Ferai Tınç

Ne olur ayaklar yere basmasa

24 Ekim 2003
CUMHURİYET'in devrimci yüzü Müslüman kadınla parladı aslında. Müslüman kadının toplumsal hayatta erkeğin omuzbaşında yer alması, Türkiye'nin modern bir ülke olarak uluslaşma sürecinde en önemli adımdı.Ama katedilmiş bunca yola rağmen bugün durum farklı. Avrupa Birliği sürecinin reform iklimine rağmen, kadın-erkek eşitliği konusunda kafalar berrak değil.Türk Ceza Kanunu yıllardan beri bir türlü bu Meclis'ten geçemiyor.Her girişimde tartışmalar kadınların durumunu etkileyecek maddelerde kilitleniyor.Bu öyle ciddi bir zihniyet sorunu ki, gelişmenin önünü tıkıyor. Türkiye'nin Cumhuriyet'ten sonra en önemli ikinci hamlesini donduruyor.Kadınların durumundan sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit bile, ‘‘TCK tasarısında hedefimiz kadınları yüzde yüz tatmin edecek yasalar çıkartmak değil’’ derse;Hem AB standartlarına uysun, hem kadınların hakkı korunsun isterken ille de ‘‘Ama ayakları da yere bassın’’ diye bir ekleme yaparsa; ‘‘Dünyanın en mükemmel yasasını çıkartırsınız ama uygulayamadıktan sonra hiç bir kıymeti olmaz’’ sözleriyle Türk kadınlarının evrensel standartlara ulaşma mecburiyetinin karşısına ‘‘bizim koşullarımız farklı’’ gerekçesini çıkartırsa işler pek parlak gitmiyor demektir.Üstelik de sadece kadınlar açısından değil, Avrupa Birliği ile uyum süreci açısından da.* * *TÜRK Ceza Yasası ile ilgili çeşitli değişiklik önerileri, toplumda uzun zamandan beri tartışılıyor.Bundan önceki hükümetin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ilk çalışmaları başlatmıştı.Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu TCK Kadın Çalışma grubu, kadınlarla ilgili maddeleri hukukçu kadınlarla birlikte gözden geçirerek değişiklik önerileri hazırlamış, Türkan Akyol'un Adalet Bakanlığı döneminde bu önerilerin temelinde yeni bir tasarı hazırlanmıştı.Sonra ne oldu? AKP Hükümeti, örf ve adetlerimize pek uymadığını düşündüğü bu çalışmaları rafa kaldırdı.Şimdi AKP milletvekili Neriman Çubukçu'nun çalışması var Alt Komisyonda.Ama daha sıra TCK'nın kadınlarla ilgili maddelerinin tartışılmasına gelmeden bile gerilim başladı.Sadece, dördüncü maddede ana tanım olarak (Kadın: Bu deyim kızları da kapsar) dendiği ve bu madde kabul edilerek geçtiği için ortalık karıştı.Adalet Bakanlığı temsilcisi Prof. Dr. Soyaslan'ın ‘‘Kadın ve kız ayırımı bu toplumun gerçeğidir. Tasarıdaki tanım kalmalıydı. Herkes evlendiğinin bakire olmasını ister’’sözleri ibretlikti.Tartışmayı, erkekler bakireleri tercih eder noktasına çeken bir yaklaşımla eşitlikçi bir çalışma yapmak mümkün olabilir mi?Bu ana tanım, daha ileride ele alınacak olan tecavüz ile ilgili maddeleri ilgilendirdiği için tartışmaya yol açtı.Kadın-kız ayrımı kalkınca tecavüz suçunu hafifletici neden de kalmayacağı için daha şimdiden sorun çıktı.Pekiyi biz bu zihniyet ile tecavüzün, insana yönelik en aşağılayıcı, kırıcı, hırpalayıcı bir davranış olduğu anlayışını kültürümüze nasıl yerleştireceğiz? Nasıl engelleyeceğiz tecavüzü?* * *TASARININ maddeleriyle ilgili tartışmalar devam ediyor. Ama bu konular insan hakları çerçevesinde değil ‘‘gelenekler ve mahremiyet’’ çerçevesinde ele alındıkça, 80 yıl önceki başarılarımızın önüne geçemeyeceğiz.Ayakları yere basmadığını sandığımız birçok yasayı bir gecede çıkartmış bir millet değil miyiz biz? Onları uygulamak için, zorlansak da, gayret sarf etmiyor muyuz?Neden iş kadınlara gelince bu ayaklar illa da yere basmak zorunda, anlamak mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

