17 Mayıs 2005
<B>ÖNÜMÜZDEKİ </B>günlerde ABD’den Türkiye’ye bir <B>‘senato heyeti’</B> geliyor. Türk dostu senatör Ed Whitfield başkanlığındaki heyetin amacı Türk Amerikan ilişkilerindeki sorunların çözümüne katkıda bulunabilecek görüşmeler yapmak.
Heyet sadece siyasilerle görüşmeyecek.
İş çevreleri ile de temas edecek.
Whitfield’ın bu Türkiye’ye ilk gelişi değil.
Daha önce de geldi ve olumlu çalışmalar yaptı.
Ancak bu kez bir ilkin gerçekleşme olasılığı çok yüksek.
Whitfield ve beraberindeki Senato Heyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne de geçecekler.
Heyetin Kıbrıs’a geçmesi ‘resmi’ bir görev değil.
Ancak burada KKTC yöneticileri ile de görüşmeler yapacaklar.
Heyet Türkiye’den doğrudan Kuzey Kıbrıs’a giderek bir ilke imza atmış olacak.
Çünkü daha önce hiçbir Amerikan heyeti doğrudan KKTC’ye gitmedi.
Birkaç kez Güney’den Kuzey’e geçen düşük düzeyde ABD’li görevliler oldu ama senatör düzeyinde ve doğrudan KKTC’ye ilk kez böyle bir heyet gidiyor.
Bu ziyaret, Kıbrıslı Rumları ‘çıldırtmış’ durumda.
Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla ABD yönetimine mesajlar gönderip, bu gezinin yapılmamasını sağlamaya çalışıyorlar.
Şimdilik bu çağrılarına olumlu bir yanıt alabilmiş değiller.
ABD Yönetimi, Türkiye ile sorunlar yaşıyor olsa da, Annan Planı çerçevesinde Rumları tekrar masaya oturtmakta kararlı görünüyor.
Bu ziyaret de zaten bu amaçla ‘aba altından sopa göstermek’ olarak değerlendirilebilir.
Bölgesel asgari ücret
TÜRKİYE ’de anlı şanlı komisyonlar toplanıp her yıl bir ‘asgari ücret’ belirliyorlar.
Aylar süren tartışmalar, kavgalar sonucunda bir rakam belirleniyor.
Belirlenen ücretin Türkiye gerçekleri ile uzak yakın alakası yok.
Çünkü belirlenen miktar, her bölge için ayrı bir değer ifade ediyor.
Asgari ücret İstanbul’da açlık sınırının altında.
Anadolu’nun pek çok yerinde ise ‘iyi’ para.
İstanbul veya Ankara’da gecekondu kirası olmayacak olan miktar, geçen hafta gittiğimiz Çorum’da lüks konutun aylık kirası.
Büyük kentte sefalete eşdeğer olan asgari ücret, pek çok taşra kentinde ‘ciddi’ gelir.
Aslında yapılması gereken, ‘bölgesel asgari ücret’ belirlemek.
Pek çok teşvik önleminden daha geçerli, daha faydalı bir enstrüman.
Her ile, her bölgenin ekonomik gerçeklerine uygun bir asgari ücret belirlemek, ‘anlamsız ve faydasız’ teşviklerden daha ‘gerçekçi’.
Çünkü Van’daki 200 milyon İstanbul’daki 500 milyondan daha değerli.
Bunu yapmaya cesaret edecek olan, Türkiye’nin gerçeklerini görmüş demektir.
Gerçekleri görmek için göz, değerlendirmek için akıl, gereğini yapmak içinse cesaret gerekiyor.
Ermeni yurttaşlarımızdan Avrupa Birliği için destek
ERMENİ Soykırımı tartışmalarının büyüdüğü ve ‘art niyetli’ çevrelerin Türkiye aleyhtarı kampanyayı şimdilerde bu ‘soykırım iddiası’ üzerine kurdukları bir dönemde Türkiye Ermenileri, Ermeni Patriği öncülüğünde bu iddia sahiplerine bir mesaj vermeye hazırlanıyorlar.
Mesajın dili ise son derece evrensel: Müzik.
Feriköy Ermeni Ortaokulu Vakfı ve besteci Cenk Taşkan (Majak Toşikyan) organizasyonuyla 19 Eylül günü Atatürk Kültür Merkezi’nde bir konser organize ediliyor.
Konserde Ermeni bestecimiz Cenk Taşkan’ın Türkçe ve Ermenice şarkılardan oluşan repertuvarı biri Türk, diğeri Ermeni iki sanatçımız, Nükhet Duru ve Bartev Garyan tarafından seslendirilecek.
İkiliye okulun 70 kişilik Vartanants Korosu ve 40 kişilik bir orkestra eşlik edecek.
Konser için 19 Eylül tarihi özellikle seçildi.
Daha sonraki bir tarih için planlanan konser, Patrik’in önerisiyle 19 Eylül’e alındı.
Böylelikle 3 Ekim’de başlayacak AB müzakereleri öncesi, Avrupa’ya Türkiye’den ‘Biz burada dostça yaşıyoruz. Sorunumuz yok’ mesajı yollanması amaçlandı.
Konserin adı da buna uygun: Hepimizin Şarkıları.
Bakalım Türkiye karşıtları bu ‘çok sesli’ mesajı alabilecekler mi!
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sevdiklerimizi sevmediklerimizden daha kolay bağışlayabildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE,</B> tanıtımı sporla yapma konusunda önemli adımlar atıyor. Bu yazın takvimine bakın. Dün dünyanın en üst sıralarda yer alan iki tenisçisi, Williams kardeşlerden Venus İstanbul’da, iki kıta arasında raket sallıyor. Bizde çok önemsenmiyor belki ama dünya izliyor.
