Ferai Tınç

Bayraklar da paylaşılır

1 Temmuz 2002
<B>ÖNCE</B> milli takıma kucak dolusu tebrikler. Türkiye'yi dünya üçüncülüğüne taşıdılar. Türkiye'ye lig atlattılar. Sporda kaliteyi gösterdiler.

Bundan sonra, kalitesizliği kabul ettirebilmek eskisi kadar kolay olabilir mi sizce?

Kalitesizlik derken sadece, çarşı pazardan söz etmiyorum tabii ki. Kastım siyasette, ‘Temsil’de kalitesizlik.

Fonksiyonlarını yitiren başbakana, koltuklarını ve durumu koruma hedefine kilitlendikleri için bu kabul edilemez duruma çare aramayan koalisyon ortaklarına bakıp, 'Türkiye bu mu? Bu resim Türkiye'ye uygun bir resim mi?' diye sorgularken kriterleri daha netleştirdi 48 yıl sonra gelen zafer.

Bu hükümetin resmi Türkiye'nin resmi değil. Türkiye'yi, onun dinamizmini, kaliteye yönelişini yansıtmıyor bu resim.

* * *

CUMARTESİ
öğleden sonra, Türkiye Milli Takımı Güney Kore Milli Takımı ile kıyasıya mücadele içindeyken tribünler şaşırtıcı bir tablo sergiliyordu.

Kaba milliyetçi kalıplarla bakıldığında 'Bu adamlarda hiç mi milli gurur yok?' dedirtecek sahneler gördük.

Japonya'da da ekrana geldi benzeri sahneler.

Türk bayrakları taşıyan, yüzlerini kırmızı beyaz, ay yıldızlı motiflerle bezeyen gençleri gördükçe, kupa maçları Türkiye'de yapılsaydı böyle sahnelerle karşılaşmak mümkün olabilir miydi sorusu geldi aklıma.

Ellerimizde Kore ya da Japon bayrakları ile dolaşabilir miydik, kendimizi vatan haini hissetmeden?

Tribünlerden kırmızı beyaz Türk bayraklarını dalgalandıran gruplara karşı bir grup gencimiz de herhangi bir başka bayrağa sarınmış oturabilirler miydi ıslıklanıp yuhalanmadan?

O Türk bayraklı seyircilerin, Türkiye ile iş yapan büyük firmaların işçileri oldukları iddialarını kabul etsek bile, aynı şey burada olabilir miydi? Hangi yatırımcı böyle bir ‘jest’i göze alabilirdi?

* * *

GLOBALİZM,
ulus devletler dönemi ideolojiyi de sarsıyor. Rekabetçi ulusçuluk yerini, ulusal çıkarların işbirliği ve paylaşım ortamında gelişen ortak çıkarlar içinde eritilebileceği bir sürece bırakıyor.

Bayraklar, bu global köydeki sembollerimiz.

Ne arkasına sığınıp 'seni en çok seven' ayrıcalıkları yaratarak, ne de küçümseyici boş vericilikle anlamak mümkün bayrak sembolizmini bugün.

Bayraklar, insanlığa yararlı işlerin altındaki imzalarla, sporda ya da herhangi bir alandaki başarılarla kalite belgeleri haline geldikçe daha da ağırlık kazanıyor.

Bu kadarla da kalmıyor, paylaşılıyor. İnsanlar kendi ulusal bayraklarının yanı sıra, rakipleri de olsa başka ulusların bayraklarını da sevgiyle, coşkuyla dalgalandırıyor.

* * *

CUMARTESİ
günü öğleden sonra maçı izlerken, yanımdaki gençler ağladığımı görünce şaşırdılar. İnsan takımı maçı kazandı diye ağlar mı hiç? Oysa onlar, gençler, coşkulu bir sevinç içindeydiler.

İşte çocuklar biz böyle kavruk bir nesiliz. Amerikan süt tozu ve peynir yardımlarıyla büyüyen, her on yılda bir darbe gören, ne için olduğunu anlamadan birbirini kurşunlamış olan bir kuşak. En olumlu Türk imajının lokum-kebap-rakı üçgeninde sıkıştığı dönemin sıkışık nesli. Bayrağının kızıllığıyla, ay yıldızıyla övünen nesil. Biz ağlarız. Başarıya da ağlarız.

