Suat Yalaz’ın ‘Karaoğlan’ çizgiromanlarından gelmiş gibi...
Masallardan yükselmiş bir fotoğraf...
Ve ben o fotoğrafı görünce...
Birden ona “Malazgirt” demek geldi içimden.
Sevgili öğretmenim “Malazgirt”...
Ve ben o fotoğrafları görünce...
Türklere Anadolu’nun kapılarını açan
Karanlık ve sessizlik...
Tam yıldızlara doğru bakıp eğlence olsun diye “büyük ayı”yı arıyordu ki, uzakta bir dizi ışık belirdi.
Önce tam anlaşılmadı. Belki yolunu şaşırmış bir kamyondu.
Ama baktı ışıklar çoğalıyor.
Toparlandı.
Hemen kayda başladı.
Yaklaşık 400 araçlık bir konvoy Irak yönünden Kamışlı’ya doğru gidiyordu.
Bu bir Amerikan askeri konvoyuydu.
Okular açıldığında, mutlak bir annenin yüreği yanar.
Okul servisi kaza yaptı:
“1 ölü 8 yaralı...”
İstanbul’da öğrenci servisi kaza yaptı:
“11 çocuk yaralı...”
Nevşehir, Diyarbakır... Konya... Mardin...
Okul servislerinde unutulan çocuklar... Eğitimsiz şoförler...
Hâkim babacan bir ifadeyle soruyordu: “Hadi çocuğum, korkma. Bak sen anlatmazsan biz nasıl karar verelim, seni koruyalım”.
İçinde fırtınalar kopuyordu, korku ve intikam duygusu çarpışıyordu. Sonunda şöyle diyebildi: “Hâkim amca, babam çıksın anlatırım...”
Günlerce istismara, baskıya uğrayan çocuk babasından utandığı için anlatamıyordu. Babası kahrolmuştu. Canından çok sevdiği evladı başına gelenleri babası üzülür diye anlatamıyordu.
Bir baba için bundan büyük acı var mıdır?
İşte o topraklarda onlarca yıldır ne acı olaylar yaşandı ve yaşanıyor bugün.
Kemer tokasıyla dövülen, geceleri yorgan altlarında gizli gizli ağlayan çocuk gelinlerin coğrafyasında hiçbir zaman bilemeyeceğimiz acılar.
Hıçkırık coğrafyasıdır bu.
Saat: 06.30...
Gün ağarırken hâlâ uyumamışlardı.
Bitmeyen bekleyiş, heyecan, dikkat... Ve göz kapaklarına yüklenen uykunun ağırlığı...
Köşedeki bakkal, dükkânın demir kepengini kaldırıyordu.
Gıcırdayan paslı bir ses...
Yan taraftaki depoda hâlâ bir hareket yoktu.
Acaba istihbarat mı yanlıştı?
Yoksa bir tuzak mıydı?
Genç kız öylece yatmaktadır.
Kolunda damar yolu açılmış ve intraket takılmıştır. Hemen yanındaki masada üç büyük, iki küçük enjektör vardır. Ve propofol ilacı (anestezide kullanılan bayıltıcı ilaç).
Anestezi teknisyeni Ayşe ölmüştür.
Tecrübeli dedektifler daha ilk anda ölümü şüpheli bulmuşlar. Savcı çağrılmıştır.
Kısa sürede olay yeri incelemesi başlar, adli tabip devreye girer.
1 numaralı şüpheli, polisi eve çağıran anestezi uzmanı doktor Ö.T.’dir...
2 yıldır Ayşe’yle yasak aşk yaşayan evli doktor ifadesinde şöyle der:
“Akşam saatlerinde bir arkadaşın evinde birlikte içki içtik. Daha sonra ben eşimle yaşadığım evime gittim. Ayşe bir süre sonra bana mesaj çekerek, başının ağrıdığını ve ilaç getirmemi istedi. Ben de çantamı alarak evden çıkıp yanına gittim. Damar yolu açarak ‘Arveles’ adlı ilacı verdim. Bir de ‘Midem kötü’ dediği için ‘Zofer’ yaptım. Kendisinin migreni vardı. İlaçları verdikten sonra, ‘Sabah erken kalkacağım için uyumam lazım’ dedim. Saat 03.30 sıralarında uyudum. Saat 03.52’de telefon geldi. ‘Acil ameliyat var’ denildi. Ayşe de benimle birlikte kalktı. Hastaneye giderken, ‘Gün içerisinde işlerim biterse gelirim’ dedim. Sabah 05.30’da ameliyatım bitti. Geri döndüğümde dış kapının içeriden kilitli olduğunu fark ettim. Kapıyı açmak için çilingirden yardım istedim. İçeri girdiğimde Ayşe’nin öldüğünü anladım.”
Karlı dağlar da gökyüzünü kapatır.
Okullar tatil...
Bitmeyen geceler... Hastalık korkusu...
İlaç zor, ambulans nerede... Zor ısınan sınıflar... Baharla açılan okullar...
Dağların arasında hayalden başka bir umut yok. İşte böyle bir yerde doğdu Ahmet...
Ama okudu... İnat etti...
İktisadı bitirdi. Hesap uzmanı oldu. Yurtdışında eğitimini sürdürdü. İş hayatına atıldı. Şimdi büyük bir işadamı...
*
“Haberi fotoğrafla süsleyin.”
O nedenle haberi getiren muhabire yazı işlerinin ilk sorusu şu olur:
“Fotoğraf var mı?”
Çünkü fotoğraf, haberin aynı zamanda hem kanıtı hem görsel anlamda sahnesidir.
Buradaki “süs” kavramı da bildiğimiz “süs”lerden değildir.
Bu kadar detayı şunun için verdim...
25 Temmuz günü Milli Savunma Bakanlığı’ndan ajanslara bir fotoğraf ve video düştü.