İslam ülkeleri Irak'ı ıskaladı

20 Ekim 2003
<B>MALEZYA</B> Başbakanı <B>Dr. Mahathir</B>'in, <B>‘‘Dünya'yı Yahudiler yönetiyor’’</B> sözleri öyle büyük bir gürültü yarattı ki hem konuşmanın özü hem de Malezya'daki İslam Konferansı Zirvesi'nin sonuçları güme gitti. Pentagon'da Irak operasyonunun en üst düzeydeki planlayıcılarından Korgeneral William Boykin'in Müslümanları rencide eden açıklamaları Savunma Bakanı Rumsfeld tarafından ‘‘ABD özgür bir ülkedir. Bu generalin kişisel görüşüdür’’ diye nitelenirken, Mahathir'in topa tutulması İslam dünyasındaki her başarısızlığı ve yenilgiyi ‘‘haksızlıklara’’ bağlayan zihniyete koz vermekten başka ne işe yaradı?

Ama günlerdir bu tartışmalar yer aldı her yerde. Oysa çok önemli bir şey gözden kaçtı.

İslam ülkeleri Irak'ı ıskaladı.

* * *

ZİRVE sonucunda, küçük hesaplar yüzünden Irak'ın yeniden yapılandırılması süreciyle ilgili İslam ülkeleri ne bir alternatif üretebildi ne de aktif ortak bir tavır kararı alabildi.

Türkiye ve Pakistan'ın ortak bir İslam barış gücü kurulması için yaptıkları girişimler yanıtsız kaldı.

Türkiye'nin, Irak konusunda ortak bir İslam ülkeleri pozisyonu oluşturmak için ortaya attığı ve sekiz ülke temsilcilerinden oluşacak bir komisyonun kurulmasını öngören önerisi de öyle.

Neden mi?

İranlı tanınmış araştırmacı yazar Amir Tahiri'ye göre şundan:

‘‘İranlılar, Türkiye'nin girişimini sabote etmek için ellerinden geleni yaptılar. Türkiye'nin İslam Dünyası adına Irak'da öne çıkması onlar için çok fazlaydı. Ayrıca, bazı Arap ülkeleri de Irak'ta Arap olmayan bir ülkeye öncü rol vermeye hazır değillerdi.’’

Tahiri
, New York Post'da yayınlanan makalesinde böyle diyor.

Sonuç olarak zirvede, Müslüman ülkelerin Irak için ne yapabileceği, Amerikan işgalinden kendi kendini yönetme sürecine nasıl katkıda bulunabileceği konuşulacağına, Türkiye'nin önünün kesilmesi konuşulmuş anlaşılan.

* * *

İSLAM Konferansı Örgütü'nün, bu önemli zirveyi Irak konusunda hiçbir somut öneri ortaya atamadan kapatması bir zu*ldür.

Bugünlerde Arap dünyasının aydınlarından oluşan bir grup ile Birleşmiş Milletler'in ortaklaşa hazırladıkları bir çalışma, Arap İnsani Gelişme Raporu açıklanacak. Geçen yılki rapor, Arap dünyasının geri kalmışlığının nedenlerini çok çarpıcı rakamlarla ortaya koyuyordu.

‘‘Zenginliğine paralel bir gelişme düzeyi’’ne ulaşamayanı bu bölgede, araştırma ve geliştirme için harcanan para dünya ortalamasının sadece yedide biri.

Nüfusu dünya nüfusunun yüzde beşini oluşturmasına rağmen, bir yılda basılan kitap sayısı dünya ortalamasının yüzde biri.

Ama, basılan din kitapları dünya ortalamasının üç katı.

‘‘Kutsal kılıflar’’ ardında dokunulmazlıklar yaratarak iktidarlarını koruyan İslam ve Arap ülkelerinin liderleri, tarihin en kritik dönemecini dönemediler.

