Ferai Tınç

Sorunları klonlamaktansa çözüm yollarını zorlamak

3 Aralık 2001
<B>YİNE</B> kritik bir ay, yine kritik bir dönemeç. Bu ay, Türkiye-Avrupa ayı. Yarın, iki yıldan sonra ilk kez Kıbrıs'ta Denktaş ile Klerides bir araya geliyor. Aynı gün ilerleyen saatlerde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell Ankara'ya inecek. Gündüz ise, AB dönem Başkanı Belçika'nın dışişleri bakan yardımcısı, çantasında on gün sonra Laeken'de yapılacak zirveye sunulacak Avrupa ordusu kararının taslağı ile Ankara'da temaslarda bulunacak.

ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, sadece bunları konuşmak için gelmiyor tabii. Ama Kıbrıs ve Avrupa ordusu AGSP, bu ziyaretin en önemli konuları arasında. Çünkü Türkiye-AB ilişkileri Akdeniz'in istikrarı açısından önem taşıyor.

Türkiye'nin itirazı nereye kadar devam edebilir?

Eğer, Türkiye Avrupa Birliği'nin NATO olanaklarından yararlanmasına karşı tavrını sürdürürse, Avrupa'nın kendi bağımsız ordusunu kurma süreci başlayacak.

Washington bunu istemiyor. Ama güçlü bir savunma sanayiine sahip olan Fransa ve bazı AB üyesi ülkeler baştan beri, NATO'dan bağımsız, Washington'un gölgesi dışında bir savunma gücü oluşturmakta ısrar ettiler.

Son gelinen noktada, Türkiye'yi rahatlatacak bazı sözler verildi.

Avrupa ordusunun Kıbrıs'a gönderilmemesi, NATO olanaklarının ittifaka üye ülkeler arasındaki sorunlarda kullanılmaması.

Ama bu sözler, diğer bir NATO üyesini, Yunanistan'ı ayağa kaldırdı. Atina, Avrupa ordusunun Kıbrıs'a müdahalesi engellendiği takdirde, NATO'da veto kullanacağını açıkladı.

Sorun, taraflardan hiçbiri açısından çözülmüş değil.

Bu da Türkiye için bir fırsat yaratabilir. Çözümsüzlükte ısrarcı taraf olmaktansa, verilen sözlerin güvencelerini alıp, NATO içinde veto kullanma sevimsizliğini, sonuçtan memnun olmayanlara ikram edebilir.

* * *

DENKTAŞ iki yıl aradan sonra yarın Klerides ile yüz yüze görüşüyor. Umuyorum, iki lider Kıbrıs sorununu her zaman olduğu gibi bu kez de klonlayıp çıkmazlar karşımıza.

Bu, en fazla Türkiye ve Kıbrıs'lı Türklerin çıkarlarını zedeliyor.

Denktaş'ın ne masadan kalkışları, ne de geri dönüşleri bir yarar sağlıyor.

Zaman kaybediliyor.

Oysa, görüşme süreci başlasa, Avrupa Birliği Kıbrıs ile gerçekten uğraşmaya başlayacak.

Bir örnek. Avrupa Birliği adaylarla yaptığı görüşmelerde bazı ayrıcalıklar tanıyor. Kıbrıs için de dolaşım özgürlüğü, mal edinme özgürlüğü konularında bazı ayrıcalıklar tanınacağını söylemeye başladı Brüksel.

Yani AB müktesebatı, çözüm koşullarının önüne geçmeyecek. Cardiff Zirvesi'nde, 1998'de tam ters yönde alınmış bir karar var. Orada çözümün AB normlarına ve ilkelerine tabii olacağı belirtiliyordu.

Brüksel geri adım atıyor. Bu şimdi fısıltı halinde ortada dolaşıyor. Ama, bunlar Türk tarafının tutabileceği, üzerine gidip sahip çıkabileceği halkalar.

İşte o zaman, Kıbrıs Avrupa için gerçekten sorun olacak. Atina ve Kıbrıs'ta gürültü kopacak.

Türk tarafını, 'uzlaşmaz' diye damgalayıp geçmek, 'çöz' baskısını sadece Türkiye'ye yöneltmek kolay olmayacak.

Türkiye'ye tam üyelik hedefi gösterilmeden, Türkiye ile Yunanistan arasında eşitlik sağlanmadan, Akdeniz'de istikrarın mümkün olamayacağı daha iyi anlaşılacak.

