Ferai Tınç

Pazarlık gücü

30 Temmuz 2001
<B>İŞADAMLARI</B>, İMF Başkan yardımcısı <B>Stanley Fischer</B> ile görüşmelerinden memnun ayrılmışlar. Anlaşılan, reel sektöre teşvikler konusunda yeşil ışık gelmiş. Çünkü geçen hafta sonu sohbet sırasında TÜSİAD Başkan Yardımcısı Aldo Kaslowski, reel sektörün krizin altında ezilmemesi için teşvik gerektiğini söylüyor, teşviklere karşı çıkan Avrupa Birliği ve İMF ile bazı konularda pazarlık edilebileceğini söylüyordu.

Kaslowski, hem Türkiye'nin Gümrük Birliği sürecinde etkin rol oynayan hem de Avrupa Birliği hedefine inanan bir işadamı.

Şubat krizi öncesi piyasaları esir alan ithalat patlamasının dengelenmesi için ihracatın desteklenmesini istiyor.

‘‘Teşvik dendiği zaman, Avrupa Birliği ve İMF karşı çıkıyor’’ diyor, ‘‘Ama Avrupa Birliği ile bazı konularda pazarlık da edilebilir. Eğer böyle büyük bir krizde bunu yapmazsak ne zaman yapacağız?’’

* * *

AVRUPA Birliği sübvansiyonlar konusunda hassas. Ancak, Gümrük Birliği Anlaşması'nın bedelini, tek taraflı ödeyen Türk iş dünyası şimdi sıkıntıda ve bunu aşmak için talepleri var.

Avrupa ile hiç pazarlık yapılamaz diye bir şey olamaz. Her konuda pazarlık yapılabilir.

Ama bunun için sağlam bir program ve kararlı bir siyasi irade gerekir.

Avrupa Birliği adaylığı ya da küreselleşmeye ayak uydurma süreci yerel güçlerin yok edilmesi anlamına gelir mi?

Hayır. Tam tersi, yerel güçlü olmazsa evrensel ile bütünleşme de mümkün olamaz.

Diyebilirsiniz ki, Türk sanayii, Cumhuriyetten sonra sırtını teşviklere dayayarak palazlandı, şimdi krizin bedelini herkes nasıl ödüyorsa onlar da ödesin. Teşvikler, bizim cebimizden çıkıyor.

Devletin küçülmesi gerçeği, toplumsal ve ekonomik krizleri aşmanın ön koşulu iken teşvikçilik de nereden çıktı diye de düşünebilirsiniz.

Ama ölçü önemli. Devleti küçültmek ulusal olana ‘‘başının çaresine bak' demek mi? Bir uçtan diğerine savrulmak değişim süreçlerinin çocukluk hastalığı.

Globalleşmenin liderlerine bir bakın. Avrupa ve Amerikan iş dünyasının ülkelerinin ekonomi politikalarında hiç mi etkileri yok?

Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikalarında Fransız silah sanayiinin, ABD'nin Rusya ve Kafkasya politikalarında Amerikan petrol şirketlerinin katkıları yok mu?

* * *

GLOBALLEŞME, ulusal çıkarların ortak bir noktada buluşması temelinde gelişiyor. Daha doğrusu bu temelde gelişmesi gerekiyor. Bu, bir pazarlık süreci.

Kaslowski'ye göre, ‘‘Avrupa Birliği'ne durumu anlatabiliriz. Sizin bize ihracatınız bizimkinin iki misli. Kriz, reel sektörü iyice geriletti. Bunun sosyal sonuçları da var. O yüzden hiç değilse altı ay teşvik konusunda bize kolaylık gösterin’’ denilebilir.

Tabii ki denilebilir. Bu talep, ne Maastricht kararlarına ters düşer, ne de Kopenhag kriterlerini deler. Ama, bunun şimdiye kadar yapıldığı gibi, devletin gelirlerini çarçur eden yolsuzluk sisteminin devamı anlamına gelmediği güvencesini de önce bize, topluma, sonra da dışarıya iyi anlatmak gerekir.

Bu da bir proje meselesidir. İhtiyaçları ve öncelikleri belirleyen ikna edici projeler, pazarlık gücünü arttırır.

Pazarlık ise bir enerji meselesi.