Ve Irak'ı yalnız bıraktılar.
Yazının Devamını Oku

Bu başlangıç ilham vermedi

19 Ekim 2003
AZERBAYCAN seçimleri maalesef beklediğim gibi gelişmedi. İlham Aliyev ya da İsa Gamber arasında bir tercih yaptığım için değil ama Haydar Aliyev döneminin, ülkenin istikrarını garanti altına almış olmasını ve yeni cumhurbaşkanlığı sürecinin daha demokratik bir iklimde başlamasını dilerdim. Azerbaycan, Kafkasya'nın diğer ülkeleri arasında bağımsızlığını sağlam bir demokratik cumhuriyet temelinde pekiştirmek için en fazla olanağa sahipti. Ne yazık ki, iktidar gibi muhalefet de beklenen olgunluğa ulaşmamış. Oylama biter bitmez, muhalefet lideri İsa Gamber'in, sandıklardan gelecek ilk sonuçları bile beklemeden ‘‘seçimleri ben kazandım’’ diye açıklamalar yapması, bu ülkede sandığın, yani halk iradesinin kendisini kabul ettirecek bir güce erişmediğinin göstergesi. Acaba İlham Aliyev'siz Azerbaycan, geçen dönemin ‘‘denge’’ siyasetini sürdürebilecek mi?Çok farklı çıkarlar ve dış baskıları, hepsiyle aynı mesafede durarak ustalıkla dengeleyebilecek mi? İlham Aliyev'in cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuşu, Azerbaycan'ı ‘‘hanedanlık’’ şaibesinden kurtarabilecek mi? Yoksa Kazakistan'da Nazarbayev, Kırgızistan'da Akayev gibi diğer Türk kökenli cumhuriyetlerde kurulmak istenen hanedanlıkların ilk örneği mi olacak?* * * ONBİR Eylül'den sonra, ne yazık ki demokrasi ve istikrar birbirlerine zıt iki gerçeklik gibi algılanıyor ya da öyle sunuluyor. Özellikle de Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle ilgili olarak.Irak'taki gelişmeler de bu görüşü, bu iddiayı güçlendiriyor. Her ne kadar esas hedef halkın Saddam'dan kurtarılması ve demokratik bir Irak'ın kurulması gibi gösterildiyse de artık önce ‘‘istikrar’’ deniyor. (Amerikan Yönetimi'nin istikrara sahip tek unsur olarak ördüğü Iraklı Kürt aşiretlere tabi olmasının gerekçesi de bu değil mi?)Azerbaycan'da da istikrar öne çıkartılıyor. Ve demokrasi bir adım geriye iteleniyor. Rusya ve ABD'nin aynı görüşü paylaştığı anlaşılıyor. Hem de tehlikenin büyüklüğü göz ardı edilerek. Çünkü demokrasisiz istikrar olmaz. Olsa da, sivil toplumun gelişmesini önlediği için kalıcı olmaz. İktidar sorumluluğunu taşıyacak ya da paylaşacak doğru düzgün bir muhalefet güçlenemez. Halkın, radikallerle marjinallerin peşinden sürüklenmesinin, provokasyon planlarının en ideal ortamıdır bu. * * *İLHAM Aliyev, Haydar Aliyev'siz bir Azerbaycan'ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Bu, sadece onun değil, hükümetin ve iktidar çevresinin de yalnız başına karar alması demek.Azerbaycan'ın yeni cumhurbaşkanının Moskova, Washington ve Ankara gibi birçok devletin istikrar adına verdiği desteğe sırtını dayayıp muhalefeti susturma yolunu seçmesi büyük hata olur.Yeni dönemin ilk uygulamalar, bu açıdan umut kırıcı.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ve medyada uygulama

17 Ekim 2003
<b>EĞER ‘‘zaman, uygulama zamanıdır’’ </B>diyor ve Avrupa Birliği uyum yasalarının kağıt üzerinden hayata hızla geçirme sürecine girdiğimize inanıyorsak, herkes, her kesim, her sektör işe kendisinden başlamak zorunda. Biz de medya olarak kendi uyum sürecimizi harekete geçirmeliyiz.

Basından sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay, pazartesi günü Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü ile Avrupa Konseyi tarafından ortaklaşa düzenlenen panelde, hükümetin geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini söyleyerek sözlerine başladı ve yeni basın tasarısının bu günlerde Meclis'e geleceği haberini verdi.

Tasarıyla ilgili Gazeteciler Cemiyeti ve Basın Konseyi derinlemesine bir çalışma yaptılar ve görüşlerini bildirdiler. Önemli olan taleplerin dikkate alınması.

Sepetçiler Kasrı'nda düzenlenen panel, medya konusunda Avrupa Konseyi ile ilk ortak çalışma niteliği taşıyordu.

Avrupa açısından ‘‘düşünce ve haberleşme özgürlüğü’’nün esası, ‘‘kısıtlamaların’’ ise istisnaları meydana getirmesi gerektiği üzerinde duruldu.

Avrupa, artık basın cezalarını asgariye indiriyordu. Karşıt görüşlerin yayılmasını, farklılıkların ortaya çıkartılmasını, muhalif seslerin-hatta- desteklenmesini hükümetlerin sorumlulukları içinde değerlendiriyordu. Üstelik bu ilke, Türkiye aleyhinde açılan davalar sırasında yapılan tartışmalar sonucu İnsan Hakları ilkelerine eklenmesi gereken yeni bir değer olarak benimsenmişti.

Avrupa Birliği basın özgürlüğünü, ‘‘bireyin haber alma özgürlüğü’’nü de kapsadığı için insan haklarının en önemli unsuru olarak ele alıyor.

O nedenle de medya her zamankinden daha fazla büyüteç altında.

* * *

AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi'nin hukukçularından Belçikalı ProfesörVoorhof, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde basın özgürlüğü ihlallerinin son yıllarda arttığını açıkladı.

Son beş yılda İnsan Hakları Mahkemesi 59 ihlal kararı vermiş. Bunların yarısından fazlasının (28) muhatabı ise, maalesef Türkiye olmuştu.

Yalnız bir gerçek var. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin de mahkumiyet kararları artıyor. Örneğin Fransa en fazla şikayet gelen ülkelerden biriydi.

İngiltere ise bugünlerde bizdekine benzeyen bir durum nedeniyle mahkum olmuştu.

Bir yayın kuruluşunda tazminat haklarını tehlikeye düşüren bir sözleşmeyi imzalamaya zorlanan bazı meslektaşlarımızın başına gelenler, İngiltere'de denenmiş. Gazetecilerin başvurusu üzerine İnsan Hakları Mahkemesi,İngiltere'yi mahkum etmişti.

* * *

İTALYA ise Avrupa'nın en önemli sorunu. Avrupa Parlamentosu, AB'nin temel değerlerini çiğneyen üyelere karşı önlem alınmasını öngören AB Anlaşması'nın 7. maddesinin, ilk kez İtalya'ya karşı uygulanmasını istiyor. Nedeni malum. Başbakan Silvio Berlusconi'nin, bir yandan kendi konumu gereği kamu yayın organları üzerinde etki sahibi olurken, öte yandan kendi yayın organları ile piyasanın geniş bölümünü elinde tutarak oluşturduğu basın tekeli. Avrupa Parlamentosu bunu temel hak ve özgürlüklerin ihlali olarak değerlendirme kararı aldı. Dünkü AB zirve toplantısında da ise Komisyon, AB üyesi ülkelerde temel hak ve özgürlükler konusundaki ihlalleri izleyecek bir heyet oluşturulmasını önerdi.

* * *

BİREYİN haber alma hakkı ve özgürlüklerin güvencesi sadece yasalar mı? Hayır. Hükümet dışı araçlar da var. Onları etkin bir hale getirmek ise medyanın, yani bizlerin Avrupa uyum yasalarını uygulama aşamasına geçirme sürecindeki ev ödevimiz.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'yi istemeyenlerin önerisi var mı?

