Ferai Tınç

Feminen Parti

9 Kasım 2003
<B>FEMİNEN</B> Parti ne demek? CHP milletvekili <B>Güldal Okuducu,</B> Türk Ceza Yasa tasarısında kadınlarla ilgili maddelerin tartışıldığı dünkü toplantıda <B>‘‘CHP, kadınların sesini yansıtan, onların talepleri doğrultusunda politikalar üretmekte istekli olan bir Partidir. CHP feminen bir partidir’’</B> dedi. Kadınsılık, sadece erkeksi tonların hakim olduğu bakış açılarının, hayatlarımızı soktuğu çıkmazlardan kurtaracak sihirli denge unsuru.

CHP bunu ne kadar başarıyor bir şey diyemem ama, Türk Ceza Tasarısı konusunda ciddi çaba harcadığını söyleyebilirim.

Anayasa Alt Komisyonu'nda tartışmaları devam eden tasarıyla ilgili olarak Komisyon'un CHP'li üyesi Orhan Eraslan çok önemli bir noktaya değindi.

AKP'nin yeniden düzenlediği yasa tasarısının sadece kadınlar açısından değil tümüyle, herkes için yanlış bir bakış açısıyla kaleme alındığını söyledi.

‘‘Bu ceza yasa tasarısının merkezinde insan değil mülkiyet var. İnsandan önce mülkü koruyor. Avrupa Birliği hedefi olan bir ülkede insanı bu kadar dışlayan, dikkate almayan bir tasarı hazırlanamaz’’ diyor Eraslan, ‘‘Kadınlar, kendileriyle ilgili konularda hassasiyet gösterdi. Tartışma yarattılar. Keşke herkes aynı hassasiyeti gösterseydi.’’

* * *

HER konuda doğru bir yaklaşıma sahip olup da sadece kadın konusunda geri bir tavır sergilemek mümkün olabilir mi? Ya da tersi, kadınları hiçe sayarak, topluma refah ve ilerleme vaad edilebilir mi?

Avrupa Birliği'nin Türkiye raporuyla ilgili olarak önceki gün İstanbul'da gazeteci arkadaşlarımla birlikte sorular yönelttiğimiz AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Hansjörg Kretschmer, ‘‘Türkiye'nin imajı Avrupa'nın liberal demokratik imajına uymuyor’’ diyordu.

Kadın, erkek, çocuk. İnsanı sistemin merkezine oturtmayan bir anlayışla bu uyumu nasıl yakalayacağız pekiyi?

* * *

TASARIDAKİ zihniyet, cinsel suçları bireye değil ‘‘topluma’’ karşı işlenmiş, suçlar olarak değerlendirerek kendisini ortaya koyuyor. Namus, töre gibi hususlar kadının insan haklarından ve özgürlüğünden önde tutuluyor. İşe böyle başlayınca sonucun nerelere vardığını tahmin edemezsiniz. Örneğin, evli kadına tecavüzün suçu daha ağır. Neden biliyor musunuz?

Çünkü evli kadına tecavüz kocaya zarar veriyor da ondan. Bekarda tahrip olan sadece kadın, namusuna halel gelecek koca yok. Bu zihniyete göre, hafifletici neden. Hele de tecavüzcü kızı ‘‘alırsa’’, sorun da kalmıyor.

Bazı konularda, eski yasadan bile geri adımlar var. İmam nikahı örneğin. Eski yasada, medeni nikahtan önce imam nikahı kıyana, hatta muhtara bile yaptırım öngörülürken bu tasarıda bunlar kalkmış.

Yıllardır, kadınların miras gibi haklarından mahrum kalmamaları için verilen resmi nikah mücadeleleri bir kalemde silinmiş.

Bir yandan türbanı, insan hakları ve özgürlükler çerçevesi içinde savunacaksın, öte yandan, insanın haklarını ve sorumluluklarını düzenleyen Ceza Yasası'nda kadınlara erkeklerin ‘‘özel mülkiyet alanı'' gibi bakacaksın. Bu samimiyetsizlik değil midir?

* * *

ÖRNEKLER çok. CHP kadınların bu konuda iki yıldan beri yükselttikleri seslerine kulak vererek hazırladığı değişiklik önerilerini dün kamuoyunun tartışmasına açtı.

Aslında yasa, ceza yasası, sadece kadınları değil herkesi, yarınlarımızı ilgilendiriyor.

Diğer partilerden de ses çıkmalı. ‘‘Feminen’’lik öykünülecek bir haslettir.
Yazının Devamını Oku

Avrupa'dan ara karar istenebilir

7 Kasım 2003
<B>AVRUPA</B> Birliği, Kıbrıs ile ilgili koşulu ilk kez Türkiye'nin karşısına çıkartmıyor. Gümrük Birliği Anlaşması'yla birlikte, 1995'ten bu yana Kıbrıs ve Ege sorunları Türkiye-AB siyasi diyalog'çerçevesi içinde yer alıyor.

Hatırlayın. Türkiye'ye adaylık tanınan 1999 Helsinki Zirvesi'nin sonuç kararında da Kıbrıs ve Ege sorunları Türkiye'nin karşısına yine çıkartılmıştı.

Zamanın Finlandiya Başbakanı Paavo Lipponen, bu nedenle Ankara'da doğan sıkıntıyı dağıtmak için Başbakan Ecevit'e bir mektup yazarak, ‘‘4 ve 9a paragraflarına atıfta bulunulmasının üyelik kriterleriyle ilgili olmadığını, siyasi diyalogun ima edildiğini’’ söylüyordu.

4 ve 9a neydi? Bunlar Helsinki kararında, adayları tam üyeliğe hazırlama sürecini tarif eden paragraflar arasında yer alıyor.

4'üncü paragraf, adayların tam üyelik için komşularıyla sınır sorunlarını çözmesi gerektiği koşulunu getiriyor. Eğer 2004'e kadar bu gerçekleşmediyse, şikayetçi tarafın konuyu o yılın sonuna kadar Lahey Adalet Divanı'na götürmesi gerekiyor.

Bu madde, Türkiye'nin durumunda Ege sorunlarını kapsıyor.

9a ise Kıbrıs sorunuyla ilgili.

Son ilerleme raporunda da Kıbrıs bu çerçevede, yani Finlandiya Başbakanı'nın mektubunda vurguladığı gibi siyasi diyalog çerçevesinde geliyor gündeme.

Pekiyi ‘‘diyalog’’ tehlikeye girerse, ‘‘müzakere’’ nasıl başlatılacak?

O nedenle, bu konu Kopenhag kriterleri arasında değil demenin anlamı yok.

* * *

2004'de verilecek kararda siyaset çok önemli bir ağırlığa sahip olacak.

İşte meselenin püf noktası da burada. 2004'de Türkiye ikinci bir Lüksemburg yaşayabilir.

1997'de Mesut Yılmaz Hükümeti'nin yaşadığı hayal kırıklığı ile şimdi AKP karşı karşıya kalabilir.

Türkiye-AB ilişkileri ikinci bir hayal kırıklığını kaldırabilecek mi?

Kaldıramazsa ne olur? Sadece Türkiye açısından değil ama Avrupa açısından da istikrarsızlık dolu bir bilinmezliğe bir kapı açılmaz mı?

* * *

NE yapmalı? Türkiye Avrupa hedefinden vaz mı geçmeli? Reformlardan geri mi dönmeli? Bence hayır.

Avrupa Birliği'ne tam üyelik yolu hem içeride hem de dışarıda verilmesi gereken bir mücadele süreci.

Üstelik Türkiye'nin durumunda bu, her an gol yemeğe hazır olmak zorundaki bir kalecinin dikkatini ve hızlılığını gerektiren bir süreç.

Yapılacak hiçbir şey yok mu? Var.

Avrupa Birliği Kopenhag'da, Türkiye ile ilgili kararını 2004'e ertelemişti. Neden 2003 Aralık geçiştiriliyor?

Berlusconi madem bu kadar dostumuz, dönem başkanlığını devredeceği zirvede bir jest yapabilir.

Türkiye'yi müzakere sürecine bir adım daha yaklaştıran bir ara karar çıkartılması için kolları sıvayabilir.

Avrupa Birliği konularında az sayıda uzmanımız arasında aklıma ilk gelen isimlerden olan Büyükelçi Nihat Akyol, böyle bir şeyin yapılabileceğini söylüyor. ‘‘Kıbrıs bir engel olarak gösteriliyor. Bu ifade olumluya çevrilebilir ve Türkiye'nin çözüm çabalarını desteklemesi durumunda 2004'de tam üyelik müzakerelerinin başlaması için karar alınacağı sonuç belgesine net bir ifadeyle girebilir’’ diyor.

Bu rapora yansıyan ‘‘siyasi isteksizlik’’i telafi edecek ‘‘siyasi iradeyi’’ gösteren bir ara karar. Neden olmasın?
Yazının Devamını Oku

Raporun püf noktaları

3 Kasım 2003
<B>AVRUPA</B> Birliği, bir yıl sonra tam bugünlerde Türkiye ile tam üyelik görüşmelerine başlayıp başlamama konusunda kararını verecek. İşte çarşamba günü açıklanacak olan ve Türkiye'nin Avrupa ile uyum sürecini 2003'te ne ölçüde gerçekleştirdiğini gösteren ilerleme raporu, bu karara açılan yolun önemli basamaklarından biri.

Taslağı basına sızan ancak yorum kısmında bazı değişikliklerin yapılması beklenen rapor, kötü değil ancak Türkiye'ye yansıyan olumlu havanın abartılı olduğunu düşünüyorum.

Çok temel noktalarda eksikliklerin sürdüğünü söylüyor Brüksel.

Örneğin, Hükümetin Avrupa normlarına uyumda ‘‘En üst düzeyde yani hükümette siyasi iradenin var olduğu’’ vurgulanıyor, ancak uygulama alanında, yani bürokrat, yerel yönetimler ve hakimler seviyesinde reformların engellendiğini kayda geçiyor.

Esas fikir, uygulamadaki eksiklikler. Askerin siyasetteki rolü ve dini azınlıkların sorunlarının aşılamaması konularında da ciddi eksiklikler olduğu vurgulanıyor.

133 sayfalık raporda dikkatimi çeken noktalar şunlar:

İşkence yasaklanmasına rağmen Manisa davası gibi önemli bazı davalarda suçlular, bir türlü gerekli cezalara çarptırılamıyor. Anadilde eğitim ve yayın hakları hala hayata geçirilemiyor, bunun için gerekli düzenlemeler yapılmadı.

Adalet mekanizmasının, yargı süreci çok ağır, davalar çok uzun sürüyor. Fikir ve ifade özgürlüğü ile ilgili yasalar daha etkin biçimde hayata geçirilmedi.

Örgütlenme özgürlüğündeki sınırlamalar sürüyor. İnsan hakları konularını kapsayan 500 davanın bulunduğuna dikkat çekiliyor.

Müslüman olmayan azınlıkların din özgürlüğü ve mülkiyet hakları konularındaki sıkıntılar sürüyor. Ruhban okuluna izin verilmiyor, Müslüman olmayan azınlık din adamı yetiştiremiyor.

* * *

BU rapordaki bir diğer önemli nokta da siyasetin sivilleşmesi. Askerin siyasetteki rolünün sadece Milli Güvenlik Kurulu'nda yapılacak değişiklikler ile sorun olmaktan çıkartılamayacağı bir kez daha anlaşılıyor.

MGK'nın yapısı kadar, hatta ondan daha fazla başka taraflara da bakılmış rapor yazılırken. Örneğin, askerlerin toplumsal yaşam, iç ve dış politika ile ilgili açıklamalar yapmaları raporda, ‘‘askerin siyasetteki rolünün devam ettiğine’’ örnek olarak gösterilmiş.

RTÜK ve YÖK gibi iki önemli sivil kurumda asker temsilcinin bulunması da diğer olumsuz örnekler arasında.

Bir başka önemli adım da Milli Savunma Bütçesi'nin Meclis onayı ve denetimine açılması. Diğer Avrupa ülkelerindeki gibi.

2004 İlerleme Raporu'nun tam üyelik müzakerelerine vize vermesi için, Brüksel'in çıkarttığı yapılacaklar listesinde işte bunlar var.

* * *

BANA göre raporun önemli kısmı dış politikaya ilişkin değerlendirme. Türk-Yunan ilişkilerinde ilerleme sağlandığı ve Kıbrıs konusunda Türk hükümetinin çözümü desteklediğinin raporda yer alması önemli.

Çünkü Avrupa ile Türkiye arasındaki siyasi diyalogun sürmesinin koşullarından biri de Ege sorunlarında ilerleme sağlanması. Ve Kıbrıs meselesi. Kıbrıs'ın tam üyeliği öncesinde tarafların çözü konusundaki tavırları değerlendirilecek.

Bu karardan bir yıl önceki raporda Türkiye'nin ‘‘Kıbrıs'ta acil çözümü desteklediği’’nin kayda geçmesi, -tabii son an değişikliği olmazsa- iyi ve gerekli bir referans bizim için.

Raporu derinlemesine tartışmak için yine de çarşambayı bekleyelim.
Yazının Devamını Oku

Sayısal gece

2 Kasım 2003
BİR yıl boyu her Salı, arkadaşım Nil ile birlikte sabah yola çıkar, akşam dönerdik İzmit'ten. Çadırlardan birinde çocuklarla seramik, yaratıcı faaliyetler, tiyatrolar yapardık, evlerinin altında kırılan fayların, ruhlarındaki izleri silinsin diye. Bir ulusun seferberlik günleriydi onlar. Bir kadın, hem de büyük bir sorumluluğu eşiyle paylaşmış olan bir kadın o günlerin anılarını taşıyan kitabını yolladı bana.

‘‘Geride resimler kaldı’’. Münire Özbey.

Münire Özbey, 17 Ağustos 1999 günü Gölcük'te yapılan devir teslim töreni ile Donanma Kurmay Başkanlığı'na atanan Mustafa Özbey Amiral'in eşi.

Amiral ile ilk kez Kardak krizi sonrasında tanışmıştım. O dönemin Genel Kurmay Başkanlığı'nda çok tartışılan ‘‘çalışma grupları’’ndan birinin, Yunanistan ve Kıbrıs masasının başındaydı.

Sonra Gölcük'e tayin olmuştu.

Bugüne kadar sessizliğini koruyan Münire Özbey, içimize gömdüğümüz, anımsamak istemediğimiz, Allah'a havale ettiğimiz bir uyuyan sorunu, yeniden karşımıza çıkartıyor.

Ben, o dönemin ayrıntılar arasında kalan bazı gerçeklerini ilk kez bu kitaptan öğrendim.

* * *

1999 Yüksek Askeri Şura kararıyla Gölcük'e Mustafa Özbey Amiral ile birlikte iki Tuğamiral daha atanır. Münire Özbey'in kaleminden okuyalım gerisini.

‘‘...Aynı Şura kararıyla Tuğamiral Özbek Gürgün, Gölcük Üs Komutanı ve Tuğamiral Nadir Kınay, Gölcük Tersane Komutanı olarak atandı.

Bu iki amiral, 16 Ağustos günü eşleri ve çocuklarıyla neşe içinde Gölcük'e geldiler; yeni yaşamlarına başlamak için...

O iki Amiral Gölcük'te sadece bir gün görev yaptılar. 17 Ağustos sabahı, Gölcük'te eşleri ve birer evlatlarını depreme sundular. Sonra yeniden atandılar. Bir günlük Gölcük görevinin hazin bir hikayesidir bu.’’

Felaket günlerinin en insani ayrıntılarını anlatan, bir arabadan dağıtılan peynir, ekmek ve suyu almak için sessizce sıraya giren, sonra da yıkılan Orduevi'ne arkasını dönüp, göz yaşları içinde elindeki ekmeği çiğnerken, ‘‘acının arttırdığı mazoşist bir lezzet duygusunu utanarak fark eden’’ çıplak ayaklı bir Komutan eşinin samimi tanıklıklarını nefesimi tutarak okudum. Okurken bir şey fark ediyorum.

Dört yıl önce yaşadığımız travmadan çıkardığımız dersler, beton, çelik, taş ile ilgili ama ya yaşam? Derinlemesine düşündük mü? Sarsılma duygusunu, edinme dürtüsünü, kaybetme korkusunu hiç didikledik mi? Ya arınma? İnsanın kendisiyle, kaçamaksız yüzleştiği bu deneyimin tanıklıklarında, bu sorumun yanıtını buldum.

* * *

‘‘SAYISAL Gece’’ adlı deneme ve bu kıpkırmızı resim aklımdan hiç çıkmayacak.

‘‘Aslında bizi hayata bağlayan iplerin ne kadar ince olduğunun farkında mısınız? Bu depremde İlahi Güç, 17 Ağustos'ta ‘‘Sayısal Gece’’yi Gölcük'te düzenledi. Kazananlar, kaybedenler; kalanlar mı gidenler mi bilinmez! Bu resim işte o ‘‘Sayısal Gece’’yi anlatıyor. O Yüce Güç, parmaklarına kırmızı paletini takmış, kendi resmini boyuyor. Resmin önündeki meleğe şöyle diyor. Hadi toparlanın, boyanızı fırçanızı alın Gölcük'e gidiyoruz. Hayatı yeniden boyamak için.’’
Yazının Devamını Oku

1963-2003 hep aynı tartışma

31 Ekim 2003
<B>KÜÇÜK</B>, el kadar bir kitap. Beyaz kapağı sararmaya yüz tutmuş, saman kağıttan sayfaları sapsarı. 1963 yılında İstanbul'da Dünya Yayınları'nda basılmış. Yazarı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet serüvenimizin tanıklarından Falih Rıfkı Atay. Kitabın adı ‘‘Batış Yılları’’.

Atay'ın Türk gençlerine, Osmanlı'nın batış yıllarında Türklerin durumunu anlatmak ve nereden nerelere gelindiğini göstermek. Atay, 60'larda kaleme aldığı köşe yazılarında cumhuriyet projesinden ‘‘sapma’’ olarak gördüğü noktalara değiniyor.

Bugün AKP hükümetiyle yaşanan gerginlikler, ileri sürüldüğü gibi ‘‘yapay gerginlikler’’, ‘‘boş tartışmalar’’ mı?

Hayır. Bu tartışmaların, Cumhuriyet projesinin ‘‘Batılı toplum’’ yaratma hedefi ile Türkiye'nin bu hedefe uyum sağlayamayan dinamikleri arasında var olan ve süre gelen çatışmalardan kaynaklandığını apaçık bir kez daha gözler önüne seriyor, Batış Yılları.

Şimdi sözü, Falih Rıfkı Atay'a, onun 1960'lardan günümüze uzanan köşe yazılarından alıntılara bırakıyorum.

GECEKONDU DEMOKRASİ

Atatürk devrimleri, ki bu topluluğu çağımız medeniyetine katmak için sadece temel ve malzemedirler, onlardan fedakarlık üzerine ancak bir gecekondu demokrasisi kurulabilir. Eğer biz sağlam temelli ve iyi malzemeli bir demokrasi kurmak istiyorsak, onun Başbakanı apaçık bu devrimleri ayrı ayrı savunmakla kalmayacak... Kendisi, bütün ailesi ve çevresi ile beraber devrimci yaşayışına uyduktan başka memleket uyanıklarını ve aydınlarını yeniden bu yaşayış uğruna savaşa çağıracaktır.

MEDENİYET DAVASI

Bizler yüz küsur yıldan beri kurtuluş savaşı içindeyiz. Bu uğurda, hepsi Türkiye'yi Batı medeniyet ve hukuk toplulukları arasına katmak davası ile türlü devrimler yapmışızdır. Ama Batı sistemine uygun bir tek devrim, bir tek devrimci gördük. O da Atatürk devrimleri ve Atatürk'tür. Atatürk devrimlerinin temeli, Laisizm'dir. İçtimai hürriyetlerdir. Biz bugün...Hala davamızın bir ‘‘medeniyet’’ davası olduğunu kavrayamayanların kurbanlarıyız. (s104)

SEÇMEN DALKAVUKLUĞU

Eskiden padişah ve vezir dalkavukluğu ne ise, bizim demokraside halk dalkavukluğu da o! Zat-ı Akdes-i padişahi yerine haşmetlû seçmen! Biz halk düşmanları, bu memleket köylüsünün bir gün önce Danimarka köylüsü gibi ileri, hür, mesut olmasını istiyoruz... Köyü yobazlık elinden kurtarmaya çalışmamız bundan. Halk dostu olanlar ise onu olduğu gibi bırakmak isteyenler, çocuğunun beynini hafız okullarında çürütmesine ses çıkartmayanlar.

DİN ADAMLARININ KILAVUZLUĞU

Din okulları Türk camilerine Atatürkçü ve Medeni Kanun'cu imamlar yetiştirmedikçe, din adamları, vaktiyle Lübnan'da Katolik, bütün Osmanlı memleketi içinde Ulah, Sırp, Rum, Ermeni papazlarının yaptıkları gibi Batı medeniyetçiliğinde halka kılavuzluk edici olmadıkça yuvarlanış durdurulamaz.

BATILILAŞMA KÜLTÜR DAVASIDIR

Batılılaşma derinliğine, iyice derinliğine bir kültür ve eğitim davasıdır... Eskiler, kılık değiştirmekle insan batılı olmaz derlerdi. Tamamlayalım. Fabrika kurmakla da olmaz, Beton köprü yapmakla da olmaz. Sulama kanalları açmakla da olmaz. Batılı lise kültürü üzerine dayanan bir üniversite kültürü ve aynı sistemde köklere doğru inen bir ilk eğitim. Son köyün son kız çocuğuna kadar!

KONYA'DA BİSİKLETLİ KADIN

Bir komşu hanım var. 1930'da ondört onbeş yaşındaki genç kız arkadaşlarıyla Konya çarşısında bisikletle dolaştıklarını anlattıktan sonra: ‘‘Acaba bugün de buna imkan var mı?’’ diye sordu. İçtimai gelişme bakımından biz, büyük şehirlerin bazı semtleri dışında 1930'dan tam sekiz yıl gerideyiz. Bir tek erkeğin iki karısı oldukça, ve bir tek kadın peçeli gezdikçe Türkiye'de devrimler bitmemiş demektir. Benim bildiğim bu.

40 yıl önceden 40 yıl sonraya uzanan mesajlar...
Yazının Devamını Oku

İsrail kredisiyle Musul'da Kürtlere toprak satışı

27 Ekim 2003
<B>ORTADOĞU</B>'da birleştirici söyleme, barış girişimlerine en çok gereksinim olduğu bir dönemde, olumsuz etki yapacağını bilerek de olsa bazı gerçeklerin altını çizmek zorundayım. Malum bu köşenin adı <B>‘‘Dipnot’’</B>, tamamlayıcı ayrıntı da denebilir, gözden kaçanlara dikkat çekmek de. İsrail gazetelerinde yayınlanan bir haberin üzerine gidip araştırınca Musul ve Kerkük'de ilginç bir olay yaşandığını öğrendim.

İsrail kaynaklı habere göre, İsrail Musul'da toprak satın alıyor, Türkiye ise bu gelişmeden rahatsızlık duyduğu konusunda Kudüs hükümetinin dikkatini çekiyordu.

Biliyorsunuz Musul ve Kerkük, birinci Körfez Savaşı sırasında Kuzey Irak'ta ilan edilen Güvenli Bölge'nin dışında bırakılmıştı. Saddam Yönetimi Amerikan işgaline kadar buradaydı.

Ve bölgeyi Araplaştırdı.

Binlerce Kürt ve Türkmen aile Araplaşmayı kabul etmedikleri için mülksüzleştirildi, işsiz kaldı ve topraklarından sürüldüler.

Kendi kimliklerini korumak isteyenler ise Saddam'ın zindanlarına gönderildi.

Aslında Musul da Kerkük de, Bağdat kadar olmasa bile öyle güzel yerler ki.

Hele Musul, Dicle kenarındaki bu kentin tek ayrıcalığı petrol değil. Verimli topraklarıyla da dikkatleri üzerinde topluyor Musul.

İki ay önce gittiğim bu kentte, topraklar yeniden eski sahiplerine dağıtılmıştı. İnsanlar meyveler sebzeler yetiştirmeye başlamışlardı bile.

YENİ BİR ASİMİLASYON

Ama şimdi de bölgede yeni bir asimilasyon girişimi, zaten karmakarışık olan bu coğrafyada yeni istikrarsızlık kazanları kaynatıyor. Saddam'ın Araplaştırılma politikaları altında acı çekenler şimdi de Kürtleştirme kampanyasından tedirgin.

Son zamanlarda, Kürtlerin bölgede büyük miktarlarda toprak satın aldığına ilişkin haberler duyuluyordu. Meğer bu kampanyanın ardında bazı İsrail bankaları ve şirketleri varmış. İsrail kredisiyle bölgenin Kürtleştirilmesi camilerde vaazlara bile konu olmuş, halk topraklarını satmaması için uyarılıyormuş.

İsrail gazetelerindeki haberler de buna dayanıyormuş.

İşte Türkiye de bu gelişme üzerine, ‘‘Bölgedeki siyasi dengeleri bozacak müdahalelerde bulunulmaması’’ konusunda hassasiyet gösterilmesini istemiş.

İsrail ve Amerika'da bazı çevreler, Ortadoğu sorununda İsrail'in karşısındaki Arap cephesini Kürtlerle kırabilecekleri hesaplarını yapıyorlar.

Bu son derece hatalı. Irkçı ayrımcılıkları körükleyen politikaların bu coğrafyaya vaat edebileceği tek şey daha fazla çatışma, daha fazla kandır. Barışa açılacak tek yol ise uzlaşma ve paylaşmaların yoludur.
Yazının Devamını Oku

Baştan böyle dememişti

26 Ekim 2003
<B>TAM Bahar</B> kimdir, <B>Seyhan</B> Ağa nasıldır, büyük aşk neyinden bellidir sohbetlerinde artık benim de bir çift sözüm olacaktı. Cuma akşam üzeri işimi ayarlayıp, iki randevu arası sinemaya gitmiş ve Asmalı Konak'ı izlemiştim. Köle İzaura'larla birlikte hayatımıza giren dizilere bir türlü alışamadım. Bir ileri iki geri gidip gelmekten, öykü içinde öykü izlemekten işin özünü bir türlü yakalayamadığımdan mı dır, yoksa zaten dizilerin öyle bir kaygı taşımamasından mıdır nedir iyi bir izleyici olamadım.

İşte bu film bir fırsattı, ben de sosyalleşebilecektim.

Bahar'ın koma sahneleri, hemşirenin onunla konuşması, ojeler sürmesi bana Almadovar'ın geçen yıl izlediğim filmi ‘‘Habla con ella’’ ( Konuş onunla)yı anımsattı, bu kadar da ‘‘esinlenme’’ olmaz ki diyecektim. Diyecektim ki, Sirtaki de Ürgüp dolaylarından bir oyun havası mıdır? Daha neler diyecektim neler.

Diyemiyorum. Çünkü acaip bir kriz çıktı. Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda türban krizi.

Belki, koskoca bir milleti üstün oyunculuklarıyla kendilerine hayran eden Nurgül Yeşilçay, Özcan Deniz ve Selda Alkor'un Asmalı Konak'ı daha fazla kişinin umurunda.

Ama, türban yüzünden her bayram yaşadığımız, bu Brezilya dizisi gibi krizin meraklıları da bir sonu hak ediyor.

* * *

TÜRBAN krizleri sayesinde ulusal bayramlarımız bayram olmaktan çıktı. Kutladığımız ulusal başarıların bugüne yansımaları üzerinde düşünüp bayramların anlamlarını derinleştirecek yeni kutlama yöntemleriyle toplumsal vizyonumuza katkıda bulunacağımıza kriz üstüne kriz üretiyoruz.

Bir milletin sevincini kursağında bırakmak buna denir.

Cumhuriyet bayramı kutlamalarında, milletvekillerinin eşleri arasında başı örtülü-örtüsüz ayrımına giderek ‘‘ayıklama’’ yapmak, bayram sıcaklığına yakışmayan bir dışlama ve cezalandırma biçimi. Vatandaş olarak, bir kadın olarak beni incitiyor. Kabul edemiyorum.

Ama bütün bunların ardındaki neden ise artık kızdırıyor.

Evet, bir Cumhuriyet Bayramı kutlamasında, devletin en tepesinde düzenlenen bir davetten bazı kadınların başlarını örttükleri için kapı dışında tutulmaları, özgürlükleri genişletmek için seferber olan bugünkü Türkiye'yi yansıtmıyor.

Ama vekil vükelamızın başları türbanlı eşleriyle dolu Çankaya görüntüsü yansıtıyor mu? ‘‘İşte Türkiye bu’’ dedirtebiliyor mu? Kesinlikle hayır.

Davete katılacak kadınların büyük çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen, bazılarının ‘‘biz daha Müslümanız’’ mesajı veren ‘‘ayrımcılıkları’’nı nasıl kabul edebilirim ki?

İki ayrımcılık arasında bi bayram kalmak işte buna denir.

* * *

TAYYİP Erdoğan, ‘‘İki yıl öncesine kadar aynı binada böyle bir şey söz konusu değildi’’ diyor. - Bina ile Çankaya'yı sıradanlaştırıyor anladığım kadarıyla- İlk defa bu oluyor, iki yıl önce Cumhuriyet inkıraza mı uğramıştı?''

Erdoğan
, krize bu sözlerle dahil oluyor. Ve bir yıl önce verdiği sözü tutmuyor.

5 Eylül 2002'de NTV'deki söyleşide Erdoğan'a ‘‘Başbakan olursanız devlet törenlerine eşinizle katılacak mısınız?’’ sorusu yöneltiliyor.

‘‘Başörtüsünü gerilim nedeni görmüyoruz ve gerilim nedeni yapmayacağız’’ diyor. Seçimlerden önce Erdoğan böyle konuşuyor, seçimlerden ağız değiştiriyor.

AKP, merkez partisi olduğunu ne kadar iddia ederse etsin, türbanı siyasileştiren çizgisinden ve iktidarı bir ‘‘mevzi’’ olarak görmekten vazgeçmedikçe her ulusal bayram, AKP ile burnumuzdan geleceğe benziyor.
Yazının Devamını Oku

Ne olur ayaklar yere basmasa

24 Ekim 2003
<b>CUMHURİYET</B>'in devrimci yüzü Müslüman kadınla parladı aslında. Müslüman kadının toplumsal hayatta erkeğin omuzbaşında yer alması, Türkiye'nin modern bir ülke olarak uluslaşma sürecinde en önemli adımdı. Ama katedilmiş bunca yola rağmen bugün durum farklı. Avrupa Birliği sürecinin reform iklimine rağmen, kadın-erkek eşitliği konusunda kafalar berrak değil.

Türk Ceza Kanunu yıllardan beri bir türlü bu Meclis'ten geçemiyor.

Her girişimde tartışmalar kadınların durumunu etkileyecek maddelerde kilitleniyor.

Bu öyle ciddi bir zihniyet sorunu ki, gelişmenin önünü tıkıyor. Türkiye'nin Cumhuriyet'ten sonra en önemli ikinci hamlesini donduruyor.

Kadınların durumundan sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit bile, ‘‘TCK tasarısında hedefimiz kadınları yüzde yüz tatmin edecek yasalar çıkartmak değil’’ derse;

Hem AB standartlarına uysun, hem kadınların hakkı korunsun isterken ille de ‘‘Ama ayakları da yere bassın’’ diye bir ekleme yaparsa;

‘‘Dünyanın en mükemmel yasasını çıkartırsınız ama uygulayamadıktan sonra hiç bir kıymeti olmaz’’ sözleriyle Türk kadınlarının evrensel standartlara ulaşma mecburiyetinin karşısına ‘‘bizim koşullarımız farklı’’ gerekçesini çıkartırsa işler pek parlak gitmiyor demektir.

Üstelik de sadece kadınlar açısından değil, Avrupa Birliği ile uyum süreci açısından da.

* * *

TÜRK Ceza Yasası ile ilgili çeşitli değişiklik önerileri, toplumda uzun zamandan beri tartışılıyor.

Bundan önceki hükümetin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ilk çalışmaları başlatmıştı.

Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu TCK Kadın Çalışma grubu, kadınlarla ilgili maddeleri hukukçu kadınlarla birlikte gözden geçirerek değişiklik önerileri hazırlamış, Türkan Akyol'un Adalet Bakanlığı döneminde bu önerilerin temelinde yeni bir tasarı hazırlanmıştı.

Sonra ne oldu? AKP Hükümeti, örf ve adetlerimize pek uymadığını düşündüğü bu çalışmaları rafa kaldırdı.

Şimdi AKP milletvekili Neriman Çubukçu'nun çalışması var Alt Komisyonda.

Ama daha sıra TCK'nın kadınlarla ilgili maddelerinin tartışılmasına gelmeden bile gerilim başladı.

Sadece, dördüncü maddede ana tanım olarak (Kadın: Bu deyim kızları da kapsar) dendiği ve bu madde kabul edilerek geçtiği için ortalık karıştı.

Adalet Bakanlığı temsilcisi Prof. Dr. Soyaslan'ın ‘‘Kadın ve kız ayırımı bu toplumun gerçeğidir. Tasarıdaki tanım kalmalıydı. Herkes evlendiğinin bakire olmasını ister’’sözleri ibretlikti.

Tartışmayı, erkekler bakireleri tercih eder noktasına çeken bir yaklaşımla eşitlikçi bir çalışma yapmak mümkün olabilir mi?

Bu ana tanım, daha ileride ele alınacak olan tecavüz ile ilgili maddeleri ilgilendirdiği için tartışmaya yol açtı.

Kadın-kız ayrımı kalkınca tecavüz suçunu hafifletici neden de kalmayacağı için daha şimdiden sorun çıktı.

Pekiyi biz bu zihniyet ile tecavüzün, insana yönelik en aşağılayıcı, kırıcı, hırpalayıcı bir davranış olduğu anlayışını kültürümüze nasıl yerleştireceğiz? Nasıl engelleyeceğiz tecavüzü?

* * *

TASARININ maddeleriyle ilgili tartışmalar devam ediyor. Ama bu konular insan hakları çerçevesinde değil ‘‘gelenekler ve mahremiyet’’ çerçevesinde ele alındıkça, 80 yıl önceki başarılarımızın önüne geçemeyeceğiz.

Ayakları yere basmadığını sandığımız birçok yasayı bir gecede çıkartmış bir millet değil miyiz biz?

Onları uygulamak için, zorlansak da, gayret sarf etmiyor muyuz?

Neden iş kadınlara gelince bu ayaklar illa da yere basmak zorunda, anlamak mümkün değil.
Yazının Devamını Oku