Yok, eğer hiç sorun çıkmaz ve Türk tarafını rahatlatacak çözümler hızla bulunabilirse daha iyi değil mi?

Çözüm yollarını zorlamak, sorunları klonlamaktan, her durumda daha yararlı olacak.
Yazının Devamını Oku

Kendine yolculuk

2 Aralık 2001
BOSNA'dakiler, Kosova'dakiler gibi Afgan kadınları da resimlerde arşive kalkacak diye korkuyordum. Dün aynı endişeyi paylaşan birçok kadınla bir araya geldim. Sanatçının yeri bambaşka ve ne kadar önemli. <B>Ayla Algan </B>bir tek sözüyle Afgan kadının sorunlarına sahip çıkmanın neden önemli olduğunu anlatıverdi. 'Onlara vereceğimiz destek, aslında bizim kendi içimize bir yolculuktur.'

Dün, bu yolculuğa birlikte çıktık. Marmara Grubu'nun çağrısı üzerine, altı kadın kuruluşunun temsilcileri, ANAP ve DSP milletvekilleri ve çeşitli mesleklerden kadın ve erkekler çok kısa bir zaman içinde toparlandılar. Afganistan'da kurulacak olan yeni yönetimde kadınların 'görülür' biçimde yer alması için, dün dünya çapında yapılan harekete destek verdiler ve bundan sonra izlenecek yol için bir aksiyon planı hazırlama kararı aldılar.

Gönüllü kuruluşların, siyasi mekanizmanın ağırlığına karşın bu denli hızlı hareket etmesinin nedeni kendi içine yolculuk ihtiyacından kaynaklanıyordu.

Türkiye'de en fazla kadınlar, kazanılan hakların hiçbir güvencesi olmadığının bilincindeler. Kafalar değişmedikçe kazanılan haklar da kağıt üzerinde kalır ve hayat, hiçbir şey değişmeden devam edip gider.

Dünkü toplantıda, genç kadın gazeteciler en çok bu soruyu sordular. 'Afganistan'da yeni kurulacak yönetime en az 12 kadının girmesi istenirken, bizim hükümetimizde bir kadın bile olmaması rahatsız etmiyor mu?'

İşte kendine yolculuk.

Demek, Taliban'ın yaptığı gibi Müslümanlığın cinsiyet ayrımcılığında kullanılmasından kurtulmuş olmak, laikliğin nimetlerini yaşıyor olmak yetmiyor.

Siyasette yoksan, kazandığın hiçbir hakkın garantisi de yoktur.

Siyasette yoksan, ekonomik krizler, çatışmalar, savaşlar önce senin kafanda patlar. Bedelleri önce sen ödersin.

Ve ne laiklik umurundadır ne de burkalar.

Aynı Afganistan'da olduğu gibi.

* * *

AFGANİSTAN'da Sovyet işgali öncesi kadın vardı. Parlamento'nun yüzde 15'ini, eğitim kadrolarının yüzde 70'ini, kamu görevlilerinin yüzde 50'sini, doktorların yüzde 40'ını kadınlar oluşturuyordu.

Yani, bazılarının sandığı gibi tecrübesiz ve cahil bir topluluk değil Afgan kadınları.

Soğuk savaş dengelerinin Afganistan üzerinde kırılmasıyla fışkıran mülteci kamplarında yetişen çocukların kurduğu Taliban'ın esiri olmaktan hiçbir şey kurtaramamış onları.

Her yerden dışlanmışlar. Ve hala, bugün, yeni yönetimle ilgili olarak Bonn'da yapılan görüşmelerde bile fazla yer yok onlara. Sadece vitrinde bir ya da iki yer dışında.

Kabil'de, sokağa çıkmaları, gösteri yapmaları yasaklanıyor, evden çıkmalarına hala hoş bakılmıyor.

Demek, demokrasi ve insan haklarıyla ilgili kazanımların hiçbiri kalıcı değil. Bu haklar bir kere kazanıldıktan sonra geri alınamaz ya da kaybedilemez diye bir garanti de yok.

İşte bu yüzden kadınların siyasette, sembolik değil ama etkili biçimde var olmaları, hayatın dengesi ve uyumunun en önemli garantisi. Demokrasi ve insan haklarının temel koşulu.

