri çevirecek, bırakın çevirmeyi, durduracak bir şey yapabildik mi?

Hayır. Yunanistan Kıbrıs'ı Avrupa Birliği'nin meselesi haline getirme stratejisini başarıyla hayata geçirirken, bizimkilerin izlediği politikalar ne kazanç sağladı?

Durum daha da kötüleşti. Kıbrıs sorununun çözümsüz kalması Türkiye'nin Avrupa Birliği içindeki durumunu daha da kritik hale getirdi. Türkiye, Avrupa ile üyelik görüşmeleri sırasında Yunan vetosunu aşsa bile, bu kez birçok konuda Kıbrıs Rumlar'ının vetosu ile karşı karşıya kalacak.

* * *

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, bu ayın 28'inde BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile Avusturya'da bir araya geliyor.

Denktaş, Kasım'da terk ettiği dolaylı görüşmelere geri mi dönüyor?

Başbakan Ecevit, ‘‘Her şeye rağmen diyalogdan yanayız’’ diyerek artık bir şeyler yapma zamanının geldiği sinyalini verse de Denktaş böyle bir izlenim bırakmak istemiyor.

Ama yanlış yapıyor. Bu pazarlık üslubunun etkisi yok artık. Hele de inandırıcılığını tamamen yitirmiş olan, gemileri yakma taktiği hiç etkili olmuyor.

* * *

NEW York'ta görüşmelerin yeniden başlaması halinde, Türk tarafının ilgisini çekecek öneriler hazırlandığı haberleri geliyor. AB içinde Türkler'e veto hakkı tanıma gibi.

Türkiye, Avrupa Birliği'nin ilerleme raporu yazılmadan önce, yani bu ay içinde Denktaş'ı görüşme masasına dönmesi için ikna etmeli, bunu gerekli gördüğünü yüksek sesle söylemelidir.

Kıbrıs konusu artık, göstermelik demeç ve girişimleri kaldıracak durumda değil.

Türkiye ve KKTC, çözümü isteyen taraf olduklarını gösterecek şaşırtıcı adımlar atarsa ancak pazarlık gücünü elinde tutabilir.

Yoksa yine bir gün birileri gelir ve bazı şeyleri dikte ederler.

O zaman da bunun hesabı fena sorulur. Kimlerden mi? Kıbrıs konusunda en ufak muhalefeti bile vatan hainliğiyle damgalayıp, bugüne kadar sadece kendi bildikleri politikaları, hiç bir şüpheye bile düşmeden uygulayanlardan.
Yazının Devamını Oku

Yılmaz ve Avrupa Birliği

5 Ağustos 2001
<B>MESUT Yılmaz</B>,<B> ‘‘Eğer ekonominin dümeni bizim elimizde olsaydı Türkiye bu hale gelmezdi’’</B> diyor. Avrupa Birliği dümeni onun elinde de ne oldu? Yılmaz, arada sırada Avrupa konusunda önemli konuşmalar yapmanın dışında Türkiye'de Avrupa Birliği iradesini yaygınlaştırmak için hangi liderliği gösterdi?

Bir yıl önceye dönelim. ANAP gurubunda önemli bir konuşma yapmıştı Yılmaz. Konuşmasında, ‘‘Türkiye'de birilerinin Kopenhag ve Maastricht kriterlerinin adını bile duydukları zaman uykularının kaçtığını’’ söylüyor, isim vermeden MHP'yi hedef gösteriyor, ‘‘Devlet olarak hálá bir kısım insanımızı tehlike olarak görmekte devam ediyoruz. Onların, özgürlükleri dahil sahip oldukları herşeylerini ellerinden almak istiyoruz’’ diyerek tabuların üzerine gidiyordu.

Ben de bu konuşmayla ilgili, ‘‘Yılmaz, Özal'ın Avrupa Birliği'ne tam üyelik başvurusuna sahip çıkarak Türkiye'nin AB ile entegrasyonunu en fazla isteyen parti kimliğini canlandırmayı hedefliyor’’ diye yazmış ve son kredimi açmıştım,‘‘Bu, Yılmaz'ın kurtuluş umudu olarak sarıldığı bir taktiği, bir strateji haline getirme girişiminin habercisi...Yılmaz'ın son barutu’’ demeyi de ihmal etmeyerek.

* * *

YILMAZ, başı her sıkıştığında Avrupa Birliği hedefinden ve demokrasiden söz etti.

Yukarıdaki konuşma da, Yılmaz ile ilgili olarak kurulan sekiz yolsuzluk komisyonu tarafından hazırlanan raporların Genel Kurul'da görüşülmesinden bir gün önceye rastlıyordu.

Koalisyon hükümeti en kritik dönemini yaşıyor, MHP'den Yılmaz'ın Yüce Divan'a gönderilmesi sinyalleri geliyordu.

O konuşmasında, ‘‘Devlet olarak, halkın oylarıyla ayakta duran siyasi partileri kapatmakta bir beis görmüyoruz’’ diyerek oylamadan bir gün önce Fazilet'e gül gönderiyor, o sırada Fazilet'in MHP'li Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp için verdiği gensoru önergesini desteklemeyeceklerini açıklayarak MHP'nin gazını alıyordu.

* * *

YILMAZ bütün barutlarını kullandı. Şimdi, 6 Ağustos sabahı itibarıyla başlayacak olan en yepyeni değişimde, yine yepyeni bir konuyla karşımızda olacağı haberini veriyor.

Ulusal güvenlik tabusu.

Yılmaz'ın bu konuda da yapacağı fazla bir şey yok. Orduyla ilgili her eleştirisinin, yolsuzluk soruşturmalarındaki bazı sıkıntılara denk geldiğini gösteriyor arşivler.