Avrupa Birliği'nin yardım fonlarından 760 milyon doları sırf ihtiyaçları projelendiremediği için kaybeden siyaset erbabı ve onun baskıları altında bunalmış bir bürokrasi ile bu pazarlıklar kolay değil.
Yazının Devamını Oku

Panayır

29 Temmuz 2001
'SAYIN halkımıza duyurulur. Panayır için Yunanistan'dan konuklar ve folklor grubu ilçemize gelmiştir. Hepsine hoşgeldiniz der, saat dokuzda başlayacak gösteriye tüm Bozcaada halkını davet ederiz. Bozcaada Belediye Başkanlığı.'<br> Açılışını yaptığı için halkın Cumhur Ersümer Direği adını verdiği yüksek mi yüksek, gösterişli sokak lambası, dibini aydınlatmadığından o, ufak yerlerin son an çözümlerindeki ustalığı imdada yetişti ve bir amplifikatörle, iki projektör meydana alelacele taşındı.

Ege'deki küçük bir Yunan adası Paros'dan gelen dans topluluğu, saat ona doğru meydana girdiğinde Adalılar merak içinde onları bekliyordu.

'Biliyor musun, tam bir buçuk yıl Bozcaada'da Rumların eskiden giydikleri kıyafetler konusunda araştırma yapmışlar.'

'Afferin onlara. Demek bu, bele oturmuş dar ceket, büzgülü uzun etek ve pullu yemeni Bozcaada kıyafetiymiş. Biz neden böyle araştırmaları yapmıyoruz anlamam. Bu adada altı yüz yıldır Türkler de yaşamıyor mu?'

Ada şarkılarından çok güzel bir repertuvar derleyen Paros'lu gençlerin hazırlanmasını beklerken yanındakilerin sohbetine kulak kabartan bir başka Adalı, kalbimin en derin yarasını kanırttı: 'Krizle uğraşmaktan hal mi kaldı? Bizim bu işleri düşünmemiz için daha çook var.'

Ne zaman? Ne zaman topluca içine daldığımız 'Türkiye nasıl kurtulur?' konuşmalarını, demokrasi nedir ne değildir tartışmalarını, işkence var mı yok mu iddialarını, vatanını en çok kim seviyor inatlaşmalarını geride bırakıp da meraklarımız olacak?

Araştırmayı önemseme, meraklarımızı bir başka hayata (sanki varmış gibi) ertelememe olanağına ne zaman kavuşacağız?

Neyse ki, yine de bazı hoş insanlar çıkıyor umursanmayanı merak ediyor, araştırıp, kitap yazıyorlar. Haluk Şahin gibi. Haluk Şahin'in Bozcaada Kitabı, Ege'deki iki Türk adasından biriyle ilgili değerli bilgi ve gözlemleri topluca okuyucuya ulaştırıyor. Bozcaada ve Gökçeada ile ilgili dünya kütüphanelerinde çok sayıda araştırma, roman varken, bunlardan sadece iki ya da üçü Türklerin imzasını taşıyor biliyor musunuz?

* * *

SİZ hiç yalnız bir bayram yaşadınız mı? Paylaşılmayan bayram sevinçlerinde insan, yolunu kaybetmiş kuş gibi hisseder kendisini.

Bu kez Azize Paraskevi yortusu böyle olmadı. İlk kez büyük bir organizasyon sonucu üç otobüs dolusu Yunanlı geldi ve Adalı Rumlara göre 'doğma büyüme Bozcaadalı' olan Azize Paraskevi'yi, arkada Ayazmada güzel bir ayinle andılar. Tam bir panayır yaşandı Ada'da.

Kıpkırmızı sardunyaların yağ tenekeleri, büyük su şişeleri, kaldırım taşlarının arasından başlarını uzatarak sürpriz yaptıkları Ada sokaklarında dolaşan yaşlı insanlar, baba evlerini aradılar.

Ata yurtlarını terke zorlananların kuşaktan kuşağa aktardığı acılı anılar gölgeledi, begonvilli kuytulukları.

Paros Adası'nın Naossa ilçesinden gelen dans grubu, kendisini alkışlayanlara teşekkür ederken, 'İki halk, sevgi bağı içinde kardeşçe yaşasın' diyordu.

Herkesin sevinçle meydanı terk ettiği sırada yanıma bembeyaz saçlı bir hanım yaklaştı. 'Benim adım Hayriye, 78 yaşındayım' dedi 'Yazabilirsiniz. Adalı değilim, tatil için geldim. Böyle bir akşama tesadüf ettiğim için hayatımın en büyük mutluluğunu yaşıyorum. Benim ailem de Drama'lıydı. Ama orayı terk etmeye mecbur kaldılar. Çocukluğumda Rumların eline düşmemek için dayımın nasıl bir buçuk ay dolapta gizlendiğini, kaçış öykülerini, Türklere yapılan zulmü dinledim. Ben bu gece barışı gördüm, bir yaranın kapanışını gördüm. Çok, ama çok mutluyum.'