Afgan kadınları için çıkılan bu yolculuğun yarattığı sinerjiden yararlanalım. Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı kazanmasının 67'inci yıldönümü olan 5 Aralık'ı her yerde eğlencelerle kutlayalım.

Soralım, sorgulayalım.
Yazının Devamını Oku

Özgürlük dayanışması

30 Kasım 2001
<b>TÜRKİYE</B> ses verdi. Afgan kadınların, ülkelerinin yeniden yapılanmasında etkin olmaları için Türkiye'de kadınlar da harekete geçti. Yarın, Türkiye'nin birçok bölgesinde, dünyanın 98 ülkesinden binlerce kişinin katılacağı barış orucuna Türk kadınları da destek veriyor.

DSP Milletvekili Gönül Saray, ‘‘Kadın kimliğimle dayanışma için katılıyorum; Politikacı kimliğimle, Türk kadınlarının dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemin dışında kalamayacağına inandığım için katılıyorum; Müslüman kimliğimle, dünya Müslüman kadınlarına laikliğin, kadın hakları ve demokrasi açısından da vaz geçilmez olduğunu gösterebilmek için katılıyorum.’’ dedi.

* * *

ANAP kadın milletvekilleri ve MKYK kadın üyeleri, ANAP Tunceli il teşkilatı, KADER, Marmara Grubu İnsan Hakları Platformu, sanatçılar ve çok sayıda kadın örgütü temsilcileri de yarın kendi bölgelerinde Afganistan kadınının mücadelesine destek için toplantılar düzenleyecekler.

İtalyan Radikal Parti Başkanı ve Avrupa Milletvekili Emma Bonino'nun çağrısı üzerine cumartesi günü dünyanın önde gelen politikacıları ve sivil toplum temsilcileri bu harekete katılıyor. Benazir Butto, Butros Gali, Desmond Tutu, Rigoberta Mençu, Bernard Kouchner, Felipe Gonzalez gibi tanınmış isimlerin yanı sıra Hırvatistan, Arnavutluk ve Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanları, Fransa Eğitim Bakanı, sanatçılar, Nobel ödüllü bilim adamları da var 98 ülkeden 4699 kişi arasında. Bunların 445'ini de 20 ülkeden parlamenterler oluşturuyor.

TÜRKLERİN DESTEĞİNE İHTİYACIMIZ VAR

ŞÜKRİYE Haydar
, Taliban Yönetimi'nin uluslararası platformda tanınmasını engelleyen en etkili hareketlerden Afganistan Kadın Dayanışması Hareketi NEGAR'ın başkanı. Dün, geçici yönetim toplantılarının sona ermesinden sonra düzenleyeceği basın toplantısı için gittiği Bonn'da kendisine telefonla ulaştım.

Haydar'a, Türkiye'de de kadınların harekete geçtiğinden söz ettim. ‘‘Türkiye büyük bir Müslüman ülke. Türk kadın ve erkeklerinin desteğine çok ihtiyacımız var’’ dedi.

Afgan kadınlarının tek meselesi burkalar değil. Ama burka, kadının zorbalıkla toplumsal hayatın dışına atılmasının sembolü. Afgan kadını çok daha temel bir konuda hakların elde edilmesi konusunda destek istiyor.

‘‘Bizim isteğimiz anayasal haklara kavuşmak. Yeni anayasa çalışmaları bir ay sonra başlayacak. Biz, demokratik haklarımıza layıkiyle kavuşabilmek için bu süreçte kadınların da yer almasını istiyoruz.’’

Afgan kadınlarına destek özellikle bu dönemde çok kritik bir önem taşıyor. Bir insanlık sınavı bu. Kadınlar, Taliban'a karşı zaferin bir simgesi, bir kamuoyu oluşturma malzemesi olarak kullanıldıktan sonra unutulacaklar mı?

Yoksa, ülkelerinin kaderinde etkili olabilmeleri için gerçekten desteklenecekler mi?

Şimdilik haberler pek parlak değil. Geçici yönetim toplantılarına birkaç kadın zar zor dahil edildi. Afganistan'da kadınların korkuları sürüyor, bazı kurtarılmış bölgelerin yerel seçimlerinde oy kullanmalarına yine izin verilmedi.

Bu da Afgan kadınlarının desteğe, dayanışmaya ihtiyaçlarının çok acil bir sorun olduğunu ortaya koyuyor.