İki hafta sonra Şampiyonlar Ligi finali İstanbul’da oynanacak. Milyarlar izleyecek.
Ardından Dünya Ralli Şampiyonası’nın Türkiye ayağı Antalya’da koşulacak. Yine milyarların gözü Türkiye’de olacak.
Ardından ağustos ayında dünyanın en çok izlenen organizasyonu Formula 1 İstanbul’da yapılacak.
Yine milyarlar ekran başında İstanbul’da olacak.
Bunlar Türkiye’nin ‘imajı’ açısından birer hazine.
İşkence, Kürt sorunu, kadınların polisten dayak yemesi gibi meselelerle dünya gündemine gelen Türkiye’nin farklı bir boyutta gündeme gelmesini sağlayacak önemli olaylar.
Sağladıkları faydayla, Türkiye’ye sağladıkları tanıtımla maliyetleri kıyaslandığında getirileri müthiş.
Malezya’da üst düzey bir yöneticiyle yaptığım sohbeti bir kez daha aktarmakta fayda görüyorum.
Malezya dünyaya kendini tanıtmak, anlatmak istediği zaman bir strateji geliştiriyor.
Sıradan bir Güneydoğu Asya ülkesi değil, önemli bir teknoloji ülkesi olduklarını kanıtlamak için iki iş yapıyorlar.
Biri Formula 1’i ülkelerine getirmek.
Diğeri ise yapıldıkları dönemde dünyanın en yüksek binaları olan Petronas Kuleleri’ni inşa etmek.
Böylelikle ‘sınıf atlamak’, sınıf atladıklarını dünyaya kanıtlamak.
Aynı şeyi yapan bir başka ülke Dubai.
Yelken Otel’i yapıyorlar.
Maliyet 1 ise, sağlanan tanıtım 1000.
Türkiye şimdi tam bu yolda.
Ama ufuklar yetersiz.
İstanbul’un girişine Mevláná heykeli yapalım diyorlar.
Oysa yapılması gereken dünyayı hayrete düşürecek bir mimari şahaser.
Maliyeti 1 ama tanıtım değeri 1000 olacak bir eser.
Yanlış hesap doğru sonuç verirse
GALATASARAY ’ın Fenerbahçe’yi 5-1 yenerek Türkiye Kupası’nı almasının ardından benim açımdan en dehşet verici görüntü Başkan Özhan Canaydın’ınkiydi.
Geçmişte sahanın yakınından geçen yöneticileri ‘kınayan’ Başkan Canaydın, kupa töreninde madalya için ilk sıraya giren oldu.
Ardından omuzlarda havadaydı ve ‘Galatasaray için kötü günler geride kaldı. Eski Galatasaray geri döndü’ gibi ‘abuk sabuk’ sözleri ekranlardan bize ulaştı.
Oysa alınan Galatasaray için sıradan hale gelmiş bir Türkiye Kupası’ydı.
UEFA ve Süper Kupa görmeye alışmış Galatasaraylılar için çok da ‘önemli’ değildi.
Ancak Galatasaray Başkanı açısından bu kupa önemliydi ve hataları ‘unutturacak’ kadar değerliydi.
Kupanın tehlikesi de işte tam buradaydı.
Bırakın Türkiye Kupası’nı, Galatasaray bu yıl şansının da yardımıyla lig şampiyonluğunu da kucaklayabilir.
Peki tüm bu kupalar Galatasaray’ın ‘kötü ve yanlış’ yönetildiği gerçeğini değiştirebilir mi?
Seyrantepe başarısızlığı ortada dururken, büyük başarılara motive olmuş takım ve taraftar Türkiye Kupası ile kandırılırken, 150 milyon dolara yaklaşan borcun küçülerek kapatılamayacağı ortadayken, ikinci lig takımlarına yaraşacak bir statta maçlar oynanırken ‘dandik’ bir kupa ile Galatasaray taraftarını kandırmak, başarı öyküleri yazmak kimin hakkı.
Başkan Canaydın Galatasaraylıları ‘saf’ zannediyorsa yanılıyor.
Bir kupa üç yıllık kötü yönetimi unutturamaz.
Haberi olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hak etmeyenlere gösterilen sevgi ve hoşgörünün, iyilik değil kötülük olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE’</B>de artık <B>‘aklı başında’</B> görünen pek çok insan <B>‘ne yaptığını’</B> bilmez halde. Bolu’da Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nin rektörü, üniversitesini ziyarete gelen Başbakan’ı karşılamıyor. Yardımcılarını da karşılamaya yollamıyor.
Nedeni, siyasi görüşlerinin uyuşmaması. Bu mu rektörlük! Bu mu terbiye!
Başbakan’ın partisine oy ver, Başbakan’a yaltaklan diyen mi var.
Git görevini yap. Ya da istifa et siyasete gir, Başbakan’la orada hesaplaş.
Ama sağolsunlar, artık üniversiteleri ‘siyasi parti’ zanneden rektörler var.
Haksız da sayılmazlar.
Ya MHP’ye ne demeli. Öcalan’ın yeniden yargılanmasını ‘siyasi koz’ yapmak istiyorlar.
Yahu bu adamın asılmasını ‘çok doğru bir tavırla’ engelleyen siz değil miydiniz? CHP’nin durumu daha da kötü.
Türkiye’yi Avrupa’ya taşıması gereken parti olan CHP, Öcalan’ın yeniden yargılanması meselesinde MHP’nin peşine takılmış gidiyor. Aklı sıra baraj altı kalmış MHP’nin oylarını çalacak. Yahu MHP’nin bütün oyunu çalsan yine AKP’nin altındasın. Böyle politika mı olur!