13 Ekim 2003
İSLAM ülkeleri 11 Eylül'den bu yana ilk kez toplanıyor. Bugün Dışışleri Bakanları bir araya geliyor hafta arasında da liderler. Toplantıda özellikle İslam dünyasının terör nedeniyle karşı karşıya kaldığı sorunların yanı sıra, Ortadoğu ve tabii ki Irak konusu ele alınacak. Ama daha toplantıdan önce, yüksek düzeydeki memurlar toplantısının açılışında Türkiye'nin asker gönderme kararı eleştirildi.Dün sabah uluslararası ajanslar ve gazetelerde yer alan haberlerde Türkiye'nin toplantının başlangıcından itibaren tartışıldığı ve Irak'a asker gönderme konusunda yalnız kaldığı haberlerini gördüm.Sanki Türkiye, asker göndermeye bayılıyormuş gibi. Sanki ille de Irak'a gireceğim diye bir ısrarı varmış gibi, Türkiye yine sanık iskemlesinde.* * *SAVAŞ öncesinde Türkiye topraklarını Amerikan askerlerine kapatırken, İKÖ üyesi ülkeler kucak açmadı mı? Irak'a savaş bu ülkelerin topraklarından start almadı mı? Müslüman ülkeler o zaman neredeydiler? Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'ı işgali sırasında dillerini yutanlar şimdi ‘‘komşu ülkeler asker göndermesin’’ gerekçesiyle Türkiye'yi köşeye mi sıkıştıracaklar?Cumartesi günü öğleden sonra Mısır'da faaliyet gösteren İbn-i Haldun Gelişim Merkezi'nin üyelerinden Dr. Saad Eddin İbrahim, TESEV'de düzenlenen toplantıda çok ilginç bir noktaya dikkat çekti.‘‘Ben savaşa karşıydım. Amerikan askerlerinin Irak'a ve bölgemize yerleşmesine de karşıydım. Ama olan oldu. Şimdi Irak'a Müslüman ülkeler olarak asker göndermemiz gerektiğini düşünüyorum. Eğer olabiliyorsa BM şapkası altında ama olmuyorsa, yine de göndermeli ve orada inisyatifi sadece Amerikalılara bırakmamalıyız. Pasif kalarak, sadece eleştirmekle bir yere varamayız. Bu nedenle ben Türkiye'nin asker göndermesini destekliyorum. Mısır ve diğer Müslüman ülkeler de aynı kararı almalı. Irak sadece Amerika'nın eline bırakılmamalı.’’* * * TÜRKİYE'yi istemeyenlerin, Irak'ta bir an önce işgalin sona ermesi, demokrasi ve istikrarın yerleşmesi için somut ve gerçekçi hiçbir önerileri yok. Birleşmiş Milletler Barış Gücü önerisi de öyle. Bugünkü koşullarda pek gerçekçi değil.Lübnan'da 20 yıl Barış kuvvetlerinde en üst düzeyde görev yapan Timur Göksel'in geçtiğimiz haftalarda konuyla ilgili soruma verdiği yanıtı aktarmak istiyorum.‘‘BM bir işgal ordusunun olduğu yere barış gücü gönderemez. İkisinin bir arada olmaları mümkün değil. ABD Irak'tan şu an için çekilmez, diyelim ki çekildiler. Parasız, amatörce yönetilen bir BM gücü Irak halkının hiçbir ihtiyacını karşılayamaz ve bundan sorumlu tutulur. Irak'ın bugünkü anarşik ortamında süratle şamar oğlanı haline gelir. Bırakın Irak halkını korumayı, asayişi kurtarmayı, kendisini savunamaz hale gelir.’’İsrail'in Suriye'ye saldırısı ve bunun Washington tarafından desteklenmesi bölgede yeni tırmanış ve karmaşayı haber verirken, İslam ülkeleri türbünlerden kınama bildirileri yayınlamakla yetinmek yerine sahaya inip mücadele etmeliler. Ama -çeşitli seviyelerde de olsa- yolsuzluklarla beslenen diktatörlük rejimlerinden bunu beklemek gerçekçi mi?
Yazının Devamını Oku