Aya Paraskevi yortusunda herkes mutluydu. 'İyi de olsa, kötü de olsa beni yaz' diye üzerime gelen Boruzan da, adanın birbirinden keyifli diğer mekanları gibi onun da meyhanesini dolduran Yunanlı turistlere, o güzelim mezelerini sunarken, 'Gün bugündür, yap bir deniz börülcesi' diye bağırıyordu tezgahın arkasına.
Yazının Devamını Oku

Ömür boyu 159

27 Temmuz 2001
Düşünceyi yasaklamak çok pahalı bir hale geldi Türkiye için. Devlet, Ahmet Altan'a tazminat ödeme cezasına çarptırılacağı kesinleşince İnsan Hakları Mahkemesi ile pazarlığa girdi. 30 bin frankta anlaştılar. Atakürt başlıklı yazısı nedeniyle işsiz kalması bir yana, hapis cezasına da çarptırılan Ahmet Altan'a , 'Al sana 30 bin frank bu işi kapatalım' diyor.

Devlet, vatandaşını mağdur eden yanlış kararın bedelini para ile ödüyor.

Kimin parasıyla? Bizim paramızla, diğer bir deyişle IMF'nin cebimize koyduğu 300 dolarlarla...

Biz bu yanlış kararların bedelini ödüyoruz da, ya devleti korumak adına bu sonuca neden olanlar?

Onlar bir şey ödüyor mu? Hayır, onların borçları arttıkça artıyor.

* * *

İÇİŞLERİ Bakanı Yücelen'in önceki gün yayınladığı genelge çok manidar.

Genelge, insan hakları ihlalleri, düşünce yasaklamaları nedeniyle Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde yüksek miktarlarda tazminat ödemeye mahkum olduğuna dikkat çekiyor.

Bakan, insan hakları ve düşünce özgürlüğünün esas olduğunu, her seviyede devletin itibarının göz önüne alınmasını istiyor.

'İşkence yapmayın, gözaltı ve sorgulama ilkelerine uyun, vatandaşa kötü muamele etmeyin' diyor.

Düşünceye yasak, düşündüğünü açıklamaya tehdit, insan hakkı ihlalleri... Astarı yüzünden pahalı bir hal alıyor.

* * *

ANLAMADIĞIM bir şey var, bir yandan demokrasiyi bir türlü sindirememenin bedelini öderken, öte yandan düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki yasal engelleri neden bir türlü kaldıramıyor Türkiye?

Düşünmeyi, tartışmayı bu kadar mı sevmiyoruz? Emir-komuta zinciri kültürü bu kadar mı güçlü?

Hasan Cemal, Milliyet'teki köşesinde 159'uncu maddeyi tartışıyordu. '1930'larda ithal edilen 159. Madde bugün de ifade özgürlüğünün tepesinde Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor' diyor Hasan Cemal.

159'uncu madde, Türkiye'de yazan çizen, okuyup düşünen herkes defalarca yargılandı bu maddeden.

Bakın ne diyor 159: 'Türklüğü, Cumhuriyeti, Büyük Millet Meclisi'ni, hükümetin manevi şahsiyetini, devletin askeri veya emniyet muhafaza kuvvetlerini veya adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler, bir seneden altı seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar.'

Gülay Göktürk
, Ahmet Altan ve Ali Bayramoğlu hakkında, Silopi'de jandarma karakoluna girdikten sonra kaybolan iki HADEP'li ile ilgili yazıları nedeniyle, 159'uncu maddeye göre altı yıl hapis isteniyor.

Gülay ile 30 yıl önce birlikte askeri mahkemede yargılandık. ‘‘Askeri mahkemeye güvenmiyoruz, çünkü bağımsız olamazlar' dediğimiz için de öyle çok dava açılmıştı ki hakkımızda, 1974 affı çıkmasaydı belki birkaç ömürlük cezayı çekiyor olacaktık hálá.