AKP’nin ayıbı da az değil. Maliye Bakanı Unakıtan’ı kurtarmak için ‘Af Yasası’ çıkarmaya çalışıyorlar.
Peki bu millet sizi denemek için oy yağdırırken, yolsuzluklardan bıktığı için mi peşinize takıldı, yoksa kara kaşınız kara gözünüz için mi?
İzledikçe sinirleniyorum...
AİHM kararı Türkiye lehine
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen Öcalan davası sonuçlandı. Bence sonuç beklenenden daha iyi.
Türkiye açısından ‘sıkıntı yaratabilecek’ taleplerin hemen hemen tümü mahkeme tarafından reddedildi.
Öcalan’ın yakalanış ve Türkiye’ye getirilişiyle ilgili prosedürde Türkiye’ye yönelik herhangi bir suçlama veya talep yok. Aksi olsaydı, Öcalan’ın ‘yargılanamama ve serbest bırakılma’ olasılıkları gündeme gelebilirdi.
Yine Apo ve avukatlarının çok iddialı oldukları bir başka konu, yani Öcalan’ın İmralı’da tutulması konusunda da mahkeme Türkiye’yi haklı buldu. Bu da Öcalan’ın başka bir cezaevine naklini ve beraberinde getirebileceği sıkıntıları önledi.
AİHM’nin kararında Türkiye açısından sıkıntı yok.
Çünkü mahkeme ‘Ceza yanlıştır’ da demiyor.
Sadece mahkeme süreciyle ilgili ‘hatalardan’ söz ediyor ki, bu hataların bir bölümü, mahkemenin sürdüğü dönemde Türkiye’de de dile getirilmişti.
Önceki gün açıklanan kararda Türkiye açısından sıkıntılı tek şey, Öcalan’ı yargılayan DGM’nin ilk 9 celsesinde ‘asker kökenli’ bir hákimin bulunmuş olması.
Bunun sakıncası o zaman anlaşılmış ve davanın ortasında yasal değişiklik yapılarak DGM’ler sivilleştirilmişti. Ancak AİHM bu durumu göz önüne almadı ve kendi içinde de bir tutarsızlığa neden oldu. Çünkü 2003 yılında aynı mahkemede görülen ‘İrmek Dosyası’nda AİHM, dava ortasında sivil hákimin göreve başlamasıyla mahkemenin sivil yapıya kavuştuğunu kabul etmiş ve yargılamayı usulüne uygun bulmuştu.
Bu tutarsızlık nedeniyle AİHM’nin Öcalan Davası’ndaki kararında 6 ‘ret’ oyu kullanıldı.
Bu oyları kullananlar arasında Mahkeme Başkanı Wildhaber’in yanı sıra, Fransız, İsviçreli, Polonyalı ve İspanyol yargıçlar da var. Ancak tabii ki, bu 6 ret oyu sonucu değiştirmedi.
Kararın kaleme alınmasında da Türkiye ‘lehine’ yorumlanabilecek bir ilk yer aldı.
Buna göre AİHM, Türkiye’ye farklı bir yol da sunuyor. Ve diyor ki, ‘dosya yeniden açılabilir’. Yani Öcalan’ın yeniden yargılanabilmesi için gerekli yasal değişiklik yapıldıktan sonra artık DGM olma sıfatını yitiren ve Ağır Ceza Mahkemesi haline gelen mahkeme, dosyayı yeniden açıp inceleyebilir ve yeniden yargılamanın gereksizliğine karar verebilir.
Yok bu olmaz ve yeniden yargılansa bile deliller ve ifadelerle ilgili bir sıkıntı olmadığı için Öcalan bu yargılanma sonucunda aynı cezaya çaptırılır ve İmralı’daki hayatını aynen devam ettirebilir.
Bu arada Türkiye’de bir yanlış yorum yapılıyor ve AİHM kararının Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde ele alınacağı söyleniyor. Bu ele alma öyle düşünüldüğü gibi ‘kararın onaylanması’ anlamında değil. Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin AİHM kararının gereğini yapıp yapmadığını izleyecek. Bundan öte bir yetkisi veya gücü yok.
Öyle veya böyle, AİHM kararı Türkiye açısından ‘olumsuzluk’ içermiyor.
Bize karşı düzenlenmiş bir komplo hiç değil.
Eğlenme sırası Galatasaraylılarda
GALATASARAY-Fenerbahçe Türkiye Kupası finalinden önce Vatan Gazetesi görüşümü almıştı.
Galatasaray’ın kazanacağını, pek çoklarının düşündüğünün aksine çok farklı bir sonuç olabileceğini söylemiştim. Aynen yayınladılar, aynen öyle oldu.
Ribery erken çıkarılmasaydı, 6-0’lık ‘tarihi’ yenilgimizin rövanşını alabilirdik. Sağlık olsun, 5 de yeter.
İki yıldır Fenerbahçeli dostlarımız tarafından kızdırılıyorduk, şimdi sıra bizde.
Maç sonrası ‘geyikleri’ ise bu ezeli rekabetin en ‘keyifli’ tarafı.
Biz Olimpiyat Stadı’ndaki her halka için bir gül attığımızı söyleyince Fenerbahçeli dostlarımız 6 Kasım’daki 6’lık maçı anımsatıyor ve Fenerbahçe-Galatasaray maçının 22 Mayıs’ta oynanacağını söyleyip bizi ‘ürkütüyorlar’.
En beğendiğim geyik ise ‘panterler’. Türk futbolu 4 panter yetiştirmiş.
Berlin Panteri Turgay, Kadıköy Panteri Pancu, Olimpiyat Panteri Mondi, Pembe Panter Rüştü.