Musul Vali Yardımcısı: Irak normale dönüyor

12 Ekim 2003
ARALARINDA kimler yok ki? Musul Valisi Ganim Sultan Abdullah, Vali Yardımcısı Dr. İbrahim Arafat, Dohuk-Kerkük Ticaret Odası Başkanı Hurşit Ahmet Selim, Musul Sanayi Odası Başkanı Muhammed Tayyib Yunis Süleyman ve diğerleri. Yirmi kişilik bu heyet geçen hafta Musul'dan Kerkük'ten, Dohuk'tan kalkıp Silopi üzerinden Türkiye'ye geldiler. Gaziantep, Adana, Ankara ve İstanbul'a giderek Türk iş adamlarıyla görüştüler. Heyetin içinde çok ilginç bir kişi daha vardı. Amerikalı Albay Mike Albertson.Iraklı iş adamları Amerikalı albayın teşvikiyle Türkiye'ye geldiklerini gizlemiyorlar. Gizlemedikleri bir şey daha var. Türkiye'yi görünce hissettikleri. Saddam'ın kulağını fena halde çınlatıyorlar. ‘‘Türkiye'nin petrolü yoktu, buna rağmen nasıl ilerledi. Bizde petrol var ama Saddam hiçbir alt yapı yatırımı yapmadı, bizi sefalete mahkum etti.’’Vali Yardımcısı ve Musul Türkmen Cephesi temsilcisi Dr İbrahim Arafat ile birlikte dün İstanbul'da sabah çayı içtik. Kendisiyle, geçen ay Kerkük'te Türkmen Cephesi'nin Kongresi'nde tanışmıştım. Musul'un önde gelen aşiretlerinden birinin lideri olan Dr. İbrahim, dünkü sohbetimizde, ‘‘Irakla ilgili önyargılarımız’’ olduğunu söyledi. Örneğin, ‘‘Herkes Irak'ı hálá savaşta sanıyor. Yok böyle bir şey’’ dedi. Güvenlik sorunu yok mu? Var. ‘‘Ama sizin Güneydoğu'da da vardı bir zamanlar ve yabancılar Türkiye'yi savaşta sanıyordu. Oysa Irak'ta hayat devam ediyor. İş alanları açıldıkça, durum daha da normalleşecek. Gelin gözlerinizle görün.’’ Neden heyette Amerikalı bir albay var? ‘‘Çünkü Türkiye ile ticaretin artmasını istiyorlar. 500 bin kişilik ordu lağvedildi. İşsizlik var. Baasçılar para ile işsizler arasından adam tutarak istikrarı bozacak eylemler yaptırıyorlar. Geçici bir durum bu. Irak'ta istihdam ortamı yaratıldıkça demokrasi serpilecek.’’ İşte yirmi kişilik Irak heyetinin verdiği mesaj: ‘‘Şimdi toprak susuz. Ne verirsen emiyor. Piyasa her şeye aç. Ama toprak doyduğunda suyu içmeyecek. Sel olup gidecek. Zaten daha şimdiden bizim orada piyasadaki malların yüzde 90'ı Türk malı. Yatırım için de geç kalmadan Türkler gelmeli.’’ Öğrendiğim kadarıyla da petrol karşılığı bir anlaşma yapılmış devletle. Irak petrolü verecek Türk iş adamları da devletten tahsil edecekler alacaklarını. Ayrıca Musul'da bir konsolosluk ve ikinci bir sınır kapısının açılması da ısrarla isteniyor. * * * TABİİ söz hemen Türk askerinin Irak'a gidişine geliyor. Irak halkı Türk askerine karşı mı? ‘‘Önce şunu söylemek istiyorum’’ diyor ‘‘Amerika batağa saplandı, Türkiye onu kurtarmaya gidiyor iddiasında olanlar var. Yanlış. Amerika batağa saplanmadı. Birlikte yeni Irak'ı kuruyoruz. Son kararı o veriyor ama bize her zaman danışıyor ve bizim isteklerimizi göz önünde tutuyor. Biz Amerikalılara minnettarız. Ama bakın, Arnavut askerleri var bizim orada. Bir ‘‘selamünaleyküm’’ demeleri çok hoşumuza gidiyor. Türk askeri, Irak'a gelirken dost bir ülkeye gittiğini, işgalci değil bir dost olduğunu hissettirirse sevgi ile karşılanır. Ayırım yapmaması da önemlidir. Ben bunların düşünüldüğüne inanıyorum. Türkler, güleryüzlü yumuşak insanlardır, Iraklılar da öyle.’’ Doktor İbrahim Arafat, bir Türkmen ama ‘‘Irak'ta istikrar kayırmacılık ve ayrımcılık yapılmamasına bağlı’’ diyor ‘‘Irak bayrağı altında Arap, Kürt, Türk ve diğer gruplar hep birlikte yaşayacağız.’’ Irak'ı düşünürken ve Irak'ı konuşurken bu bakış açısından ayrılmamak lazım. Osmanlı mirasından dem vurmak ya da Kürtleri incitecek denge hesapları yapmak tartışmaları da hedefi de saptırıyor.
Yazının Devamını Oku