Kavramların içi böyle boşalıyor, Avrupa hedefi bu yüzden soluklaşıyor.

Avrupa Birliği ile Türkiye arasında bugüne kadar, kayda değer bir kriz çıkmadıysa bu, Türkiye'nin üyeliği konusunda Avrupa'nın acele etmemesinden kaynaklanıyor.

Evet MHP ve DSP Avrupa Birliği konusunda isteksiz. Böyle bir koalisyonla adım atmak zor.

Ama Yılmaz'ın da bu konuda partisinin iradesini hükümete ve topluma yansıtacak düzeyde kararlı bir liderlik sergilediği söylenebilir mi?

Avrupa Birliği portföyü, yürekten inanılan bir yol haritası, bir stratejiden çok, aleyhindeki girişimleri ‘‘Avrupa karşıtlarının intikamı’’ şeklinde sunmaya yarayan bir taktik silah görüntüsü veriyor Yılmaz'ın bir yıllık performansında.
Yazının Devamını Oku

Avrupa'yı rahatlatan karar

3 Ağustos 2001
<B>AVRUPA </B>İnsan Hakları Mahkemesi'nin Refah Partisi ile ilgili kararı, Türkiye için olduğu kadar Avrupa için de bir dönüm noktası oldu. Kararın etkisi bir gün sonra Almanya'dan gelen bir haberde kendisini gösterdi.

Berlin Eyaleti, Müslüman öğrencilere, cemaatler ve örgütler tarafından din dersi verebileceği yolundaki bir mahkeme kararı uyarınca bu işe talip olan Milli Görş yanlısı İslam Federasyonu'nun isteğini geri çevirdi.

İslam Federasyonu bir yıl önce, Berlin Yüksek İdare Mahkemesi'ne başvurarak, Müslüman öğrencilere cemaatleri tarafından din dersi verilmesini istemiş ve mahkeme bu isteği haklı görüp kabul etmişti.

Bu karar Almanya'da büyük tartışmalara yol açtı.

Din eğitimi bir haktı ancak, yetişme çağındaki çocukları şeriatçı örgütlerin eline terk etme fikri başta birçok Türk aile olmak üzere Berlin'deki yöneticileri de endişelendiriyordu.

Tartışma, Berlin Eğitim Bakanlığı'nın önceki günkü kararına kadar devam etti.

Berlin eyaleti Eğitim Bakanı Klaus Böger, önceki gün yani AİHM kararından bir gün sonra, İslam Federasyonu'nun okullarda din dersi veremeyeceğini açıkladı.

Gerekçe şöyleydi. Kendilerine verilen müfredatın içeriği ile anayasal gerçeklerin nasıl bağdaştırılacağı konusunda açıklık yoktu.

Daha da önemlisi, ‘‘ders programı kadın erkek eşitliğini içermiyor’’du.

Eğitim Bakanı Klaus Böger, ‘‘İslam Federasyonu aydınlanma çağının gerekleri olan değerleri kabul etmek zorundadır. Demokratik değerlerde kısıtlamaya gidilemez’’ dedi kararla ilgili açıklamasında.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile ilgili olarak fikrine başvurduğum bir batılı diplomat, bu karardan sonra Avrupa'nın da artık olayları daha net değerlendirebileceğini söylüyordu.

Yani Refah Partisi'nin kapatılmasının, insan hakkı ihlali olmadığını söyleyen karar Avrupa için yeni bir referans oluşturuyor.

İslamiyetin ikinci din haline geldiği Avrupa açısından bu çok önemli.

Şeriat ve demokrasi bağdaşamaz. Avrupa bu konuda kararını verdi.

* * *

ŞİMDİ sıra, Türkiye'de bugüne kadar din ve siyaset alanlarını karıştırmış olanlarda.

Özellikle de, Tayyip Erdoğan etrafında toplanan hareket açısından bu karar bir turnusol kağıdı niteliğindeydi. Ama onlar, bu fırsatı değerlendiremediler.

Çünkü bu, Refah Partisi geçmişlerini inkár etmek anlamına gelirdi. Bunu göze alamadılar. AİHM kararını eleştirdiler.

Arınç'ın, mahkeme yargıçlarının etki altında kaldığı açıklaması, Gül'ün AİHM'ye güveninin sarsıldığını söylemesi, Erbakan'a baş kaldırılarıyla bile bağdaşmıyor.

Üstelik de, Kıbrıs'ta Louzidou davası, Kürt partilerinin kapatılması gibi kararları nedeniyle mahkemeyi topa tutup, Refah kararı nedeniyle onu baştacı edenlerle yakınlıklarını ortaya koyuyor.

* * *

ROBİN Wright, Amerikalı bir kadın gazeteci. Doğan Kitap'tan yayınlanan, ‘‘Son Büyük Devrim, Humeyni'den bugüne İran’’ adlı kitabında İran'daki tartışmaların, ‘‘ 50'den fazla ülkeyi kapsayan ve demokratik reform rüzgarına karşı koyan en son blok’’ diye nitelediği İslam dünyasındaki değişimin motoru olduğunu yazıyor. ‘‘İnanmak için özgür olmak, sonra da o özgürlüğü kaldırmak büyük çelişki’’ diyen reform teorisyenlerinden Abdülkadir Süruş'un tutuculara karşı mücadelesinin İslam dünyasındaki öncü rolüne değiniyor.

Oysa bu yolu ilk açan Türkiye. Erdoğan ve arkadaşları, geleneksel seçmenlerine şirin görünmek yerine onları değiştirme cesaretini gösterdikleri ölçüde, köklü bir değişim hareketi olma fırsatını yakalayacaklar.
Yazının Devamını Oku