Bu arada koyu Fenerbahçeli Ferit Şahenk’in Garanti Bankası’nın Fenerbahçeli taraftarları tasarrufa teşvik etmek için Rüştü ile anlaştığı ve Rüştü şeklinde kumbaraları yakında piyasaya vereceği de söyleniyor. 3 yıldır ilk kez Galatasaraylıların keyfi yerinde. Fenerbahçe yeniden havamızı bozana kadar...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sporun ve skorun bir eğlence olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2005
<B>İNÖNÜ </B>Stadı tribünlerinde gencecik bir delikanlı öldürüldüğü günden bu yana kendimce bir <B>‘protesto’</B> yapıyor ve çok sevdiğim Galatasaray’ınkiler dahil hiçbir maça gitmiyorum. Dün de gitmedim. Ve böyle giderse bundan böyle hayat boyu maça gitmeyeceğim.
Dün İstanbul’da oynanan maç nasıl sonuçlandı bilmiyorum.
Ama bu maçın bir galibinin olmadığını, oynanan her büyük maçta Türk futbolunun ‘kaybettiğini’ biliyorum.
Dünkü maçta İstanbul polisi büyük önlemler aldı. Bu ‘spor’ müsabakasında güvenlik tam ‘7000’, evet ‘yedi bin’ polisle sağlandı. İstanbul polisinin üçte biri, dün bu maçta görevliydi.
Sanırsın ki, Türkiye’nin en büyük, ön köklü iki kulübü bir ‘oyun’ oynamıyor, ahali savaşa gidiyor.
Ne 1 Mayıs’larda, ne PKK’nın en büyük gösterilerinde böylesi bir polis gücüne ihtiyaç duyulmuyor ama Galatasaray ile Fenerbahçe maç yapacak diye 7 bin polis toplanıp güvenliği sağlamaya çalışıyor.
Sizce bunun adı spor mu, bunun adı rekabet mi?
Sanki iki takım değil, iki terör örgütü karşılaşıyor.
Bundan iki yıl önce oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçında güvenlik için 3800 polis görevlendirilmişti.
Bu maçta 7 bin.
Peki nereye gidiyoruz.
Önümüzdeki yıl futbol oynatabilmek için 15 bin polis mi bulacağız?
Dün öğle saatlerine kadar maç için satılan bilet sayısı 16 bini biraz geçiyordu.
Çünkü aklı başında analar babalar çocuklarını maça yollamaya korkuyorlar. Doğru düzgün insanlar maça gitmeye çekiniyorlar.
Kulüplerimiz bunu mu istiyor?
Anlı şanlı kulüp başkanları yaptıkları işin farkındalar mı?
Emniyet’in silah ihalesinde bildik oyunlar
BU sütunu yıllardır takip edenler belki hatırlayacaklardır.
Yıllar önce bu köşede Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açtığı tabanca ihalesi ile ilgili bir dizi yazı yer almıştı.
Adrese teslim bir ihale organize edilmiş ve dünya çapında üretim yapan yerli silah firmaları ihale dışında tutulmuştu.
Benim yazıdan sonra işler değişmiş, ihale iptal olmuştu. Ardından da Türk Silahlı Kuvvetleri çok çetin testler yapmış ve ordumuzun silah ihalelerini hep yerli firmalarımız kazanır olmuştu.
Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü’nde yine bir ‘ihale’ tezgahı var gibime geliyor.
Müdürlük tabanca alımı için ihaleye çıkıyor. İhale ‘uluslararası’. Yerli firmalar da katılabilirler gibi duruyor. Ancak şartname öyle bir hazırlanmış ki, testleri geçebilecek nitelikteki yerli firmaların katılması imkánsız.
Çünkü şartnamede silahların namlularının hangi teknikle imal edilmesi gerektiği belirtiliyor.
Bu teknik en modern teknik olsa dert değil. Ama tam aksine, pek çok yabancı firmanın artık kullanmadığı bir yöntem.
Ve Türkiye’deki büyük üreticilerin hiçbiri bu yöntemle silah üretmiyor.
Üreten bir iki küçük atölye var ama onların da dayanıklılık testlerinden geçmesi mümkün değil.
İşin ilginci, bu ihalenin altında geçmişte benim eleştirdiğim ihaleyi düzenleyenlerin ‘imzası’ var.
Hükümet bir yandan ithalatı frenlemek için bin türlü ‘çare’ geliştiriyor.
Diğer yandan İçişleri Bakanlığı, kaliteli yerli yerine yabancı silah almak için bin türlü ’tezgah’ yapıyor.
Adalet ve bilirkişi
BİR kez bu sütunda ele aldım, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile yaptığım Teke Tek’te ve yeni TCK’yı tartıştığımız programda da gündeme getirdim.
‘Türkiye’de adaleti bilirkişilerin dağıtması adil mi?’ diye.
En basitinden en karmaşığına kadar pek çok davada hakim ‘topu’ ‘bilirkişiye’ atıyor ve davalar bilirkişinin ‘bilgisine’ ve izanına kalıyor.
Öyle ki, avukatlar arasındaki en büyük tartışma bilirkişinin belirlenmesinde yaşanıyor.
Son olay ‘bilirkişi raporlarının’ suyunun nasıl çıktığını da gösteriyor.
Diyarbakır’da 8 yaşındaki bir çocuğa otobüs çarpıyor ve çocuk hayatını kaybediyor. Otobüs sürücüsü suçlu. Çocuğun ailesi ‘tazminat davası’ açıyor. Hakim de tazminat ‘miktarının’ belirlenmesi için bir bilirkişi tayin ediyor.