Irak'ta sivil-asker dengesi

10 Ekim 2003
TÜRK askerinin Irak'ta görev alması, Saddam rejiminin yıkılması sırasında işgal ordusunu baş tacı eden Kürtleri herkesden fazla endileşendirdi. Bunu anlıyorum. Kuzey Iraklı iki Kürt aşiretinden birinin lideri olan Mesut Barzani, ‘‘Komşuların kendi gündemleri olduğunu, bu nedenle istikrardan çok istikrarsızlık getireceklerini’’ söylüyor Irak'a ve Türk askerinin bölgeye gidişine bu nedenle karşı çıkıyor.Ancak anlamadığım bir şey var. O da, Irak Kürtlerinin ayakları üzerinde durabilecekleri ekonomik ve sosyal alt yapıya kavuşmalarını sağlayan ‘‘36'ıncı paralel’’ kararının, Kuzey Irak açısından gerçek bir güvenli bölge yaratmasında Türkiye'nin desteğinin bir çırpıda göz ardı edilmiş olması. Daha önce de belirtmiştim. Saddam Yönetimi'nin baskı ve zulüm rejimi olmasına rağmen, onun Irak halkının kendi gücüne dayanarak devrilmesinden yanaydım. Ben, Fransa Dışişleri Bakanı De Villepin'in, Irak'a çok sayıda barış gücü göndererek Saddam'ı çember altına alma önerisini tercih ederdim. Savaşa karşıydım. Amerikan askerlerinin Türkiye toprakları üzerinden Irak'a savaş açmasına da karşıydım. Ama şimdi durum farklı. Saddam düzeni savaşla yıkıldı. Ve de yerine yeni bir düzen kurulamıyor. Tam bir karmaşa ortamı var. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Bölgede güvenlik sağlanmadan istikrara kavuşmak, istikrara kavuşmadan ise sivil yardım faaliyetlerinin sonuç vermesi, halkın acılarının biraz olsun dindirilebilmesi mümkün değil.* * *BİRLEŞMİŞ Milletler ve sivil toplum örgütleri, gönderdikleri elemanlarını geri çekiyorlar. Irak'ta öncelik güvenlik. Bu nedenle, Türk askerinin Irak'ın güvenliği için koalisyon güçleri ile işbirliği yapmasını kaçınılmaz görüyorum. Nasıl ve hangi koşullarda? Bunun ayrıntıları masaya yatırılıyor. Ama bu noktada dikkat edilmesi gereken bir konu var. O da, Türkiye'nin ne para ne de kendi iç güvenlik sorunu olan PKK-KADEK ile mücadeleyi bu mesele ile ilişkilendirmemesi.Türkiye, liderliği ağır darbe yediğinde kendi kendine ateşkes ilan eden, Kürt kimliğiyle ilgili sorunları çözmeye yardım edecek olan uyum yasalarının hayata geçirileceği bir dönemde, terör tehdidi savuran bir örgütle mücadelesinde tabii ki destek arayacak.Washington'un terörizme karşı mücadelede ‘‘önleyici vuruş’’ kavramı yaygınlık kazanıyor. Bu nedenle Türkiye'nin mücadele edebilmesi için ille de asker gönderme ‘‘fırsatı’’nı beklemesi gerekmiyor. Dolayısıyla, terörizmle mücadelenin, Irak'ta istikrara katkı ile aynı kefede ele alınması doğru değil. * * *ŞİMDİ, Türkiye'yle ilgili yanlış anlamaları ve yersiz beklentileri ortadan kaldırmak için atılacak önemli bir adım var önümüzde. Bugüne kadar askere terk edilmiş olan Kuzey Irak politikalarının, Irak'ın bütününü kapsayacak biçimde sivil iradeye devri. Tabii, devri demek yerine sivil irade tarafından sahip çıkılması demek daha doğru olur. Irak'ta yaşayan tüm etnik ve dini gruplara eşit mesafede duran ve demokratik Irak'ın kuruluşunu öngören politikaların hayata geçirilmesi komşuda, Türkiye ile ilgili endişelerin gerçek temeli olmadığını herkese gösterecek.
Yazının Devamını Oku