Müslümanlığın, kadın özgürlüğü önünde engel teşkil edecek bir kültür olmayabileceğini kanıtlamak, toplumun dışına itilmek Müslüman kadınların kaderi olmadığını göstermek için Afganistan kadınlarıyla dayanışma sadece Türkiye kadınlarının değil ama erkeklerinin de bir uygarlık meselesidir.
Yazının Devamını Oku

Fotoğraflardaki kadınlar

26 Kasım 2001
<B>1990</B>-2001. On yıl içinde yaşanan savaşlara dönüp baktığımızda, anılarımızın albümünde ilk sırayı kadın resimleri alıyor. Keskin nişancıların hedefinde, güzel yüzlerinden rujlarını eksik etmeyen Bosnalı kadınlar. Saraybosnalı bir kadın, bu süsün nedenini şu sözlerle açıklamıştı: ‘‘Yabancı basın burada. Resimlerimizi çekiyorlar. Dünya bizi bakımsız görmesin. Teslim olduğumuzu sanmasınlar.’’

Savaşa direnişin sembolüydü makyajları.

Fotoğrafları dünya basının baş köşelerinden inmedi uzun süre.

Kosovalı kadının, çocuklarıyla yollara dökülüşünün resimleri de Miloşeviç'in baskı politikalarının sembolü haline gelmişti.

Bağdatlı kadının, açlıktan ölen çocuklarının baş ucundaki çaresizliğini yansıtan fotoğrafları etkileyici görüntülerdi.

Resimlerde kaldılar.

Şimdi sıra Afgan kadınlarında.

En güzel gözlüleri, en güzel gülüşlüleri askeri harekatın başarı sembolü olarak Afganistan haberlerinin vaz geçilmez kenar süsleri. Onlar da mı resimlerde kalacak?

* * *

AFGAN kadını, Taliban yönetimi altında kadınlık tarihinin en büyük haksızlıklarından birine uğradı. Cinsiyet ayrımcılığının, kadınları hayatın dışına itiverecek boyutlara ulaşabileceğini gösterdi insanlığa.

Bu deneyimin mesajını alan kadınlar, Afganistan için kolları sıvadılar.

Geçen hafta, Amerikan Kongre ve Senatosu üyesi bir grup kadın, feminist örgütlerle birlikte, Afganistan'ın yeni yönetiminde kadınlara da yer verilmesi için harekete geçtiler.

Bu kadınlar, Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile görüşüp Afgan kadınlarının ülkenin yeniden inşaasında mutlaka yer almaları için baskı yapıyorlar.

Dışişleri Bakanı Colin Powell, 20 Kasım günü Beyaz Saray'da düzenlediği basın toplantısında, ‘‘Afgan kadınları yönetimde mutlaka yer alacaklar. Bunun pazarlığı yapılamaz’’ derken, salonun bir köşesinde feministler ve kadın politikacılar onu dikkatle izliyorlardı.

Böyle bir kadın baskısı var şimdi Amerikan yönetimi üzerinde.

İtalyan Radikal Parti Başkanı Emma Bonino, daha savaşın ilk gününden beri, Afganistan'ın yeniden yapılandırılmasında kadınların her platformda temsil edilmeleri için kampanya açtı. Dünyayı ayağa kaldırıyor. İtalyan gazeteleri Bonino'nun kampanyasına destek veriyor.

Bu mücadelede Türkiye sessiz mi kalacak?

* * *

PARLAMENTODA tık yok. Yeni medeni yasayı halka anlatmak için kadınlardan oluşan bir parlamento heyetini halkın arasına salamayan bir siyasi hareketsizlik atmosferinde, Afgan kadınının ülkesinin geleceğinde rol oynaması için duyarlılık beklemek saflık, biliyorum.

Ama Afgan kadının hakları için uluslararası mücadele platformlarında yer almanın, Afganistan'a asker göndermekten daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki kadınların, kadın örgütlerinin harekete geçmelerini istiyorum. Seslerini yükseltmelerini bekliyorum.

Kadınların, fotoğraflarıyla birlikte arşivlere kalkmamaları için.
Yazının Devamını Oku

Fatura hepimize

25 Kasım 2001
<B>AVRUPA</B> Komisyonu kulislerinde, genişlemeden sorumlu komiser Bay<B> Verheugen</B> için<B> ‘‘kendisini her zaman en doğru biçimde ifade edemez’’</B> denir. Bu, Alman politikacının patavatsızlığının diplomatik dilde ifadesidir.