Bilirkişi kaç lira tazminat ödeneceğini hesaplamak için çalışmalara başlıyor. Sonunda işin içinden şöyle bir hesapla çıkıyorlar:
‘8 yaşındaki çocuğu yetiştirmek için aile 55 milyar 926 milyon lira daha para harcamak zorunda kalacaktı.
Yörenin ve ailenin durumu göz önüne alındığında çocuk üniversiteye gidemeyecek ve 18 yaşında çalışmaya başlayacaktı.
Çalışması süresince ailesine 18 milyar 234 milyon lira katkıda bulunabilecekti.
Aile çocuğa 55 milyar 926 milyon harcayacak, ancak çocuktan 18 milyar 234 milyon lira geri gelecekti. Bu durumda çocuğun 8 yaşında ölmesi sonucunda aile bir zarara uğramamış, tam aksine 42 milyar 692 milyon lira tasarruf etmiştir.
Bu nedenle tazminat ödenmesine gerek yoktur.’
Şaka gibi ama değil. Bilirkişi raporu aynen böyle diyor. Sıkılmasalar bu paranın çocuğu ölen aile tarafından otobüs firmasına ödenmesini ve varsa eğer otobüsteki hasarın da aile tarafından karşılanmasını isteyecekler.
Ve bu raporu yazan kişilerin başındaki sıfat ‘bilir’. Ne bildikleri, en azından insanlık adına ne bildikleri ortada.
Allah’tan mahkeme henüz kararını vermemiş.
Bakalım hakim bu ‘müthiş insani’ hesabı yapan bilirkişiye uyacak mı?
Türkiye’de adaletin dağıtılmasında bilirkişi etkili rol oynuyor.
Ama onların da bildiği bu işte.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Rahatsız adamlar, rahat adamları rahat bıraktığı zaman.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2005
<B>DÜN </B>TMSF Başkanı <B>Ahmet Ertürk’</B>le buluşup <B>Turgay Ciner’</B>e <B>‘Hayırlı olsun’</B>a gittik. <B>‘TMSF Başkanı ve Fahri Tahsilat Daire Başkanı gelmişler’ </B>diye karşıladı. Kahvelerimizi içtik.
Epey sohbet ettik.
Ciner’e, ‘Ucuza iyi bir mal aldın’ dedim.
‘TMSF’ye ödediğimiz para ile iş bitmiyor ki, ayrıca üç yıldır buraya harcadığım paralar da var. Ucuza almadım’ dedi.
Ahmet Ertürk de ‘Böylesi daha iyi oldu. Diğeri vicdanları rahatsız edecekti’ diye ekledi.
Ciner Sabah ve ATV’yi kárlı hale getirdiğini aktardı.
Anladığım kadarıyla birkaç yıl içinde şirketi halka açmayı planlıyor ve TMSF’ye borcunu daha kısa sürede ödeyecek. Ahmet Ertürk de böyle bir ödemeyi memnuniyetle karşılayacaklarını belirtti.
Ben de Turgay Ciner’e Sabah’ın küçük ortaklarına bir çağrı yapıp yapmayacaklarını sordum.
Çünkü gazetenin içine düştüğü durumdan dolayı mağdur olmuş ortaklar vardı.
Bu soruma yanıt vermek için birkaç gün süre istedi. Yargıya intikal etmiş bir mesele olduğunu ve birkaç gün içinde net yanıt verebileceğini belirtti.
Gördüğüm kadarıyla Turgay Ciner Sabah’ın geçmişinden kaynaklanan sorunları taşımak istemiyor. Bu kapsamda Dinç Bilgin de Sabah’taki odasını yakında boşaltacak.
Ciner’le neredeyse 10 yılı bulan bir dönemde hakkında yazdığım olumsuz yazıları da konuştuk. Son olarak İzmir Adnan Menderes Havalimanı ihalesine Bayındır’la birlikte girmesini eleştirmiştim. Ciner ‘Yine haklı çıktın’ dedi.
Güldük.
Daha önce Uzanlar aleyhine yazdığım yazılardan dolayı beni eleştiren Ciner, ‘Orada sana bir özür borçluyum. Bu kadarını tahmin edememiştim’ dedi.
Ben de kendisine geçen hafta Sabah’tan kazandığım bir davadan dolayı teşekkür ettim.
İlker Sarıer’in hakkımda yazdığı yazılardan dolayı bana tazminat ödemeye mahkûm olduğunu, bu parayla kendisine yemek ısmarlayacağımı söyledim.
‘Sen bize hiç dava kaybetmiyor musun?’ diye sordu.
‘Belki bir tane kaybederim’ dedim. O da bir yazımı hatırlatarak, ‘Benim tehdit ettiğimi yazmıştın ama bak asıl o bankacı beni tehdit ediyor’ diyerek bir banka genel müdürünün kendisine yazdığı mektubu gösterdi.
Turgay Ciner’e bir kez daha ‘Medyaya hoş geldin’ diyorum.
Umarım kavgasız gürültüsüz, doğruları yazan ve Türkiye için çalışan bir medyanın ‘ahlaklı’ tarafları oluruz.
Randevuda dediğimiz oldu
BAŞBAKAN Erdoğan’ın Bush’tan beklediği randevu tarihi geldi. Tam da dediğimiz gibi oldu.
Erdoğan kızının diploma töreni için haziran başında ABD’ye gidecek, Türkiye’ye dönecek, bir hafta sonra bir daha gidecek.
Oysa ‘diplomatik nezaket’ Başbakan Erdoğan’ın ABD’de olduğu günlerde zaman ayırmayı gerektirirdi.
Bu durum Amerikalı yetkililere ‘gayri resmi’ bir talep olarak iletilmişti. Ancak ‘kaale’ alınmadığı anlaşıldı.