Sizin ise başarılarınız var. Onlarla övünüyorsunuz. Siz, global köyün gençleri bayrakları paylaşmayı öğreniyor, coşkuyu yaşayabiliyorsunuz. Farkımız bu. Siz kazanınca seviniyor, biz ise içlenip ağlıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Bayraklar da paylaşılır

1 Temmuz 2002
ÖNCE milli takıma kucak dolusu tebrikler. Türkiye'yi dünya üçüncülüğüne taşıdılar. Türkiye'ye lig atlattılar. Sporda kaliteyi gösterdiler. Bundan sonra, kalitesizliği kabul ettirebilmek eskisi kadar kolay olabilir mi sizce? Kalitesizlik derken sadece, çarşı pazardan söz etmiyorum tabii ki. Kastım siyasette, ‘Temsil’de kalitesizlik. Fonksiyonlarını yitiren başbakana, koltuklarını ve durumu koruma hedefine kilitlendikleri için bu kabul edilemez duruma çare aramayan koalisyon ortaklarına bakıp, 'Türkiye bu mu? Bu resim Türkiye'ye uygun bir resim mi?' diye sorgularken kriterleri daha netleştirdi 48 yıl sonra gelen zafer.Bu hükümetin resmi Türkiye'nin resmi değil. Türkiye'yi, onun dinamizmini, kaliteye yönelişini yansıtmıyor bu resim. * * *CUMARTESİ öğleden sonra, Türkiye Milli Takımı Güney Kore Milli Takımı ile kıyasıya mücadele içindeyken tribünler şaşırtıcı bir tablo sergiliyordu. Kaba milliyetçi kalıplarla bakıldığında 'Bu adamlarda hiç mi milli gurur yok?' dedirtecek sahneler gördük.Japonya'da da ekrana geldi benzeri sahneler. Türk bayrakları taşıyan, yüzlerini kırmızı beyaz, ay yıldızlı motiflerle bezeyen gençleri gördükçe, kupa maçları Türkiye'de yapılsaydı böyle sahnelerle karşılaşmak mümkün olabilir miydi sorusu geldi aklıma.Ellerimizde Kore ya da Japon bayrakları ile dolaşabilir miydik, kendimizi vatan haini hissetmeden?Tribünlerden kırmızı beyaz Türk bayraklarını dalgalandıran gruplara karşı bir grup gencimiz de herhangi bir başka bayrağa sarınmış oturabilirler miydi ıslıklanıp yuhalanmadan?O Türk bayraklı seyircilerin, Türkiye ile iş yapan büyük firmaların işçileri oldukları iddialarını kabul etsek bile, aynı şey burada olabilir miydi? Hangi yatırımcı böyle bir ‘jest’i göze alabilirdi? * * *GLOBALİZM, ulus devletler dönemi ideolojiyi de sarsıyor. Rekabetçi ulusçuluk yerini, ulusal çıkarların işbirliği ve paylaşım ortamında gelişen ortak çıkarlar içinde eritilebileceği bir sürece bırakıyor. Bayraklar, bu global köydeki sembollerimiz.Ne arkasına sığınıp 'seni en çok seven' ayrıcalıkları yaratarak, ne de küçümseyici boş vericilikle anlamak mümkün bayrak sembolizmini bugün.Bayraklar, insanlığa yararlı işlerin altındaki imzalarla, sporda ya da herhangi bir alandaki başarılarla kalite belgeleri haline geldikçe daha da ağırlık kazanıyor.Bu kadarla da kalmıyor, paylaşılıyor. İnsanlar kendi ulusal bayraklarının yanı sıra, rakipleri de olsa başka ulusların bayraklarını da sevgiyle, coşkuyla dalgalandırıyor. * * *CUMARTESİ günü öğleden sonra maçı izlerken, yanımdaki gençler ağladığımı görünce şaşırdılar. İnsan takımı maçı kazandı diye ağlar mı hiç? Oysa onlar, gençler, coşkulu bir sevinç içindeydiler.İşte çocuklar biz böyle kavruk bir nesiliz. Amerikan süt tozu ve peynir yardımlarıyla büyüyen, her on yılda bir darbe gören, ne için olduğunu anlamadan birbirini kurşunlamış olan bir kuşak. En olumlu Türk imajının lokum-kebap-rakı üçgeninde sıkıştığı dönemin sıkışık nesli. Bayrağının kızıllığıyla, ay yıldızıyla övünen nesil. Biz ağlarız. Başarıya da ağlarız. Sizin ise başarılarınız var. Onlarla övünüyorsunuz. Siz, global köyün gençleri bayrakları paylaşmayı öğreniyor, coşkuyu yaşayabiliyorsunuz. Farkımız bu. Siz kazanınca seviniyor, biz ise içlenip ağlıyoruz.
Yazının Devamını Oku

DSP'de değişim hazırlığı

30 Haziran 2002
<B>PERŞEMBE</B> akşamı, Başbakan kontrolden geçtikten sonra hastane kapısında açıklama yaparken bir ayrıntı dikkatimi çekti. Ayrıntıydı ama gelecekle ilgili belirleyici ipuçlarını içinde taşıyan bir ayrıntı. Başbakan Ecevit konuşmaya başlarken onun yanında duran eşi, ani bir hareketle arkada duran Emrehan Halıcı'dan öne çıkmasını istedi. Rahşan Hanım'ın, hastane çıkışı Ecevit'in yanında kimlerle birlikte görüneceği konusunda gösterdiği hassasiyet dikkatimi çekti.

Rahşan Hanım'ın, kamuoyuna verilen her kare görüntünün hesabını yapmaya başladığı anlaşılıyor.

Sanılanın aksine, DSP'de Ecevit'siz dönem, Ecevitler tarafından bir süreden beri hazırlanıyor.

Bana öyle geliyor ki DSP hazırlanıyor. Büyük değişime hazırlanıyor.

DSP'li bir arkadaşım, 'Sen, son bir aydır Bülent ve Rahşan Ecevit'in ne yaptıklarını sanıyorsun?' diyor.

'Bülent Bey iyileşme mücadelesi veriyor, Rahşan Hanım da ona bakıyor, destek oluyor.'

'Bu, sorumun yanıtının yarısı.'

'Başka ne yapıyorlar?'

'Bir aydan beri, Ecevitler Oran'daki evlerinde onar kişilik gruplar halinde bütün milletvekilleriyle görüştüler. Türkiye'nin her il ve ilçesinden parti teşkilatlarının onar kişilik temsilci heyetlerini kabul ettiler. Bu ne demektir biliyor musun?'

'Siyaset mesleğinden pek anlamam. Sen işin içindesin, ne demektir?'

'Bülent ve Rahşan Ecevit, evlerinde oturarak bir ay içinde tüm Türkiye'yi gezdiler.'

Arkadaşımın sözlerinin bir tek yorumu var.

Bir parti liderinin bir ay içinde tüm Türkiye'yi gezmesi, Parti ile bu kadar kısa zaman içinde böyle kapsamlı ve yakın bir ilişki ihtiyacı duyması bir tek şeyin, seçim hazırlığının habercisidir.

Ama bu, sadece genel seçimler için hazırlık anlamına gelmez.

Parti Kurultayları öncesinde de böyle bir çalışma yapabilir genel başkanlar.

* * *

ÖNÜMÜZDEKİ hafta Ankara'dan önemli kararlar çıkabilir. Hükümette meydana gelecek değişikliklerin, ekonomiyi olumsuz etkileyeceği gerekçelerinin artık geçerli olmadığı ayan beyan ortada. Belirsizlik ortamından daha zararlı bir durumun olmadığını herkes görüyor.

'Bir bakan öksürse ekonomi tepki gösteriyor' deniyor. Bu doğru ama, nedenini de artık itiraf etmenin zamanı. Belirsizlik ortamı, tüm dengeleri kırılgan hale getiriyor.

DSP'li parlamenterlerin de bu durumdan fena halde rahatsızlık duyduklarını biliyoruz. 9'ların çıkışı bu rahatsızlığın yüksek sesle tekrarıydı.

Hatta, dokuzların DSP'den çok yakında bir Kurultay kararının çıkabileceğini bildikleri için muhalefet bayrağını şimdiden açtıkları söylentileri dolaşıyor.

Ecevit'lerin liderine karşı bir başka lider hazırlığı olarak yorumlanıyor bu hareket.

Neden olmasın?

Bir şeyler oluyor. Herkesin gördüğünü Ecevit'lerin görmemesi imkansız.

Evet bir şeyler oluyor.

Liderler Zirvesi'ni dikkatle izlemek gerekiyor. İlk işaret orada gelebilir. İkinci adım DSP'den.

Ankara'da sessiz ve derinden hazırlıklar sürüyor.
Yazının Devamını Oku

Ermeni bakandan diaspora yorumu

28 Haziran 2002
<b>İSTANBUL</B>'da yaşayan Ermeni kökenli vatandaşlarımız için yayınlanan güzel bir gazete var. Agos. Elime geçtikçe, haber ve yorumlarından yararlandığım bir gazete bu. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, 21 Haziran tarihli gazetede çok önemli bir yazı yazmış. 'Kıskaçtaki Ermenistan' başlıklı yazıda Dink, 'Son on yıllık dış politikasını daha ziyade ABD ile Rusya'nın bölgedeki çıkar çatışmasının ardına gizleyen, iki gücün bölgedeki çıkar dengeleri arasında tutunmaya çalışan Ermenistan'ın bu politikası artık sıfırı tüketmek üzere, çünkü artık sığınabileceği bir ABD-Rusya gerginliği veya güç çatışması yok' diyor.

Bu tahlili yaptıktan sonra da, bugüne kadar dış politikasını Rusya'nın bölgedeki hakimiyetine endeksleyen Ermenistan'ın 'şu sıralar hayli tedirgin, ne yapacağını şaşırmış durumda olduğunu' söylüyor.

Gerçekten de, Rusya'nın NATO'ya yaklaşması ABD ile stratejik anlaşma imzalaması ve enerji alanında rekabetin yerini işbirliği kararının alması, Kafkasya'daki denklemde köklü değişikliklere neden oluyor.

Bu değişimin somut işaretlerini bu hafta İstanbul'da da izleme fırsatı bulduk.

* * *

KARADENİZ Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün 10'uncu kuruluş yıldönümü nedeniyle Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan İstanbul'daydı.

Burada geniş bir parantez açmak istiyorum.

Aslında KEİ'nin, on yıl önceki kuruluş görkemini anımsayınca, 10'uncu yıl ne kadar sönük kalıyordu. Sanki, sönük olması için gayret sarf edilmişti. Örneğin, İstanbul'daki gazetecilerin - ben de dahil- toplantıdan son anda haberleri olmuştu. Oysa Azerbaycan, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan'ın yanı sıra birçok devlet başkanı gelmişti gelmişti İstanbul'a. Onlar kentte dolaşırken biz, gazeteciler uyumuştuk.

On yıl önce böyle miydi? Hepsinin peşinde, birbirini atlatarak özel haber çıkartmaya çalışan gazeteci ordusu dolaşırdı. O yıllarda Türkiye kendisini bölgesel güç olarak hissediyor ve öyle davranıyordu. Demirel ve Özal'lı günlerdi. Liderli günler.

Şimdi neler oluyor bize? Nasıl bir takatsizlik bu?

Parantezi kapatıyor, Oskanyan'a dönüyorum.

* * *

OSKANYAN İstanbul'da Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile görüştü. İlki New York'ta Davos toplantıları sırasında gerçekleşen bu buluşmanın ikincisi Reykjavik'deydi. İstanbul buluşması, iki dışişleri bakanının üçüncü kez bir araya gelişleri. Her iki bakan da temkinli bir dikkatle değerlendiriyorlar buluşmaları, ama bir yakınlaşma sürecinin başladığı kesin.

11 Eylül sonrası bölgedeki değişen dengeler ve Washington'un etkisi bu süreçte önemli rol oynuyor.

Oskanyan, İstanbul ziyaretinin ikinci gününde TESEV ve AVRASYA Derneği'nin ortaklaşa düzenledikleri bir toplantıda konuştu. Çok ilginç şeyler söyledi. Türkiye bölgesel bir güç olarak Ermenistan'ı dışlamamalıydı. Ermenistan'ın Türkiye'ye bir kötülük yapması mümkün değildi, zaten bu gücü de yoktu. 'Biz Türkiye'ye elimizi uzatıyoruz, bu eli tutun' diyordu Oskanyan. Önkoşulsuz olarak Türkiye ile diyalog başlatmak istediklerini söylüyor, sorunların bu diyalog ve karşılıklı anlayış ortamında daha kolay çözümleneceğini vurguluyordu.

Oskanyan, dört ay önce de Ermenistan Parlamentosu'nda Türkiye ile ilişkileri geliştirmek gerektiğini söylemiş yeni açılımlara davet etmişti parlamentoyu.

Ama bu iş o kadar kolay değil kendisine sordum.

Ya diaspora? Diaspora, Türkiye ile önkoşulsuz anlaşma ve diyalogdan söz edenleri yaşatmıyordu. Ter Petrosyan'ın akibeti ortadaydı.

İşte yanıtı:

'Türkiye ile aramızda diyalog başlarsa biz o zaman diasporaya, 'bizim işlerimize karışmayın. İşler iyi gidiyor, ilişkilerimizi bozmayın' diyebilir, onları susturabiliriz.' Üzerinde düşünmeye değmez mi?
Yazının Devamını Oku

Özgüven sahaya yansır

24 Haziran 2002
<B>O</B> muhteşem anın heyecanı henüz geçmemişti ki sahaya inen gazetecilerden biri mikrofonu <B>İlhan Mansız</B>'a uzatmış, ne hissettiğini soruyordu. Artık iyice inandım ki futbol ‘‘kafa işi’’. Mansız'ın yanıtı da bunu kanıtlıyordu zaten, hayattan ve deneylerden çıkan derin bir sonucu sade bir ifadeyle dile getirdi.

‘‘Kendimize güven geldi, bunu sahaya yansıtmayı başardık.’’

Başarının anahtarı bu. Özgüven.

Sadece futbolda değil, siyasette de ekonomide de başarının yolu kendine güvenmekten geçiyor.

Türkiye'nin, çağdaş ilkeleri benimseyip hayata geçirmesini engelleyen ‘‘ulusal hassasiyetler’’ duvarının temelinde de kendine, kendi insanına, vatandaşına güvensizlik yatıyor mu aslında?

Dün gazeteler, kendine güvenen ve güvenmeyen Türkiye'nin resimlerini gözler önüne seriyordu. Bir yanda ‘‘kendine güveni sahaya yansıtmayı başaranların’’ coşku patlaması, diğer yanda kendine güvensizlik kuyularında geleceğimizi kavruklaştıran korkuları dillendiren politikacıların demeçleri.

* * *

MHP
lideri Bahçeli, İstanbul İl Teşkilatı'nda yaptığı konuşmada, Türkiye'nin Avrupa Birliği projesine karşı olduğunu daha net ifadelerle ortaya koyuyor artık.

Bahçeli, Hükümetten ayrılma sinyalini yine verdi. Yine diyorum çünkü, Cumhurbaşkanı ile görüşmesinden sonra hükümetten ayrılabilecekleri mesajını veren Bahçeli, erken seçim baskılarının arttığı günlerde, yani bir hafta sonra geri adım atmıştı, şimdi anlaşılan hükümetin geleceği olmadığına iyice kanaat getirmiş olmalı ki İstanbul İl Teşkilatı ile yaptığı toplantıda, ‘‘MHP dışındaki siyasi partiler Parlamentoda ortak zemin oluşturma gayreti içindeler. Ama biz bu girişimlere ortak olmayacağız. Ortaklarımız bu üç konuyu Meclis'ten geçirmekten başka çare olmadığını düşünüyorlarsa yeni hükümet oluşumunun önünü açmaya hazırız’’ diyor.

Bahçeli'nin ‘‘üç konu’’ dediği Kopenhag kriterlerine siyasi uyum için gerekli olan idam cezası, ana dilde öğrenim ve yayın haklarıyla ilgili yasakların kaldırılması.

Neden? Bahçeli, nedenleri şöyle açıklıyor:

‘‘Kopenhag kriterleri PKK'nın isteklerine dönüştü. Bu kararları hayata geçirirsek, yarın bize toprak verin derler, ülkeyi karış karış bölerler.’’

Şimdi sevgili okurlarım, bu kendi halkına güvenmemek değil midir? Bir devlet, onu oluşturan insanların bir kısmının haklarını, özgürlüklerini korumaktan korkuyorsa eğer temeldeki neden güvensizliktir. Kendine ve halkına güvensizlik.

* * *

TERÖR
örgütünün siyasi talepleri, havadan inmez. Terör örgütleri de bütün siyasi örgütlenmeler gibi, halkın somut taleplerinin tesbitinden yola çıkarlar.

Bölücülüğe karşı en doğru mücadele yöntemi, halkın isteklerinin ve ihtiyaçlarının devlet tarafından ulusal bütünlük çerçevesi içinde karşılanması ve bölücü örgütün geniş kitlelere ulaşmasının önünün kesilmesi değil midir?

Sevilla zirvesi sırasında, terör sorunun Kopenhag ilkeleri çerçevesinde çözümünün örneğini gördük. Toplantı boyunca ayrılıkçı terör örgütü ETA tam beş ayrı bombalı olay gerçekleştirdi. Onlara ilk tepki, kendi dilini rahatça konuşan, kültürel özerkliğe sahip Bask halkının bölgesel parlamentosundan geldi. ‘‘ETA'nın mücadele yöntemine kökünden karşıyız’’ dediler. Terörü ve ETA'yı kınadılar.

İspanya, ETA'ya karşı Bask halkıyla birlikte mücadele ediyor. Ama Bask halkının taleplerine kulak vermiş, haklarını tanımış olmak İspanya'yı ne istikrarsızlığa sürüklüyor ne de bölünmeye.

* * *

ALTIN
golü Türkiye'ye hediye eden İlhan Mansız, ‘‘Kendimize özgüven geldi, bunu sahaya yansıtmayı başardık’’ diyor. Siyasetin de ihtiyacı bu. Halkına, kendi gücüne gerçekten özgüven olsa sahaya öyle bir yansıyacak ki.
Yazının Devamını Oku

Sevilla-Kopenhag ince kısa bir yol

23 Haziran 2002
<B>SEVİLLA</B>'da Avrupa Birliği Türkiye'ye,<B> ‘‘cesaretlendirici’’</B> bir mesaj vermekle yetindi. Kopenhag Zirvesi'ne kadar, AB kriterlerinin yerine getirilmesi durumunda Aralık'taki zirvede Türkiye ile ilgili ‘‘yeni kararlar alınabileceği’’ vurgulandı zirvenin sonuç bildirisinde.

Oysa, son aylarda yaşadığımız gerilimlerin ve tartışmaların merkezinde bu zirveden, Kopenhag için daha net bir mesaj alma gayreti vardı.

Ankara'nın, Brüksel'deki tüm lobi faaliyetlerine rağmen, Avrupa Birliği henüz ‘‘Türkiye ile tam üyelik müzakereleri’’nden açık biçimde söz etmekten kaçınıyor. Bunu net ifadelerle resmi belgeye geçirmiyor.

Daha düne kadar idam ve ana dilde eğitim konularında adım atılması için ‘‘neden bu kadar acele ediliyor?’’ diye soranlara yanıt Sevilla'dan geliyor.

İşte bu yüzden acele ediliyordu. Eğer, Kopenhag kriterlerine uyum için daha ciddi ve kararlı adımlar atılıyor olsaydı, Sevilla'nın sonucu da farklı olacaktı.

Pekiyi şimdi, Sevilla sonrası neredeyiz?

* * *

NEREDE olduğumuzu anlamak için bu zirveden çıkan kararlara geniş açıdan bakmakta yarar var.

Avrupa, bir yandan yabancı karşıtı propagandalarla sağın yükselişe geçtiği bir ortamda ‘‘göçe dur’’ diyerek kapılarını daha fazla yabancıya kapatma kararı alıyor. Diğer yandan genişleme sürecine start veriyor.

Kopenhag Zirvesi'nde on adaya tam üyelik kapısı açılacak.

2003 baharındaki AB Zirvesi'nde on ülke ile Katılım Anlaşması imzalanacak.

Bu ülkeler, 2004 yılında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılacaklar. Hangi ülkeye kaç sandalye düşeceği Nice anlaşmasında belirtilmişti.

Romanya ve Bulgaristan ise ilk dalganın dışında kaldılar. Tam üyelik müzakereleri öngörüldüğü gibi hızlı ilerleyemedi. Bu iki ülkenin, AB'ye önümüzdeki on yıl içinde üye olması öngörülüyor. Süreci hızlandırmak için Avrupa Birliği Romanya ve Bulgaristan'a maddi desteği artıracak.

Türkiye ise genişleme resminde yer alıyor. Avrupa Parlamentosu'nun 2004 seçimlerine katılamayacak. Ama, ondan sonrakinde neden olmasın?

* * *

KIBRIS konusunda ise daha önce belgelerde pek ortaya çıkmayan bir hususun altı çiziliyor. Kopenhag Zirvesi'nde Kıbrıs'ın tam üyeliğe kabul edileceği belirtiliyor ancak, Avrupa'nın tercihinin sorunlarını çözmüş bir Kıbrıs'ın üyeliğinden yana olduğu vurgulanıyor. Avrupa hukukunun uygulanabilmesi için Güney ve Kuzey Kıbrıs arasında anlaşmanın sağlanması gerektiğine de değiniliyor belgede açıkça.

Çözüm baskısının sadece Türk tarafı değil, Rumların üzerinde de olduğunu gösteriyor bu.

Sevilla'dan beklediğimiz sonuç çıkmıyor. Daha doğrusu, istediğimiz sonucu, hazırlıklarımızı tamamlamadığımız için çıkartamıyoruz.

Şimdi hedef Kopenhag. Futbolda kazandığımız zaferin hızıyla Kopenhag yoluna bugünden itibaren çıkmamız lazım. Sevilla-Kopenhag arası ince ve uzun değil, kısa hem de çok kısa bir yol.
Yazının Devamını Oku

Bir terör uzmanı diyor ki

21 Haziran 2002
<b>26</B> Şubat 1993'de Washington'da Beyaz Saray ve Pentagon'dan yetkililere verdiği bir brifingde... 'Önümüzdeki dönemde ABD'nin bir numaralı düşmanı İslamcı köktendincilik olacaktır' dediği zaman kimsenin kendisini ciddiye almadığını söyleyen İsrailli terör uzmanı Yigal Carmon, 'Ama hayat beni doğruladı. New York'ta ikiz kulelere karşı girişilen ilk bombalı eylemin haberi geldiğinde, konuşmamın üzerinden henüz 24 dakika geçmişti' diyor.

Arı Hareketi'nin, dün başlayan Ortadoğu'da Güvenlik ve İşbirliği konulu sempozyumuna katılmak üzere İstanbul'a gelen Yigal Carmon ile son gelişmeleri tartıştık.

İsrail'in eski Başbakanı Barak'ın da terör konularında danışmanlığını yapmış olan Carmon'a ilk sorum, 'intihar saldırılarına karşı şiddet ile mücadele etmek bir çözüm olabilir mi?'ydi.

Önceki gün, yeni bir intihar saldırısıyla sarsılan İsrail'de dün İsrail Ordusu işgal ettiği yerleri tekrardan işgale başlamıştı. Şiddet-terör-şiddet-terör... Fasit daire. Teröre karşı mücadele yöntemi olabilir miydi bu?

'Köktendinci terörün, din ile ilgisi olmadığı ileri sürülüyor. Önce bunun yanlış olduğunu anlayalım. Her dinin içinde köktencilik var. Müslümanlıkta, Hıristiyanlıkta, Yahudilikte. Köktenci din adamları teşvik ediyor radikalliğe insanları. Din adına terör eylemine kalkışanları bu göreve gönderen din adamlarıdır. Dini ideoloji adı altında terörist ideolojiyi yayıyorlar o yüzden buna karşı mücadele eğitim ve hukuk devleti ilkeleriyle olmalıdır.' Örnek veriyor Carmon: 'Ortadoğu'daki İslam ülkelerinde cihat yasaklanmalı. Çünkü cihat, tarih boyu kutsal bir savaş çağrısı olmuştur. Cihat, dini bir görev olarak konuyor insanların karşısına, çocuklar şehit olmaya özendiriliyor. Bu bir ideolojidir. İnsanları yaşamaya değil ölmeye teşvik eden bir ideoloji. Bunları din tarihinin kavramları olarak değil, şimdiki zamanın değerleri olarak öğretiyorlar. Bu eğitim yasaklanmadıkça sonuç almak çok zor.'

* * *

BİR de madalyonun öteki yüzü var. Toprakları İsrail işgali altındaki Filistin halkının elindeki tek silahın intihar saldırıları olduğunu söylüyor Arap dünyasının bazı ileri gelenleri. İsrailli terör uzmanı bu görüşe de karşı çıkıyor: 'Neden Barak'ın önerilerini kabul etmediler? İki yıl önce yüzde 97 oranında toprak bırakılıyordu kendilerine. Neden uzlaşmadılar? İntihar saldırıları tamamen dini nitelik taşıyor. Kendilerini patlatan bu insanların, ölüme gitmeden önce videoya çekilen konuşmalarından da anlaşılacağı gibi onlara ölmeyecekleri aşılanıyor. Filistin televizyonunda Cennetteki hurilerin filmleri gösteriliyor.'

* * *

FİLİSTİN lideri Arafat ile ilgili söyledikleri de ilginç Carmon'un. Arafat ile bu soruna çözüm bulunamayacağını, herkes gibi o da tekrarlıyor. 'Hiç kimse alternatifsiz değildir. Yavuz Sultan Süleyman'ın, hatta Atatürk'ün bile koltukları boş kalmadı. Arafat mı yeri doldurulamayacak tek kişi? Kaldı ki Hamas'ın gücü de belli. Yüzde 14-18 arasında. Yeni bir liderlik iş başına gelir. Afganistan'daki gibi makul bir insan yönetimi alır, kendisine yardım edilir ve bu sorun da çözülür. Ama Irak faktörünü göz ardı etmemek lazım.'

* * *

İSRAİL'de olayların tırmanması, Filistin sorununun derinleşmesi sayesinde, Bush Yönetimi'nin takıntısı haline gelen Irak'a operasyon konusunun geri plana düştüğü sanılıyordu. Hayır. Tam tersine konu birbiriyle ilintili hale getirildi. Carmon ABD'de de taraftar bulan bu görüşü şöyle açıklıyor: 'Saddam, Arap kamuoyunu arkasına almak için yabancı düşmanlığını yayıyor. Filistin halkının arkasında olduğu için saldırıya uğrayacağı propagandasını yapıyor. O yüzden de bu çatışmanın sürmesini istiyor. Bu durum onun işine geliyor.'

Ama ne Irak ne de başka bir ülke, Carmon'a göre İslamcı fundamentalizmin arkasındaki esas güç İslam dünyasına Vahabiliği yaymak isteyen Suudi Arabistan. ABD eninde sonunda bu gerçekle yüzleşmek durumunda.

'Teröristlerin yeni saldırısının nereden geleceğini bilmek istiyorsanız, Vahabi parası ile beslenen kurumlardan gözünü ayırmayın' diyor Carmon.
Yazının Devamını Oku

Hassasiyet zincirleri

17 Haziran 2002
<B>AVRUPA </B>Birliği tartışmaları, öyle bir noktaya vardı ki, Kopenhag kriterleri olmasaydı, Türkiye hiçbir sorununu çözmek zorunda kalmayacaktı gibi bir izlenim veriliyor. Soruyorum. Eğer Avrupa Birliği'nin kriterleri olmasaydı Türkiye idam, ana dil, olağanüstü hal, siyasetin sivilleşmesi konularında hiçbir şey yapmadan yoluna devam edebilecek miydi?

Eğer, Avrupa Birliği bu yıl sonunda Kıbrıs'ın üyeliği için karar vermeseydi, Kıbrıs diye bir sorunumuz olmayacak mıydı?

Bazıları Avrupa Birliği'ne karşı olabilir. Bunu anlayışla karşılarım. Üye ülkelerde bile var böyle düşünenler. Le Pen örneğin, Fransa'nın ırkçı politikacısı, partisi iktidara gelince Avrupa Birliği ile olan tüm anlaşmaları feshedeceğini söylüyor.

Avrupa Birliği'ne karşı olmak ayrı konu. Onu kendi içinde tartışabiliriz.

AB tarım politikalarının, ulusal tarıma zarar verip vermeyeceğini, AB'nin balıkçılık konusundaki mevzuatına uyum sağlamanın balıkçılığımızı riske sokup sokmayacağını Avrupa Birliği'ne üyelik konusuyla ilgili olarak tartışabiliriz.

Ama Kürt sorunu, askerin siyaset üzerindeki etkisi ve Kıbrıs'ta çözümü Avrupa'nın dayatması olarak algılar ve kamuoyuna meseleyi böyle sunarsak 'yalan' söylemiş oluruz.

Avrupa Birliği hedefi olsa da olmasa da, Türkiye, iç barış ve istikrar ortamına kavuşmak için bu konuların üzerine gidip, sorunlarını çözmek zorunda.

*

SAĞ
ve soldaki milliyetçi radikaller, Avrupa Birliği'nin, 'ulusal hassasiyetler'imizi hiçe sayarak kritik konularda Türkiye'ye adımlar attıracağını, sonra da tam üyelik sözü vermekten vazgeçeceğini söyleyerek, sorunlara çözüm arama refleksini felç etmeye çalışıyorlar.

Örneğin, Türkiye'nin Kürt kökenli vatandaşlarının, ana dil öğrenme hakkını, Avrupa'nın Türkiye'yi bölmek için hazırladığı gizli planın bir parçası olarak takdim ediyorlar.

Bölücü planların, ancak sorunların ortadan kaldırılmasıyla boşa çıkartılabileceği gerçeğini bir yana bırakın, farklılıklara yaşam hakkı tanımayan yaklaşımın sorunları daha da derinleştirdiğini bilmiyorlar mı?

Ana dillerini öğrenme hakkına kavuşurlarsa, ulusal birliğimizi bozacaklarından korkulan insanlar kimler? Potansiyel düşman gözüyle bakılanlar kimler? Bizleriz. Bu ülkenin vatandaşları.

Bir başka örnek de Kıbrıs. Bu konuda da büyük yalanlar söyleniyor.

Avrupa Birliği süreci olmasa Türkiye rahatlayacak mı? Türkiye'nin verecek hiçbir hesabı kalmayacak mı Kıbrıs'ta?

Kıbrıs konusu Birleşmiş Milletler gündeminden düşecek mi? Güvenlik Konseyi, çözüm istemeyen tarafın kim-kimler olduğunu belirleyen ve onları ambargo tehdidiyle karşı karşıya bırakacak olan raporunu hazırlamayacak, kararını sonsuza kadar erteleyecek mi?

*

SORUNLARI 'hassasiyetler'
olarak görmekten vazgeçmedikçe, ulusal çıkarları doğru bir biçimde tartışma noktasına hiçbir zaman ulaşamayacağız.

Çözüm bekleyen sorunları bugün sadece Avrupa Birliği'nin önümüze sürdüğü tam üyelik kriterleri gibi algılıyorsak eğer, bunun esas sorumlusu siyasettir. Halkın taleplerinin siyasi irade haline dönüştürme gücünden mahrum, vesayet altındaki siyaset.
Yazının Devamını Oku