Türkiye'de, Kıbrıs ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, hele de Türkiye Büyük Milet Meclisi'nin, konuyu kapalı bir oturumda ele aldığı gün Bay Verheugen'in, ‘‘Türkiye, Ada'da daha fazla bedel ödemeyecek. Denktaş yalnız kalacak’’ demesi de bunun kanıtıdır.

Tam bir patavatsızlık örneğidir.

Eğer provokasyon değilse tabii.

* * *

TÜRKİYE, Cumhuriyet'ten sonra tarihinin en köklü değişim sürecini yaşıyor.

Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bu ülkenin, Avrupa kriterlerine uymak için verdiği mücadele, Doğu Avrupa ülkelerinin deneyimleriyle karşılaştırılamaz.

Bu, müktesebat uyumu ile sınırlanamayacak kadar derin bir uyum çabası sürecidir.

Kültürler arası uyumu sağlamlaştıracak zihinsel dönüşümün yaygınlaştırılması deneyimidir.

Bunun altını çizmekteki maksadım, Türkiye'de AB normlarına uymakta isteksiz davranan çevrelerin haklı olduğunu söylemek değil.

Türkiye'ye ayrıcalık tanınması da değil.

Amacım, Türkiye-AB ilişkilerinin kaderini etkileyenlere sorumluluklarını hatırlatmak.

Çünkü onlar Türkiye medyasını ne kadar titizlikle izliyorlarsa, Türkiye medyası da onların ağızlarından çıkanı dikkatle takip ediyor.

Eğer kasten yapılmadıysa, Verheu- gen'in sözleri, görevinin ağırlığıyla bağdaşmayan sorumsuzluk teşkil ediyor.

Denktaş ve Avrupa'ya şüpheyle bakan çevrelerin tezlerini kuvvetlendiriyor.

Daha da önemlisi, Kıbrıs sorununun çözülmesi gerektiğine inananların çabalarını torpilliyor.

İnsan kendisini, top kurtarmak için öne çıktığında gol yiyen kaleci gibi hissediyor.

* * *

SORUNLARA soğuk savaş döneminin düşünce kalıplarıyla çare bulmak mümkün değil artık.

Kıbrıs sorunu da öyle.

Verheugen, önceki gün Frankfurt'ta yaptığı ve dün bizim gazetede manşet olan konuşmasında, ‘‘Türkiye Kıbrıs sorununu çözmezse ödeyeceği bedel yüksek olur’’ demiş.

Dışişleri Bakanımız İsmail Cem de, ‘‘Türkiye yüksek bedel ödemeye hazırdır’’ diyor. Sözleri destek de buluyor.

Bırakalım bedel ödemeyi, bedel ödetmeyi. Bunlar, soğuk savaş dilleri.

Verheugen'in ve onun gibi düşünenlerin, birimiz bedel öderken, diğerimizin arkasına bakmadan masayı terk edebileceğini sanmamalılar.

İyi yönetimin de kötü yönetimin de faturası hepimize çıkıyor. Patavatsızlıkların olduğu gibi.

Bedelleri birlikte ödeyeceğiz. Çünkü artık hesaplar ortak.
Yazının Devamını Oku

AB'ye yanıt on gün içinde değişti

23 Kasım 2001
<B>AVRUPA</B> Birliği'nin 13 Kasım'da, yani geçen hafta yayınladığı Türkiye ile ilgili ilerleme raporuna ne yanıt verdik, bilin bakalım. Bilemezsiniz çünkü Cumhurbaşkanımızın, Hükümetimizin, Hükümetimizin içindeki her partimizin, hatta sevgili okuyucularım, aynı partimizin, aynı liderinin aynı hafta içindeki tavırları farklı farklıydı.

Avrupa Birliği'nden sorumlu bakan olarak ANAP Lideri Mesut Yılmaz, İlerleme raporu yayınlandıktan hemen sonra 13 Kasım'da yaptığı açıklamada, ‘‘Eleştirilerin önemli bir kısmı, açık yüreklilikle söylüyorum ki, maalesef doğrudur’’ diyordu.

‘‘Rapor mümkün olduğunca objektif verilere dayandırılmıştır’’, ‘‘Türkiye AB'ye uyum yolunda başta Anayasa değişiklikleri olmak üzere bazı önemli adımlar atmış olmakla birlikte, henüz Kopenhag kriterleri tam olarak karşılanabilmiş değildir.’’ Bu sözler de Yılmaz'a aitti.

‘‘Gelişme trendini gölgeleyen münferit olayları ise yakından izliyor ve hükümet olarak gereken tedbirleri alıyoruz’’ sözleri Hükümet'in Brüksel'e yanıtı niteliğindeydi.

* * *

AVRUPA Birliği'nden sorumlu bakanın, ‘‘gereken tedbirleri alıyoruz’’ diye biten bu açıklamasından sonra işlerin ne yönde gelişmesini beklerdiniz?

Öncelikle uyum yasaları üzerinde çalışmanın hızlandırılması ve bizim bugün bunları tartışıyor olmamız gerekirdi değil mi?

Ama geriye dönüp on gün içinde yapılan açıklamaları alt alta sıraladığımızda çok farklı bir tablo çıkıyor karşımıza.

Bu tablo, Türkiye'nin Avrupa Birliği iradesindeki zaafları da açıkça ortaya koyuyor.

Yılmaz'ın ilk açıklamasına yanıt, Bahçeli ve Ecevit'den hem de ağır biçimde geldi.

‘‘Bu eleştirilerin haklı bulunmasının, Ulusal Program'da ortaya konulan siyasi iradeyi sekiz ay sonra sorgulamak anlamına geleceği açıktır’’ dedi Bahçeli.

Ardından, ‘‘AB yanında saf tutan çarpık kafalar’’ı eleştirdi:

‘‘Sorun birilerinin zannettiği ya da bilinçli olarak takdim ettiği gibi ülkemizin AB kriterlerine uyup uymama meselesi değildir. Esas mesele AB Yönetimi'nin kapılarını ülkemize açma niyetinin düzeyi ve buna hazır olup olmamalarıdır.’’

Bu arada Başbakan Ecevit, ‘‘AB'nin istekleri kabul edilir de Türkler ve Rumlar Ada'da bir arada yaşamak zorunda bırakılırsa, Türk Barış Harekatı'ndan önceki soykırımın daha ağırlarıyla karşılaşılacaktır.’’

Cumhurbaşkanı Sezer, ‘‘Rapor objektiftir. Türkiye Kopenhag kriterlerine uymak zorundadır’’ derken, Başbakan AB'nin isteklerinin kabul edilemeyeceğini açıklıyordu.

* * *

TÜRKİYE'nin AB raporuna çelişkili yanıtları bu kadarla kalmadı. İlk açıklamasından tam dört gün sonra Mesut Yılmaz şaşırtıcı bir geri adım attı.

Yılmaz, Türkiye Genç İşadamları Derneği'nin düzenlediği ‘Yes For Europe Forumu’nda yaptığı konuşmada, ‘‘Biz Avrupa Birliği'nin hükümlerinde adil olmasını istiyoruz’’ diyordu‘‘AB, adaylar arasında eşit davranmalı’’ydı.

Sanki dört gün önce ‘‘AB'nin eleştirileri doğrudur. Rapor objektiftir. Türkiye Kopenhag kriterlerini henüz karşılayamamıştır’’ diyen o değildi.

* * *

SORUYORUM. Sizce Türkiye'nin AB raporuna yanıtı ne oldu?
Yazının Devamını Oku

Türkiye için asla

19 Kasım 2001
Seve seve ne yapmamız gerektiğini pek anlayabilmiş değilim ama Türkiye için nelerin asla yapılmaması gerektiğini biliyorum. Bizim gazetenin dünkü Pazar ekinde Doğan Uluç'un New York notlarını okudunuz mu?

Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in BM Genel Kurulu'ndaki konuşması sırasında yaşanan skandalı anlatıyordu Doğan Uluç.

Dünyanın gözü, BM'nin geçen hafta yapılan terörizm konulu 56'ıncı genel kurulundaydı.

11 Eylül sonrası dönemde Türkiye için bir fırsattı bu toplantı. Hem sesini duyurması açısından hem de terörizme karşı mücadeleye Türkiye'nin fikir katkısını sunması açısından önemli bir fırsat.

Ama Genel Kurul'a katılan 189 üye ülkenin temsilcileri Türkiye Dışişleri Bakanı'nın konuşması diye dağıtılan metni gözleriyle takip etmeye kalktıklarında müthiş bir şaşkınlık yaşanıyor. Çünkü, Cem'in konuşması yerine Büyükelçi Kurtuluş Taşkent'in başka bir salonda yapılan nükleer test yasaklama konferansı için hazırladığı konuşma dağıtılmış.

Düşünebiliyor musunuz, zaten konuşma New York'ta uçak düştüğünü haber veren anonsla yarıda kesilmiş, bir de üstelik insanlar önlerinde duran kağıtlarda yazılanı anlamaya çalışırken, bambaşka şeyler işitiyorlar kürsüden. Kaç kişi Bakan'ın ne söylediğini anlamıştır acaba?

Bununla da kalmamış New York macerası, İsmail Cem'in Peres ile görüşürken Arafat'ın şerefine verilen davete katılmaması da merak uyandırmış. Türklerin 11 Eylül sonrasındaki yeni durum ile ilgili ne dediklerini merak eden uluslararası medya da, konuşacak ilgili bulamamış.

Orada bunlar yaşanırken bizim kafamızda çok farklı bir imaj oluşuyor. Yansıyan haber ve görüntüler çok farklı.

Ne diyor manşetler? ‘‘Türkiye'nin önemi arttı’’, ‘‘Kıbrıs için sert mesaj’’, ‘‘AB olmasa mahvolmayız’’, ‘‘Kimse Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye'yi saf yerine koymasını beklemesin!’’

Doğan
Bey'in notlarını okumasaydım, bunları öğrenemeyecek, gurur ve övünç içinde saf saf oturacaktım.

Demek ki, tepeden tırnağa, yöneticisinden gazetecisine, her kademede asla yapmamamız gereken şeylerden biri de bu.

Türkiye için asla, işimizi yarım yamalak yapmamalıyız.

* * *

AFGANİSTAN operasyonu neden bu kadar hızla sonuca ulaşıyor? Bu sorunun yanıtı dün Washington Post Gazetesi'nde yer alan bir haberle geldi.

Çünkü CIA, harekattan önce çok gizli ve çok özel bir savaş timi göndermiş Afganistan'a. Özel Faaliyet Tümeni adı verilen bu güç, emekli askerlerden oluşuyor, üniforma taşımıyorlar, bölgesel güçlerle ilişki içindeler. Hava operasyonuna ve Kuzey İttifakı'nın kara harekatına doğru hedefleri göstererek katkıda bulunuyorlarmış.

Bir başka önemli görevleri de, insani yardımın nerelere yapılaması gerektiği konusunda bilgi vermek.

Ama benim dikkatimi en çok çeken konu şu. CIA, 18 aydan beri Taliban ve Kuzey İttifakı içindeki çalışmalarını derinleştirmiş. Özel gücün başarısının önemli bir bölümü de bu çalışmaya bağlı.

Özel Faaliyet Timi, Afganistan'a, hava operasyonları başlamadan önce, 27 Eylül'de giriyor.

Bu tarihe dikkatinizi çekmek ve İsmail Cem'in Ekim başında Washington'a yaptığı ziyareti anımsatmak istiyorum. O ziyarette, Cem ABD Başkan Yardımcısı Cheney ile de görüşmüştü. Bu görüşmeyle ilgili biz gazetecilere söylenen ve kamuoyuna yansıyan şuydu: Türkiye, Afganistan'da çok deneyim sahibi olduğu için kendisine o bölgenin özellikleri anlatılmış, Cheney de bunları, özellikle de Türkiye'nin insani yardım konusundaki deneyimlerini büyük bir ilgi ve merakla dinlemişti.

Bize böyle aktarılmıştı. Biz de inanmıştık. Anılarımızı tazelemiş, Afganistan'ın bize Atatürk'ün vasiyeti olduğunu bile hatırlamıştık.

İşte sevgili okuyucularım Türkiye için artık asla yapmamamız gereken bir başka şey de bu. Gerçekle ilişkilerimizin zedelenmesine izin vermemek.

Türkiye için asla gerçekle bağdaşmayan başarı öyküleri üretmemeli, dinlememeli, onların sıcak rehavetine kapılmamalıyız.

Gerçeğimizi değiştirmek, ileri götürmek için çok çalışmalıyız. Bunu seve seve yaparım.
Yazının Devamını Oku

Irak gündemde

9 Kasım 2001
‘IRAK, önümüzdeki dönemde gündeme gelebilir mi?’ Şu günlerin en çok tartışılan sorusunu, Körfez Savaşı'nın başında ABD'nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yapmış olan Morton Abramowitz'e soruyorum.Ve yanıtı hemen alıyorum. ‘‘Irak, gündemde bile.’’Kriz bölgelerinde etkili roller üstlenen sivil toplum örgütü Uluslararası Kriz Grubu yöneticisi sıfatıyla bu hafta başında Türkiye'ye gelen Abramowitz, baba Bush ile olduğu gibi oğul Bush ile de dirsek temasında.Büyükelçi Abramowitz ile on yıl öncesine gidiyoruz. Körfez Savaşı'na.‘‘Özal’’ diyor Abramowitz, ‘‘Diğer bütün liderlerden önce Saddam hakkında doğru fikirlere sahipti. Saddam Hüseyin'in bölge açısından büyük tehlike olduğunu bizden çok daha önce görmüş ve bunu Körfez Savaşı'ndan çok daha önce George Bush'a söylemişti.’’O görüşmeyi çok iyi anımsıyor Abramowitz, çünkü kendisi de oradaymış. Özal, Saddam'ın bölgedeki petrol kaynaklarını kontrol etmek istediğini bu amaçla Kuveyt'i işgale kalkışabileceğini ve bunun da bir felaket olacağını söylemiş. ‘‘Özal'ın bunları söylediği dönemde, 1990 yılının başında, biz Saddam ile ilişkilerimizi geliştirmeye uğraşıyorduk. Oysa Özal, Saddam'ın dünya için tehlikeli bir adam olduğunu daha o zaman söylemişti.’’‘‘Dün Ankara'ya giden Abramowitz, Özal'ı mı özlüyor?’’ diye içimden geçirirken emekli Büyükelçi devam ediyor.* * *‘‘SADDAM'ın dünya için hálá bir tehlike olduğunu düşünüyorum.’’Bir gün önce Ankara'da Başbakan Ecevit, Dışişleri Bakanı Cem ve diğer yetkililerle bir araya gelerek nabız tutmuş olan emekli Büyükelçi, acaba Özal ile Ecevit hükümetinin Irak konusundaki yaklaşımları arasındaki farka mı dikkat çekmek istiyor?‘‘Evet, bence Saddam dünya için hálá bir tehlike. Kitle imha silahlarına sahip. Ona nasıl davranılacak henüz belli değil, görüş farklılıkları var. Türkiye'de de var, bizde de var. Türkiye, Saddam'ın devrilmesi durumunda Irak'ın bölüneceğinden endişe ediyor.’’Bu endişenin yersiz olmadığını hatırlatıyorum. Amerikan gazetelerinde çıkan makalelerde ortaya atılan, ‘‘Türkiye'ye kuzey Irak'ı verelim, güneydoğu Anadolu ile birleşsin, o bölgeye özerklik verilsin’’ önerilerini ciddiye almıyor. Özal zamanında böyle bir plan olduğunu da kabul etmiyor Abramowitz. ‘‘Biz Irak'ın toprak bütünlüğünü her zaman savunduk’’ diyor. ‘‘Keşke Özal'ın sözlerini daha fazla dinleseydik. Saddam'ın devrilmesi gerektiğini söylemişti. Oysa, herkes onun bittiğini düşünüyordu. Ben, Saddam'ın 10 yıl daha iktidarda kalacağını aklıma bile getirmemiştim.’’Ve ekliyor, ‘‘Ama hepimiz yanılmışız.’’Herkes yanılabilir. Ama önemli olan yanılgılardan ders çıkartmaktır.Hele de bu dersler savaş ve kanla çıkartılıyorsa, bir daha yanılmamak için adımları çok dikkatli atmak gerekmez mi?Ve neden halá Irak? ‘‘Saddam'ın iktidarda olmasının bölge için olumsuz sonuçları var. Suudi Arabistan'da Amerikan askeri varlığı devam etmek zorunda. Bu da, Suudi Yönetimi'ni sıkıntıya sokuyor.’’Pekiyi ne olacak?‘‘11 Eylül ile ilgili kanıtlar belirleyecek olacakları.’’ Anlaşılıyor, istesek de istemesek de anlamak zorundayız. Irak gündemde.
Yazının Devamını Oku