İlişkilerdeki gerginlik sürüyor. Görünen bahane Erdoğan’ın Irak’la ilgili demeçleri.
Ancak aslında konu bu kadar basit değil.
Türkiye bölgedeki gelişmeleri ve planları anlayıp, ona göre kendi konumunu yeniden net bir şekilde belirlemedikçe bu gerginlik sürecek.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Doğruluğun zor ama hedefe ulaşan bir yol olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2005
<B>ABD’</B>yle ilişkiler <B>‘düzelecek’</B> gibi görünmüyor. Öncelikle, İsrail gezisi rahatlattı falan filan denilse de ABD’nin hesabı doğrudan daha önce kendisini çok ağır şekilde eleştiren ve Edelman’a 6 hafta randevu vermeyen Erdoğan’la ilgili. ABD yönetimi, Erdoğan’ın bu tavrını ‘kasıtlı’ ve ‘kabul edilemez’ buluyor.
Bu yüzden çok yakında denilmesine ve dün Bush’un Moskova’da Erdoğan’a, ‘Sizi bekliyoruz’ diyerek davet etmesine rağmen ABD’den hálá ‘tam bir randevu’ verildiği falan yok.
Bush’la Beyaz Saray’da görüşmek için bizden çok sonra başvuran Yunanlılar çoktan 20 Mayıs için görüşme tarihi aldılar bile. Türkiye ise Dışişleri Bakanlığı müsteşarını ‘bu iş için’ özel olarak göndermesine rağmen henüz bir sonuca ulaşamadı.
Türkiye’nin ‘görüşme’ talebinin üzerinden hemen hemen bir ay geçti.
İki ülke arasındaki ilişkiler, her iki tarafça da ‘şahane, sorun yok’ gibi gösteriliyor ama aslında ‘sorun var’.
Washington’un, Erdoğan’a hálá vermediği randevuyla ilgili şu an kafasında oldukça ilginç planlar olduğu söyleniyor. ABD’nin kafasındaki plana göre Erdoğan’a randevu verilecek.
Ancak bu randevu Başbakan Erdoğan’ın kızının California’daki üniversiteden mezuniyet töreninin yapılacağı güne yakın olmayacak. Randevu için özellikle haziran ortası gibi bir tarih verilecek. Böylelikle Erdoğan’ın bir ay içinde iki ABD seyahati yapması sağlanacak.
Gerçi Başbakan Erdoğan’ın randevu ile kızının mezuniyetini birleştirmek gibi bir niyeti ABD’ye iletilmedi ama en azından bir jest yapılmayacak.
Bu arada Ukrayna Lideri Yuşçenko da haziran ayı içinde Türkiye’ye gelmek istiyor.
Erdoğan verilen tarihi beğenmezse ya da verilen randevu Yuşçenko’nun ziyareti ile çakışıp da Erdoğan, ABD’ye verilen tarihte gidemezse, Washington ‘Biz tarih verdik ona uymadı’ diyerek ‘profesyonel gerginlik’ yaratmayı da düşünüyor.
Ayrıca haziranda dönmesi beklenen Büyükelçi Edelman’ın yerine şu an gelecek isim belli. (ABD yasaları uyarınca bu isim belirlenirken din üzerinden bir tercih yapmak yasak.) Ama bu isim de Edelman ile hemen görev devir teslimi yapmayacak. En erken sonbaharda gönderilecek. Böylece yine Amerika, Türkiye’ye ‘Kendini dünyanın merkezi görme, ben ilişkileri büyükelçisiz bile yürütebilirim’ mesajı verecek.
Edelman’ın Pentagon’daki müsteşarlık görevinin yarıçapına, çok sorunlar yaşadığı Türkiye de dahil edilmiş durumda.
Amerika ile ilişkilerde en ilginç nokta, Türkiye ile ABD arasındaki sorunların odağında Pentagon’un bulunması. Geçmişte Türkiye ile ABD arasında ne zaman sorun olsa, Pentagon devreye girer ve sorunu çözerdi. Bu kez tam aksi bir durum var. Pentagon, Türkiye ile sorun yaşıyor ve ABD Dışişleri Bakanlığı sorunu çözmeye çalışıyor.
Her şey göründüğü gibi midir
SİZE güzel bir hikáye aktarayım. Herkes kendine göre yorumlasın.
Adamın biri trafik kazasında bir kolunu kaybedince bunalıma girmiş.
İntiharı düşünürken yolda iki kolu da olmayan ama hoplayıp zıplayan ve hayli eğleniyormuş gibi görünen bir adama rastlamış.
Adamı durdurmuş, ‘Benim bir kolum yok, bunalıma girdim. Senin iki kolun yok, neşe içinde hoplayıp zıplayıp duruyorsun. Nasıl oluyor bu iş’ diye sormuş.
Diğeri yanıtlamış:
‘Ne neşeyle hoplayıp zıplaması. Popom kaşınıyor ama kaşıyamıyorum.’
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Avrupa basını, Türk basınına ders verecek değil, ders alacak noktada olduğunu anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2005
<B>PERŞEMBE </B>akşamı TMSF Başkanı <B>Ahmet Ertürk’</B>le konuşuyorduk. Sordu: ‘Sabah’ı ve ATV’yi Turgay Ciner aldı. Sen de alınca hayırlı olsuna gideceğim diye yazmıştın. Gittin mi?’
‘Gitmedim’ dedim ve ekledim: ‘Ama gideceğim.’ Kahkahayı patlattı.
‘Lütfen haber ver de beraber gidelim.’
Ertesi sabah hemen Ciner’e bir çiçek yolladım.
Çiçeği alır almaz aradı:
‘Çiçek çok güzel. Teşekkür ederim ama ziyaretime gelecektin. Sonunda bize burayı aldırdın. Hayırlı olsuna gelme sözün var.’