Berlusconi'li Avrupa yolu

6 Ekim 2003
FARKINDA mısınız? Son zamanlarda bir imaj kampanyası iyice etkili olmaya başladı. Avrupa Birliği ile ilgili her konuyu artık biz sadece iki başbakanın, Erdoğan ve Berlusconi'nin yakın dostlukları açısından değerlendirir olduk.Birinci Körfez Savaşı'nı Özal-Bush ahbapçavuşluğu çerçevesinde değerlendirdiğimiz gibi. ‘‘Senli-benli’’ konuşmalar, birbirine küçük isimleriyle hitaplar filan. Ama, bunun içi doldurulmadıkça ne kadar kof bir ‘‘medyatik’’ çerçeve olduğunu Birinci Körfez Savaşı'nın sonuçlarına baktığımızda anlıyoruz. Roma'da gerçekleşen Hükümetlerarası Konferans'a katılan Başbakan Erdoğan, Berlusconi ile yine samimi pozlar vererek bu imajı güçlendiriyor. Ama Kopenhag'ı unutmayalım. Kopenhag Zirvesi'nde geçtiğimiz aralık ayında, Berlusconi sabah, Türkiye'ye tarih verilmesi için ‘‘savaşacağını’’ söylemişti. Ama tavır değiştirmesi uzun sürmedi. AB esas üyelerinin öğle yemeğinde Washington'un Türkiye için devreye girmesini eleştiren başta Fransa diğer üyelerin eleştirilerine katılmış, akşamki görüşmede ise ‘‘Türkiye'ye tarih vermek için erken olduğunu’’ söyleyenlerin safında yer almıştı. İşte Berlusconi'nin övgülerini ve vaatlerini dinlerken Kopenhag'ı akıldan çıkartmamalıyız.İtalyan Başbakanı bunu sadece, Aria sorununu çözmek için aktif olarak devreye girmiş olduğu Türkiye için yapmış değil. Onun huyu bu. Irak savaşı öncesi, Washington'da Saddam'ın nükleer silahlara sahip olmasının yarattığı tehlikeler konusunda Bush ile görüş birliği içinde olduğunu söylemiş, ardından Rusya'da Putin ile buluştuğunda ‘‘bu iddiaya inanmıyorum’’ diyebilmişti. Avrupa Anayasası'nın tartışıldığı Hükümetlerarası Konferans nedeniyle bunları hatırlatmak istedim. Hükümetlerarası Konferans'a Türkiye'nin gözlemci üye olarak davet edilmesi gerçekten önemli. Çünkü, müzakerelere başlanmadığı gerekçesiyle Türkiye'yi uzak tutmak isteyenler vardı ve bu katılım İtalya'nın Dönem Başkanlığı sayesinde gerçekleşti. Ama, vaatlerle hayallere kapılmamak için Avrupa Birliği ile ilişkilerde, ölçüyü kaçırmamak ve şeffaflık çok önemli. * * *HÜKÜMETLERARASI Konferans, tahmin edildiği gibi kimseyi memnun etmeden sonuçlandı. Avrupa Birliği'nin eski ve güçlü ülkelerinin ağırlık koymalarına olanak tanıyan anayasa taslağı özellikle İskandinav ülkeleri ve yeni üyeler tarafından eleştiriliyor. Başkanlığın rotasyon ile değişimi yerine, güçlü bir Başkan, bir dışişleri bakanı ve ortak savunma mekanizması öngören anayasa taslağında ayrıca kararların oy çoğunluğu ile alınması gibi veto yetkisini kısıtlayan önlemler var. AB komisyonunun sadece 15 üyeden oluşması, üyelerin hepsinin bu en üst yönetim merciinde temsil edilmemeleri Avrupa Birliği'nin yeni üyelerini rahatsız eden konulardan. Din meselesi de henüz tartışmalı. İtalyan Dışişleri Bakanı Frattini bile, Avrupa'nın Yahudi ve Hıristiyan kültüründen söz ediyor ve bu durumun anayasada yer almasının farklı inançların yok sayılacağı anlamına gelmediğini savunuyor. Anayasa hazırlıklarının başında bulunan Giscard D'Estaing'in ‘‘Metinde köklü değişikliklere giderseniz dengeyi bozarsınız’’ uyarılarına rağmen Polonya, İspanya ve Malta hálá bu konuda ısrarcı görünüyorlar. Avrupa'nın yeni Anayasa'sına Türkiye açısından baktığımda, şimdilik en azından, Avrupa Parlamentosu'nda üye ülkelerin sandalye sayısını yeniden belirleyen ve genişlemenin Komisyon'a hasıl yansıtılacağını düzenleyen ve Türkiye'yi hesaba katmadan hazırlanan Nice Antlaşması'nın sulandırılmış olması dikkatimi çekiyor. * * * AVRUPA Birliği, Türkiye'ye gerçekten ‘‘hayranlık’’ mı duyuyor? Genişlemenin ağır yükünün altından kalkmaya çalışan Avrupa'dan gelen bu açıklamaların gerçekliği, ilerleme raporlarına ve sonuçlara yansımadıkça anlamı yok. İç siyasete yönelik mesajlar olmaktan ileri gidemez. Biz, övgülere değil, yapmamız ve yapılması gerekenlere bakalım.
Yazının Devamını Oku