Oysa bu sözler, artık herkes tarafından kabul edilen gerçekleri ifade ettikleri için suç teşkil etmiyor artık. Ama 159 orada durdukça, henüz farkına varılmamış gerçekleri söyledikleri için yine insanlar düşünceleri nedeniyle hapis tehdidiyle karşı karşıyalar.

Ama af kurtulmaya yetti mi?

Ömür boyu 159'a mahkum bir toplumda düşüncenin özgürleşmesi mümkün mü?
Yazının Devamını Oku

Belene'den iktidara

23 Temmuz 2001
<B>BEŞ</B> yıl önce ziyaret ettiğim Kırcaali dağ köylerindeki terkedilmişlik, toprağına küsen bir halkın geride bıraktığı bir mektup gibiydi. 1985'de, bir sabah kalktıklarında yeni kimliklerini almak üzere en yakın resmî makama başvurmaya çağırılan bir milyon Türk'ün, Bulgarlaştırılmayı kabul etmedikleri için katlandıkları uzun maceranın öykülerini anlatan bir mektup.

Ama artık, o toprakların sahipleri için geri dönme süreci başladı.

1990 yılında tarihinin ilk serbest seçimlerini yapan Komşu, 10 yıl içinde Bulgarlarla Türklerin iktidarı paylaştıkları bir hükümete de sahip oldu.

Belene esir kamplarından Türklerin iktidar ortaklığına uzanan 15 yıl içinde Bulgaristan köklü bir dönüşüm gerçekleştirdi.

Yanı başımızdaki bu gelişmeden çıkartılacak çok ders var.

* * *

SİYASETÇİLER, toplumdaki değişim isteğini kavrayıp liderlik yapma kararlılığını gösterirse, değişim sanıldığından çok daha hızlı gerçekleşebilir. Bulgaristan örneği bunun kanıtı.

Bulgaristan siyasetinin Avrupa Birliği hedefine kilitlenmesi, geçtiğimiz on yıl içinde derin ekonomik krizler içinde bunalan, mafyanın elinden kurtulmakta zorlanan, insanları çöp tenekelerinden yiyecek arar hale gelen bu ülkenin yaralarını hızla sarmasına yol açtı.

En önemlisi ise toplumsal uzlaşma ortamının sağlanmasıydı.

Bunda Türklere karşı ayrımcılığın, azınlık haklarının Türklerden esirgenmesinin toplumsal huzuru sonsuza kadar olumsuz etkileyeceğinin kavranması kadar Türklerin de büyük katkısı oldu.

Hak ve Özgürlükler Hareketi'nin Başkanı Ahmet Doğan, 1990 yılından bu yana, haklarını ararken her fırsatta Türk kökenli ama Bulgaristan vatandaşları olduklarını vurguladı.

Bulgaristan Türkleri bölücülüğe prim vermediler. Arnavut azınlığın bugün, Balkanları kana bulayan dar kafalı milliyetçiliğine düşmediler.

* * *

TODOR Jivkov Yönetimi'nin, Türkleri Bulgarlaştırma kararı, Balkanlar'da yarım kalmış Türk soykırımını derinleştirme amacını taşıyordu. Türkçe konuşmak isteyen, çocuklarına Türkçe öğretmek ve Türk kimliklerini özgürce yaşamak isteyen insanları asimile etmek ya da onlardan kurtulmak için her türlü baskı uygulandı Bulgaristan'da.

Bugün Türkiye'de bazı çevreler, Kürt ve Kürtçe denince nasıl güvensizlik ve şüphe nöbetlerine tutuluyorlarsa o sıralarda Bulgaristan'da Türk ve Türkçe sözcükleri de aynı etkiyi yaratıyordu bazı çevrelerde.

Nereden nereye... Hem de 15 yıl gibi uzun sayılmayacak bir zaman içinde.

17 Haziran seçimlerinden sonra parlamentoya 21 milletvekili sokan Türkler bugün iktidar ortağı. Hak ve Özgürlükler Hareketi iki bakanlığa sahip. Tarım Bakanlığı ile Doğal Afetler ve Endüstri Kazaları Bakanlığı. Savunma, Maliye, Ekonomi, Bölgesel Geliştirme, Çevre ve İskan gibi beş önemli bakanlığın yardımcılığı da Türklere verildi.

Ama en önemlisi, Sofya Valiliği. Başkentin valisi bir Türk olacak.

* * *

BELENE esir kamplarından iktidara uzanan süreç, bölücülük ve ayrımcılık ile toplumsal uzlaşma arasındaki farkı çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

İlki insanları mahva sürüklüyor, ikincisi gelişme yoluna taşıyor.

15 yıl önce kimsesizliğe terk edilen ata evleri canlanıyor.

Türkiye'den Bulgaristan'a geri dönüş başlıyor.
Yazının Devamını Oku

Cenova'nın mesajı katılım

22 Temmuz 2001
<B>CENOVA</B>'da şiddetli çatışmalara neden olan gösterileri küreselleşmeyi bahane ederek solculuk oynamaya heves eden gençlerin ileri gitmesi olarak değerlendirmek mümkün mü? IMF ve Dünya Bankası'nın, şirket yönetim kurullarını bile tayin ettikleri bir ülkenin vatandaşları olarak bugün Cenova'da olanları biz anlamayacağız da kim anlayacak?

Geri kalmış ülkelerdeki kötü yönetimlerle yıllarca ‘yedikleri ayrı gitmeyen’ sanayileşmiş ülkelerin hazırladıkları reçeteleri, acılar içinde kabul etmek zorunda kalanların da söyleyecek sözleri var elbette.

Seattle ile özdeşleşen uluslararası muhalefet, yoksulları sadakalarıyla susturup, ‘alsak alsak ne alsak’ yağmacılığına karşı, yeni değil, o eski haksızlığa ve eşitsizliğe karşı isyanın sesi.

Ancak, Seattle'dan bu yana şiddetin bu denli tırmanmasının ardında başka bir neden yatıyor.

İsyanı bu kez Marie Antoinette değil, ABD Başkanı George W Bush'un umursamazlığı kışkırtıyor.

* * *

BUSH, globalizm adına Washington mahreçli dayatmacılığın en tipik örneği. Clinton ve Al Gore'un silahsızlanma ve çevre konularındaki hassasiyetini göstermiyor o. Cumhuriyetçi farkını keskin biçimde ortaya koydu.

Arkasındaki dev petrol şirketlerinin çıkarları uğruna, küresel ısınmayı engellemek için yapılan çalışmaları elinin tersi ile itiyor, ‘Kyoto anlaşmasına başkaları uyabilir, biz petrol tüketimini azaltmayacağız’ diyor. Silahsızlanma anlaşmalarını buruşturup tarihin çöp sepetine fırlatarak, milyarlarca doları savunma kalkanı aracılığıyla silah şirketlerinin kasalarına yönlendirme hazırlığı yapıyor.

Güçlü olanın iradesini güçsüz olana dayatmasını bir hak gibi gösteriyor izlediği çizgiyle. Farklılıkları dışlıyor.

Senato çoğunluk lideri Demokrat Tom Daschle bile bu tavrı ‘George Bush’un neo izolasyonizmi' sözleriyle eleştiriyor.

Cenova'yı yakından izleyen gözlemciler, ‘Umarız Avrupalı meslektaşları Bush’u uyarırlar. Yoksa, bu diğerini yok sayma tavrı, karbondioksit püskürtme ısrarı, doğayı umursamazlığı ve yoksullara küçük börekler dağıtma önerileri ile dünya barışı tehlikeye girer' diyorlar.

* * *

CENOVA'da, daha önceki zirve toplantılarının ötesine geçen dozda bir şiddetin ortaya çıkması aslında bir dönüm noktası.

Yine bazıları, ‘Demokratik gğeçinen Avrupa’da bile devlet kendisini korumak için şiddete baş vuruyor' diyecekler ama Cenova'da olanlar‘demokrasinin de bir sınırı vardır’ görüşünü doğrulamıyor.

Aksine, katılımcılığın engellendiği bir dünyanın güçlüler için hiç de rahat bir yer olmayacağı işaretini veriyor.

Berlusconi, ‘Bir daha bu toplantı İtalya’da yapılmasın' derken, acaba şu sıralarda Cenova'da diğer liderlerin hangisi önümüzdeki zirve için ülkesini iç rahatlığıyla önerebiliyor?

* * *

KÜRESELLEŞME geri döndürülemez bir süreç. Ancak sadece güçlü olanın sesinin ve isteklerinin hesaba katıldığı bir düzen olarak devam edemez.

Küresel reçeteler, ulusal talep ve renkleri de yansıtmalı. Ama öte yandan ulusal çıkar adına ulusal güç odaklarının çıkarlarına tabi kılınmamalı insanların kaderi.

Seattle'dan Cenova'ya uzanan çizgi, küreselleşmenin sihirli kelimesini fısıldıyor kulaklara: KATILIM.

Kazananlar kadar kaybedenlerin de sesine kulak vermek. Sorunların çözümü için başka hiçbir yol yok. Küreselleşmenin çatışma düzeni haline dönüşmemesinin de tek yolu bu.
Yazının Devamını Oku

İlk küresel vatandaşlar nesli

20 Temmuz 2001
<B>ZENGİNLER</B> Zirvesi ilk kez böyle bir ilgi çekiyor. Genova'yı anlamadan bugün Türkiye'de yaşadıklarımızı kavramak zor. Yepyeni kavramlar giriyor artık hayatımıza. Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn, dün İtalyan La Repubblica Gazetesi'ne yazdığı makalede, ‘‘Biz, hergün daha küçülen ve karşılıklı bağımlılığı artan bu dünyada, hem ulusal hem de global vatandaşlar gibi düşünmek zorunda olan ilk nesiliz’’ diyor.

Küreselleşme, muhalefetini bile küreselleştiren karşı konulmayan bir süreç.

Bugünkü Zirve'nin en önemli konusu, zenginlerin rahatlarının bozulmaması için alınacak önlemler.

Yani yoksulluğa karşı mücadele. Çünkü yoksulluğun, barış ve istikrarın önündeki en ciddi tehlike olduğunu herkes kabul ediyor.

Bu mücadele için, zenginler Dünya Bankası ve İMF gibi uluslararası kuruluşlara aktardıkları parayı ne kadar arttıracaklarını da tartışacaklar.

Dünya nüfusunun yarıdan fazlasının günde iki dolar ile yetinmek zorunda kalması, çoğu kız 130 milyon eğitim yüzü görmemiş çocuğun terör dahil her türlü melanet için malzeme oluşturması, AİDS virüsü taşıyan 30 milyon kişinin elini kolunu sallayarak hergün daha da küçülen bu gezegende dolaşıyor olması kimsenin hoşuna gitmiyor.

Ama iş cepten para çıkartmaya gelince kaşlar çatılıyor. Hele de dünya ekonomisinden sıkıntı işaretlerinin yükseldiği böyle bir dönemde.

Bu yüzden de, ekonomik yardım, siyasi koşullarıyla birlikte geliyor.

* * *

DÜNYA Bankası Başkanı, küreselleşme ile birlikte ekonomik yardım anlayışının da değiştiğini yazdı La Repubblica'daki makalesinde.

‘‘Ekonomik büyüme yeterli değildir. Ekonomik reformlar, ancak toplumsal ve sivil gelişmeye hizmet ettikleri takdirde kalıcı olabilirler’’ diyor Wolfensohn, bu yüzden de Dünya Bankası'nın son altı yıldır politikalarını değiştirdiğini vurguluyor.

Eskiden sadece ekonomik kalkınma programları hazırlanırken artık eğitim ve sağlık da önemli.

Altı yıl önce AİDS'e karşı mücadele kampanyaları için sadece 36 milyon dolar ayrıldığını, bugün bu miktarın 1 milyar doları bulduğunu yazıyor Dünya Bankası Başkanı.

Dünya Bankası'nın ilgi alanına giren bir alan daha var, o da yolsuzluk.

‘‘Altı yıl önce Dünya Bankası'nda yolsuzluk konusu gündeme bile gelmezdi’’ diyor Wolfensohn, ‘‘Bunu, o ülkenin kendi iç sorunu, siyasi bir meselesi olarak görürdük. Bugün 95 ülkede yolsuzluğa karşı mücadele programları uyguluyoruz.’’

* * *

BAŞKAN Bush da, Genova'ya hareket etmeden önce, Washington'da yaptığı açıklamada bu konu üzerinde durdu.

Zenginler Zirvesi'ne yoksul ülkere verilen borçların silinmesi önerisiyle giden Bush, ‘‘Yoksulların yanındayız. Gereken yardımları yapacağız’’ dedi.

Ama ‘‘Demokrasiye, hukuk düzenine bağlı kalmaları ve yolsuzluklara karşı mücadele etmeleri koşuluyla.’’

Adına ister küreselleşme, ister yeni dünya düzeni ne derseniz deyin, sistemin dayatması bu.

Buna karşı her girişim, güvensizliği tetiklemeye yetiyor.
Yazının Devamını Oku

Arjantin bile demokrasi içinde çözüm arıyor

16 Temmuz 2001
<B>ARJANTİN,</B> tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşıyor, ama teknokrat hükümet formülünü tartışmıyor. 130 milyar dış borcu ya tamamen kendi kaynakları ile ödemek zorunda ya da ödeyemeyeceğini açıklamak.