‘Gelicem, gelicem ama yalnız gelmiycem’ dedim ve Ahmet Ertürk’le beraber kahveye gideceğimizi söyledim.
Bu sefer Turgay Ciner’in kahkahası çınladı.
‘Vallahi çok uygun olur. TMSF Başkanı ve bir numaralı tahsilat memuru. Bak sayende bizden 435 milyon dolar tahsil ettiler. Haftaya mutlaka bekliyorum’ dedi.
Gerçekten de yaza yaza sonunda ATV ve Sabah’ın satılmasını sağladım.
Kötü mü oldu! Ciner daha önce ATV ve Sabah için yılda 2 milyon dolar kira ödüyordu.
435 milyon dolar 200 yılda ödenebilirdi. Şimdi devlet bu parayı 10 yılda alacak.
Üstelik teminat olarak Ciner’in diğer şirketleri gösterildi. Yani ödeme ‘garantiye’ alındı.
Ciner kiracı statüsünden kurtuldu ve ‘medya patronları’ arasına katıldı. Ve bence çok önemli iki markayı ‘ucuz sayılabilecek’ bir fiyata alarak.
Dinç Bilgin de borcunun üzerine yatan adam damgasından kurtuldu, borcunun önemli bir bölümünü ödemiş oldu.
Herkesin kazandığı bir durum ortaya çıktı.
Bu işi zorlarken bana ‘tetikçi’ diyenler acaba şimdi aynaya bakınca bir nebze utanıyorlar mı?
Polise İstanbul tazminatı
CUMARTESİ günü polisin İstanbul’da çalışmamak için şark hizmetinden dönmemeyi göze aldığını ve son 3 yılda İstanbul’daki polis sayısında 9 binin üzerinde azalma olduğunu yazdım.
Polis gerçekten İstanbul’da görev yapmak istemiyordu. Maaş aynı, ancak hayat neredeyse yüzde 50 daha pahalı olunca İstanbul tam bir ‘sürgün yeri’ haline gelmişti.
En büyük sorun ise konuttu. Yazıdan sonra İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah aradı.
‘Yazınız yüzde yüz doğru bir noktaya parmak basmış. İstanbul’da çalışacak polis bulamıyoruz. Kimse gelmek istemiyor, gelenler gitmek için dilekçe veriyor’ dedi.
‘Peki ne önlem alacaksınız, çare var mı?’ diye sordum.
Varmış. Öncelikle İstanbul’da görev yapan polislere gerçek anlamda ‘kira yardımı’ planlanıyormuş.
Cerrah, ‘Bir memurun eline geçen para 900 YTL civarında. İstanbul’da bunun en az yarısı kiraya gidiyor. Geriye kalanla İstanbul şartlarında geçinmek mümkün değil. Şimdi İstanbul’daki polislere en az 300-400 milyon lira gibi işe yarayacak bir kira yardımı talebimiz var. Bu olmazsa belki bir ‘İstanbul tazminatı’ düşünülebilir. Hepsi görüşülüyor, konuşuluyor’ dedi.
Gerçekten de, İstanbul’da sadece polislere değil, görev yapan bütün memurlara ‘ek’ bir tazminat vermek gerek. Bunun kaynağı yok denebilir.
Devlet sadece kendi işini yaparsa ve işini yapmayanlar 637 sayılı yasa değiştirilerek ‘ayıklanabilirse’ kaynak kendiliğinden bulunur.
Bile bile yanlış yapılır mı?
RTÜK Digitürk’te ‘şifreli’ yayın yapan erotik kanalları kapattı. Yıllardır yapılan yayın birdenbire ‘zararlı’ hale gelmiş. Gerekçe ise şikáyet.
Şifreli ve ekstra ödemeli kanalları kimin şikáyet ettiğini merak ediyordum. İşin aslı sonra ortaya çıktı.
Asıl şikáyet Sinematürk için yapılmış.
Eski Türk seks filmleri buradan şifresiz gösteriliyormuş, bu şikáyet edilmiş.
RTÜK de ‘Hazır kapatmışken hepsini bakalım’ demiş ve 4 yabancı kanalı kapatmış.
Aslına bakarsanız bazı ‘sapıklar’ bu şifreli kanallardan da şikáyetçi olabilirlerdi.
RTÜK’ün anlaması gereken bir şey var, bu iş ‘şikáyetlerle’ yönetilemez, yönlendirilemez.
Her şeyden şikáyetçi olabilecek bir kesim bulunabilir.
Benim tanıdığım kalabalık bir grup da lig TV’deki yorumlardan şikáyetçi. Şikáyet olunca onu da kapatacak mısınız?
Zaten durum bu olsa ‘bilgili insanlardan’ oluşmuş bir kurula ne gerek var.
Bir komisyon toplanır, belirli bir şikáyet sayısı aşılınca televizyon kapatılır.
Kurulun oluşturulma gerekçesi dünyayı izlemesi, evrensel kuralları uygulaması ve kararların bir süzgeçten geçirilerek verilmesi.
Şikáyet oldu diye uyarı, şikáyet oldu diye kapatma ‘üst kurul’ mantığına aykırı.
Aslına bakarsanız yapılan yanlışlığın RTÜK de farkında ve ‘Yargı yolu açık’ diyor.