Washington da İMF de resti çekti. 'Bir süre kendi başınızın çaresine bakın' diye.

Bütçe açığını sıfırlamak için hükümet, öyle acı bir reçete hazırlamak zorunda ki, tam anlamıyla harakiri.

Muhalefetin bir kısmı hükümetin yanında yer alacağını bildirdi ama sorumluluğu paylaşmak istemeyenler hiç de az değil. Muhalefetin elindeki yerel yönetimler, harcamalarında kısıntı yapmaya yanaşmıyor.

Siyasi açıdan durum çok kritik olmasına rağmen Arjantin ara rejim filan konuşmuyor. Oysa onlar da darbelere, teknokrat hükümet çözümlerine bizim kadar alışıklar.

Bu, sadece ara rejim dönemlerinde dış borç yükünün ne kadar yükseldiğini anımsamalarından kaynaklanmıyor. Ekonomi ile siyasetin ayrılamayacağı gerçeğinden ileri geliyor.

Malezya öyküsünü anlatmayın bana.

Mahatir, tek adam rejiminin rahatlığı içinde İMF'ye hayır dedi ve önerilerine sırt çevirdi. Kendi yöntemleri ile -ki bunun temelinde kötü durumda olan bankalara dokunmamak onların devamını sağlamak vardı- krizi atlatmış gibi oldu ama geçen yıl oradaydım gördüm. Mahatir ve iktidar nimetini paylaşanların yaşadıkları semtlerdeki lüks ile halkın yaşam düzeyi arasındaki fark çarpıcıydı.

Tek adam, muhalefetsiz kadro rejiminin çözümü bu. Ucuz iş gücü cenneti. Eğer buna çözüm deniyorsa.

* * *

TÜRKİYE'nin krizi bugün sadece hükümetten ve siyasetçilerinden mi kaynaklanıyor? Hayır. Türkiye'deki her kurumda benzer hastalıklar görülüyor.

Hangimiz, 'Aaa, bizde hiç böyle şeyler olmuyor' diyebiliriz?

Ustalık yaşına gelmiş olan bir nesil, işini yaratıcı bir biçimde yapamamanın, yeteneklerini geliştirememenin sıkıntısını yaşıyor. Liyakat düzeni altüst olan sistemlerin mutsuz tıkanmış hayatları her yerden fışkırıyor.

Gençler ellerinde CV'leri, ortalık yerde kalakalmış durumdalar. Ucuz iş gücü kapsamından tüketilmeyi şans addediyorlar.

Ama bu yeni bir olay mı? Hayır ben kendimi bildim bileli yaşıyor bu sendromu Türkiye.

Bunlar, gerçek rekabet düzenine dayalı demokratik ve şeffaf bir sistemi oturtamamış olmanın getirdiği hastalıklar.

Teknokrat hükümet gibi aşırı doz formülleri ile hastalığın tedavisi mümkün değil. Bu doza da cevap vermezse vücut o zaman ne yapacağız? Askerî darbe mi? O zaman da asker gelsin mi gelmesin mi anketlerini piyasaya süreceğiz anlaşılan.

Bırakalım bu demode çözümleri. Bizim büyük iddialarımız var, heveslerimiz, amaçlarımız var. Seçimimiz yaptık biz. Avrupa Birliği'ne aday ülkeyiz.

Ara formüllerle politikacıları azad etmek yerine, izlemek ve hesap sormak daha doğru değil mi?

Bu tartışmalar, yolsuzluk dosyalarının, soruşturmaların unutulmasına, üstünün örtülmesine yarıyor. Yok eğer, 'Yolsuzluklar sistemin sonucuydu. Olan olmuş, artık bırakalım onları bir kenara önümüze bakalım. Yolsuzluklara fırsat vermeyecek bir düzen oluşturalım' düşüncesiyse bütün bu tartışmaların altında yatan, o zaman bunu konuşalım.

* * *

SERDAR Turgut gibi bir liberal, Ertuğrul Özkök gibi derininde demokrat ruh barındırdığına inandığım bir insan eğer ara formül arayışı içine girmişlerse bunun altında yatan neden, siyasete değil siyasilere güvensizliktir. Türkiye'nin esas sorunu bu. Hükümetin, gerekli reformları yapmakta kararsız ve isteksiz görünmesi. Bunda, içinde bulunduğumuz durumu kavramakta yetersiz kalan MHP kadrolarının katkısı büyük.

Ama Telekom olayından sonra iyice belli oldu. Bu hükümet, bu programı uygulayacak. Kaçışı yok.

Bu saatten sonra kimse boşuna uğraşmasın. Ucuz kahramanlık hikayeleri yazmasın. Kendisi için yatırım hesabı yapmasın. Sorumluluklar eşit paylaşılacak.
Yazının Devamını Oku

Gladyatör yöntemi

15 Temmuz 2001
<B>KEMAL Derviş</B>, bu kritik dönemde benimsenmesi gereken mücadele yöntemini en anlaşılır biçimde formüle etti. <B>‘Birbirimizi seversek, birbirimizi desteklersek ileri gideriz.’</B> Gladyatör yöntemini öneriyor Derviş. Zorluklara karşı birbirine kenetlenerek mücadele.

Telekom olayı, Türkiye'nin içinde bulunduğu bu kırılgan dönemde siyasi kaygıların öncelik taşıyamayacağı gerçeğini ortaya koydu.

Türkiye'de tek bir siyaset, onuru korumanın tek bir yolu var.

Programı kararlılıkla uygulamak ve değişim sürecinin sıkıntılarını omuz omuza göğüslemek.

Üretip kazandığından fazlasını harcama kültürüne, görgüsüz gösterişçiliğe, devleti kendi kasası, ülkeyi çiftliği sayan hacıağa zihniyetine, karşılığı olmayan değerler üreten palavracılığa yer yok artık oluşturmak zorunda olduğumuz yeni düzende.

* * *

IMF Başkan Yardımcısı Stanley Fischer önceki gün 3.2 milyar dolarlık kredinin serbest bırakılmasından sonra yaptığı açıklamada uyardı.

‘Piyasalarda, programın isteksizce uygulandığına dair bir anlayış yaygın.’

Bu yüzden faizler bir türlü düşmüyor ve faizlerin düşmemesi, önümüzdeki dönem için risk, hatta önemli bir tehlike teşkil ediyor. Üstelik bu dönemin zamanını da belirlemiş Fischer, ‘2 ay içinde faizler düşmezse programda revizyona gidilebilir.’

Bu revizyon tehlikeli laf. Bakın Arjantin'e, revizyon yapa yapa sonunda program filan kalmadı, dışarıdan borç alamaz, borçlarını da ödeyemez duruma geldiler.

Financial Times Gazetesi'nin cuma günü yayınladığı Türkiye ekinde yer alan bir yazının başlığı ‘Güven eksikliği en büyük risk’ diyor.

IMF yetkililerine göre, bu programın başarıya ulaşmasının önünde beş risk bulunuyor.

1. Bankaların yeniden yapılandırılmasında beklenmedik maliyet artışı ile yapılandırma sürecinin duraklaması; 2. Enflasyon düşüş hızının aşırı ağır seyretmesi; 3. Faiz oranlarının indirilememesi; 4. Ekonomik duraklamanın derinleşmesi; Krizin atlatılmasında tahminden daha fazla bir gecikme.

Ama bütün bunların altında yatan esas risk güvensizlik. Türkiye'nin bu programı kararlı bir biçimde uygulayacağı konusunda yeterli güveni verememesi.

En büyük tehlike ise siyaset. Türk siyasetini rehin alan hastalıkların devam ediyor olması.

Kemal Derviş'in ‘Birbirimizi seversek, desteklersek ileri gideriz’ sözlerini ciddiye alarak, Gladyatör yöntemi ile mücadeleden başka yol yok.

Dün ek niyet mektubu gönderip, yarın yine mızıkçılık yapmayacağı garantisini tavırlarıyla göstermek zorunda bu hükümet.

* * *

TÜRKİYE yeniden yapılanıyor. İster ikinci cumhuriyet deyin, ister yeni bir dönem.

Sadece dışarıdan gelen baskılarla değil, iç dinamikler de bu değişimi mecbur ediyor.

Ve bu doğum sürecinin ağrılarını, demokrasiye daha fazla sarılarak atlatabileceğimizi de akıldan çıkartmamak gerekiyor.

Her şeyin en doğrusunu bildiğine inanan teknokratlardan oluşan yönetim formülündense, eleştiriye ve muhalefete açık siyaset tercihimdir.
Yazının Devamını Oku