İyi de yargı yolu açık diye AB kapısındaki Türkiye’de bile bile yanlış yapmanın mantığı ne?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendi egomuzu tatmin etmek için başkalarının egolarıyla oynamadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2005
<B>EĞİTİM </B>öğretim döneminin sonuna gelindi, lise son sınıf öğrencileri yine <B>‘rapor’</B> peşine düştü. Çünkü üniversite sınavına girecek olan son sınıf öğrencileri okul yerine dershaneye gittikleri ve özel ders aldıkları için okula devam etmiyorlar. Devamsızlıktan kalmamak için de 17 yaşında ‘sahtecilikle’ tanışıp ‘düzmece rapor’ peşine düşüyorlar.
Analar babalar, tanıdık doktor, başhekim peşinde.
Peki bu rezaletin nedeni ne?
Basit, üniversite giriş sınavında sorulan sorular lise son sınıfı kapsamıyor. Hatta neredeyse lise müfredatıyla alakası yok.
Çünkü lise müfredatını Milli Eğitim Bakanlığı hazırlıyor, üniversite sınav sorularını ise YÖK.
Yıllardır bu konuda bir kavga var. Milli Eğitim sınavda müfredata uygun soru hazırlansın diyor, YÖK ise ‘Okullarıma girecek öğrencilere ne soracağımı ben bilirim’ diyor.
İki kurum anlaşamıyor, olan öğrenciye oluyor. Kazanan ise dershaneler ve özel ders veren öğretmenlerden başkası değil.
Oysa çözüm basit.
Ya Milli Eğitim müfredatı sorulara uyarlayacak, ya da YÖK soruları müfredata.
Ama Türkiye’nin geleceği olan gençlerin eğitiminden sorumlu bu iki kurum uzlaşamıyor. Sonra da Türkiye, genç nüfusuyla geleceğe güvenle bakıyor.
Emin olun ki öyle!
İstanbul’da polis kalmayacak
İSTANBUL’daki ‘emniyet zafiyetinin’ nedenlerinden birinin ‘sayısal’ açıklaması elime ulaştı.
Kanal D Haber muhabiri Ekrem Açıkel’in ortaya çıkardığı rakamlara göre 3 yıl önce İstanbul’da görev yapan polis sayısı 33 bindi.
Bugün ise bu sayı 25 bin 500.
İstanbul’un nüfusu artar, göçle birlikte güvenlik sorunları büyürken polis sayısı artacağına azalmış.
3 yıl önce ‘Şark hizmetine’ giden 3 bin 500 polisten sadece 350’si geri dönmek istemiş.
Bunun dışında 4 bin polis de İstanbul dışına tayin için dilekçe vermiş.
Anlayacağınız, polis İstanbul’da çalışmak istemiyor.
Haklılar da...
İstanbul, Türkiye’nin asayiş açısından en zor kenti. Mesleki zorluk büyük.
Hadi bu görev diyelim.
Ya İstanbul’un yaşam koşulları!
Türkiye’nin en pahalı kenti.
Lojman yetersiz. Kiralar yüksek, kira yardımı yok denecek kadar az.
Gıda, giyim, beslenme, ulaşım her şey Türkiye ortalamasının çok üzerinde.
Maaş ise aynı.
Hal böyle olunca İstanbul, başta polis olmak üzere hiçbir kamu çalışanı için cazip değil.
İstanbul’un bugünkü anlayış ve yapıyla yönetilemeyeceği ortada.
Bunu en iyi bilen kişi ise şimdi ‘Başbakan’.
Ama nedense gerekeni yapmıyor.
Turizmde böyle rezil oluyoruz
TURİZMDE patlama çatlama haberleri iyi ama sorunlar da büyük. Türkiye, içerideki rekabet yüzünden giderek Avrupalı tur operatörlerinin ‘sömürgesi’ haline geliyor.
Rehberlerden gelen bir mektup, bunun nasıl olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
‘Ülkemize yaklaşık 25 bin Fransız turist getiren ve İngiliz First Choice tarafından iki sene kadar önce satın alınan Fransa kökenli Marmara Tours, bu sene kabul edilemez şartlarla rehber çalıştırıyor.
Haftalık kültürel turların Antalya çıkışlılarını Concorde, İstanbul çıkışlılarını Mondial, İzmir çıkışlılarını İzmir Tours isimli yerel acentelere yaptıran Marmara, adı geçen acentelerden -dikkat edin döviz göndermek bir yana- kişi başı 52 Euro ücret talep ediyor. Özetle, Türkiye her gelen Fransız başına 52 Euro ücret ödüyor. Aradaki farkı halı-deri-kuyum-gece turu satışlarından kapatabileceğini umarak, tur başlangıcında zararına bu operasyonun altına giren bu acenteler de, tur maliyetlerini düşürmek adına geçen sene haftalık tur için 500 YTL+KDV ödedikleri rehberleri bu sene (Mondial: 300 YTL, İzmir Tour 125 YTL, Concorde: 0 YTL) komik ücretlerle çalıştırmak istiyorlar.
Rehberlerden beklenen, ülkemizi en iyi şekilde tanıtmak değil, sırnaşık bir konsomatris gibi sürekli hediyelik eşya ya da tur satışı pazarlamaları.’
Durum bu. Oysa Turizm Bakanlığı’nın bu konuda bir ücret tarifesi var. Ancak buna uyan yok. Uyanlar zarar görüyor.
Denetleyen de olmayınca düzen turisti kazıklamak üzerine, hanut üzerine kuruluyor. Ve sonra yabancı televizyon ve gazetelerde Türkiye’de kazıklanan turist haberlerini görüyoruz.
O kazığın kendi ülkelerindeki operatörlerin uygulamaları sonucunda ortaya çıktığını turist bilmiyor.
Kabak Türkiye’nin başına patlıyor.
Turizm Bakanımız bir ara uyanıp da bu konulara bir el atsa iyi olacak.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sürücüler gaz pedalıyla direksiyonu senkronize bir şekilde kullanabildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku