Fatih Altaylı

Yeniden yargılansa ne fark eder

6 Mayıs 2005
<B>ABDULLAH Öcalan’</B>ın yeniden yargılanması ihtimali üzerine kıyamet koparılıyor. <br><br>Özellikle de MHP tarafından. Milliyetçi oyların peşine düşenler de geri durmuyorlar tabii. Oysa Öcalan ‘idam’ cezası aldığında MHP iktidardaydı.

İktidarda olmanın ‘sağduyusuyla’ doğru bir davranış sergilemiş ve Öcalan’ın idamını engelleyen en önemli unsur olmuşlardı.

O gün Öcalan’ı astırmayan MHP, şimdi yeniden yargılanma üzerinden siyaset yapıyor.

Oysa yeniden yargılama AİHM’nin sadece Türkiye’den istediği bir şey değil.

Fransa’yla, Çakal Carlos konusunda da ‘tutuklamanın usulüne uygun yapılmadığı’ gerekçesiyle benzer bir sorun yaşıyorlar. Orada bırakın yeniden yargılamayı ‘yargılayamazsın’a kadar gidiyor iş.

Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması; tahliye edilmesi veya beraat ettirilmesi anlamına gelmiyor ki. Gerekirse bir daha yargılanır. Bu kez daha dikkatli davranılır ve ‘layık olduğu’ cezaya yine çarptırılır.

Olay da kapanır gider.

Ha bazıları daha ötesini mi istiyor. O zaman ‘defolun’ dersin biter.

Öcalan’ın yeniden yargılanmasını, Öcalan’ın tahliye edilmesi gibi gösterip ucuz siyaset yapmak, Türkiye’ye fayda değil bir kez daha zarar getirir.

Hocalar iyiyse sorun nerede

İKİ Türk profesör, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi üyeliğine seçilmişler.

Gün geçmiyor ki, gazetelerimizde Türk bilim adamlarıyla ilgili benzer haberler çıkmasın.

Yurtdışında başarılı çalışmalar yapanlar, ödüller alanlar, önemli kurumların başına veya üyeliğine getirilenler...

Demek ki bilim adamlarımız iyi. Orada bir sorun yok.

Bilim adamlarımız iyi ama üniversitelerimiz dökülüyor.

Dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasında bir tek Türk üniversitesi bile yok.

Demek ki hocalarımızda sorun yok. Sorun sistem ve organizasyonda.

Peki bunun sorumlusu kim?

YÖK.

Ama YÖK’e dokunmak, üniversitelerimizin iyileştirilmesini sağlayacak şekilde yeniden yapılandırmak yasak. Bu nasıl bir dokunulmazlıktır ve bu dokunulmazlığın ‘somut’ gerekçesi nedir, çok merak ediyorum.

Erol Simavi haklıymış

BUGÜNLERİ
de mi görecektik. Her dediğinde keramet olduğu varsayılan, hakemlik konusundaki ahkámları ‘en doğru’ kabul edilen Erman Toroğlu, bir haftadır ‘hedef tahtasında’.

Spor basınında ve köşelerde Toroğlu’nun azıttığı, sapıttığı, artık saçmaladığı, haddini aştığı söyleniyor. Neden mi?

Çünkü Erman Toroğlu, ilk kez ‘Fenerbahçe’yi hedef aldı’.

Fenerbahçe-Trabzonspor maçında Fenerbahçe’nin ilk gölünün ofsayt, ikinci golle sonuçlanan penaltısının ise penaltı olmadığını söyledi.

Erman Toroğlu ve Türk basınındaki diğer yorumcular herhalde derslerini almışlardır.

Türk futbolunda istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz.

Ama Fenerbahçe aleyhinde konuşamaz, yazamazsınız.

Yazarsanız pişman ederler.

Bunu bana yıllar önce Erol Simavi söylemişti.

Ne kadar haklıymış.

Ne kediymiş be

SABAHIN erken saatinde evde gazeteleri okudum. Millet bizim kediyi diline dolamış. Türkiye’de seviyesizliğin sembolü olmuş adamdan tutun da Milliyet’e kadar.

Milliyet benim ‘kedi’ ile ilgili açıklamamı ‘Kim yalan söylüyor’ diye haber yapmış ve benim ‘çelişkimden’ söz etmiş.

Ben bir durum anlatıyorum. Bunun çelişki neresinde?

Okuyunca çıktım bahçeye. Etrafında dönen onca olaydan habersiz yalanan kediyi seyrettim.

Sonra da işe gelir gelmez Başbakanlık Basın Danışmanı Ahmet Tezcan’ın numarasını çevirdim.

‘Ahmet, Tayyip Bey Milliyet yazarlarına kediyi benim istediğimi mi söyledi?’ diye sordum.

‘Haşa’ dedi, ‘Kedinin fotoğrafını çekmek istemişler, Tayyip Bey de kedinin sana yollandığını unutmuş. Görevliler, ‘Kedi Fatih Bey’e gitti’ dediler. Ama senin kediyi istediğini kimse söylemedi. Tam aksine, o gün orada bulunan herkes kediyi sana vermeyi Başbakan’ın teklif ettiğini biliyor.’

Gerçekten de Başbakan, ‘Cancan’ı Zeynep’e hediye etmeyi teklif ederken yanımızda Başbakanlık Danışmanı Mücahit Arslan, Adana Milletvekili Ömer Çelik, Başbakan’ın Basın Danışmanı Ahmet Tezcan, Kanal D Haber Editörü Metehan Demir, foto muhabiri Sebati Karakurt, muhabir Mehtap Altınok vardı.

Yani benim ‘çelişkim’ yok.

Anladığım kadarıyla Milliyet, ‘bu gırgır’ haberi çok önemsemiş.

Benim tanıdığım Sedat Ergin ‘ilkeli’ bir gazetecidir.

Keşke bu haberi yaparken benimle de konuşsalardı. ‘İstedi’ dememiş ama varsayalım ki Başbakan kediyi benim istediğimi söyledi. Beni arayıp ‘Doğru mu?’ diye sorabilirlerdi.

NOT: Hiçbir maddi değeri olmayan ve küçük bir kıza şirinlik olsun diye yollanmış bir kedi Türkiye’nin meselesi oldu. Burada neyin amaçlandığını siz okurların takdirine bırakıyorum. Bu haberler benim gururumdur. Fatih Altaylı’ya atılabilen tek çamur kedi konusu. Demek ki, bir açığımız olsa neler olacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Gecekondu yapmak için gökdelen yıkmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Yolsuzluk her yerde

5 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE ’</B>de her kurum bir yerde, bir şekilde yolsuzluğa bulaşıyor. <br><br>En azından <B>‘şaibeli’</B> işler, işlemler yapıyor. Türkiye’de milyarlarca dolarlık bir pazarı denetleyip yönlendirmesi için kurulan Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’yla ilgili bana ulaşan bir ihbar, dev kurumlarda bile yolsuzluğun nasıl ‘üç kuruşluk’ hesaplara indirgendiğinin göstergesi. Bana ulaşan iddialar, kurumun gücü ve yolsuzluğun boyutu göz önüne alındığında ‘utanç verici’.

Kaynağını gizleyerek aktarıyorum:

‘EPDK Ekim 2004’te başlayan bir süreç ile çok önemli bir ihale süreci başlattı. Bu da akaryakıt ürünlerinde milyarlarca dolara varan kaçakçılığı önlemeyi amaçlıyordu. İhalenin adı: Ulusal Marker Temin İhalesi.

EPDK önce Ekim 2004’te bir yeterlilik ilanına çıktı ve dedi ki; ben 1 0cak 2005’te bu ihaleyi bitireceğim ve marker kullanımına başlayacağım.

Ancak bu ilandan sonra çeşitli nedenlerle (daha sonra anlaşıldı ki bir firmaya endeksleme amacı) 3 defa değiştirildi. Her defasında yeni teknik ve idari şartlar getirildi. Ayrıca 7 Ocak ve 29 11 04 tarihlerinde 2 kere de ihaleyi yeterli rekabet ve şeffaflık sağlanamadığı için iptal ettiler.

Mesela; 3 ön yeterlilik ihalesinde de kazanan firmanın 200 adet dedektörü temin edebilme şartı var. Ancak en son nihai ihale tarihinden (29 Nisan) sadece 2 hafta önce 200 adet dedektörü 2 ayda temin etme zorunluluğu getirildi (bu da ihaleye giren tek firmaya daha önceden bilgi verilme kuşkusu doğuruyor).

Bu marker dedektörünün tanesi ortalama 20 bin dolar civarında. 200 tane sipariş eder 4 milyon dolar. Bunları önceden temin edip stokta tutma şartını ancak ihaleyi alma garantisi alan bir firma yerine getirebilir.

Ayrıca özel imalat olduğu için 2 ayda bunun bitirilmesi çok zor. Bu şartın getirilmesine ‘belirli’ bir firma tek başına ihaleye girsin diye yapılan son manevra diyenler var.

Bütün bu engellerden başarı ile geçip ihaleye teklif verme imkanına sahip tek bir firma kaldı, o da ‘John Hogg’ adlı İngiliz firması. Yani hiçbir rekabet ortamının olmadığı EPDK’nın 24.02 2005 tarih 442 sayılı kurul kararında yer alan ihale kapalı zarf ve açık eksiltme usulüne göre yapılır şartı yerine getirilmediği bir ortamda adamlar 60 milyon Euro teklif vererek işi aldılar. 100 trilyonluk ihale tek firma ile yapılmış oldu.’

İhale henüz onaylanmadı. Ama onaylandığı anda bu para bu milletin sırtından çıkacak.

Bülent Arınç’ı susturamayan mı jakoben

BÜLENT Arınç’
ın ‘gel git’ dönemleri var.

Aslında son derece sakin, dengeli, doğru düzgün konuşan bir adam.

Ancak ‘bazen’ kendini tutamıyor. Bahar gelip; havalar güzelleşince Arınç’ın da ‘konuşma’ mevsimi başladı. Yine gereksiz bir söylem içinde.

‘Hiçbir mantığı olmayan’ Anayasa Mahkemesi tartışması, dün yine bir tören sırasında geçmişe yönelik gereksiz çıkışlarla sürdü.

Arınç’ın çıkışları, oturduğu makamın ağırlığı ve önemiyle bağdaşmıyor.

Başbakan Erdoğan’ın sık sık şikayet ettiği ‘suni gündem’ konularının pek çoğu Bülent Arıç ‘üretimi’.

Gereksiz sözlerle, gereksiz çıkışlarla hem partisinin imajinı ve inandırıcılığını zedeliyor, hem de ülkede gereksiz ve sonuçsuz gerilimler yaratıyor.

Ve ne ilginçtir ki, son derece güçlü, son derece karizmatik bir lider olan ve Demirel tarafından ‘jakoben’ olmakla itham edilen Tayyip Erdoğan, Meclis Başkanı yaptığı Arınç’ı susturamıyor.

Bu nasıl jakobenlik, bu nasıl liderlik anlamakta güçlük çekiyorum.

Kimse bana ‘parti içi demokrasi’ demesin.

Demokrasi ve özgürlük ağzına geleni söyleyip, ülkede kargaşa ortamı yaratmak değildir.

Özer Çiller kaç yıl yaşar

HÜRRİYET ’in Kelebek eki önceki gün ‘mizah dergisi’ gibiydi.

En azından manşeti.

Eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in Türk milleti tarafından ‘gayet yakından’ tanınan kocası Özer Uçuran Çiller 130 yıl yaşamanın sırlarını veriyordu.

Ve haberin spotunda şöyle yazıyordu:

‘Bedenin ve ruhun dürüstlüğü beraberinde telekineziyi getiriyor.’

Güldüm. Hem de kahkahalarla.

Çünkü ya Özer Çiller 130 yıl yaşamayacaktı, ya da bizimle dalga geçiyordu.

Bu maç gündüz oynanamaz

BAŞKASI
benzer hatalar yapınca Hıncal Uluç’tan ‘cahil’ damgasını yer.

Ama kendisi yapar.

Uluç birkaç gündür Galatasaray-Fenerbahçe Türkiye Kupası finalinin gündüz oynanmasını istiyor.

Ahmet Çakar da ona destek veriyor.

Ama bu mümkün değil.

Çünkü bu maçın Olimpiyat Stadı’nda oynanmasının nedeni, Şampiyonlar Ligi Finali’nin provası olması.

Burada güvenlik ve organizasyon test edilecek.

Bu yüzden de bu maçın aynen Şampiyonlar Ligi maçı gibi gece oynanması şart.

Ama bunlardan haberi olmayan Uluç ve Çakar, ‘Gündüz oynansın’ diye yaygara yapıyorlar.

Liverpool, bu yazı yazılırken belli olmayan rakibiyle de gündüz mü oynayacak!

Bu dava açılmalı

TRABZONSPOR
yönetimi Fenerbahçe maçındaki yönetimi ve ‘net’ hataları yüzünden maçın hakemi Cem Papila’yı mahkemeye verme kararı almış.

İlginç bir karar. Dava açılırsa ‘emsal’ olabilir.

‘Sahada olan sahada kalır. Dava açılamaz’ demeyin.

Geçmişte de hakem Erol Ersoy sahada meydana gelen olaylardan dolayı Galatasaray’da o dönem futbolcu olan Hagi’yi mahkemeye vermiş ve dava açılmıştı.

Hálá süren bu dava sahada olanın her zaman sahada kalmadığının da kanıtı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bu ülkede hiç değilse entelektüellerin hafızası balıktan daha iyi olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

Bölgesel güç bölge masasında yoktu

4 Mayıs 2005
<B>BAŞBAKAN’</B>ın İsrail gezisi sırasında Türkiye’nin bölgesel arabuluculuk teklifini yinelediği söyleniyor. <br><br>İsrail tarafı ise bu teklife pek <B>‘kulak asmamış’. Türkiye ‘Ortadoğu barışında’ arabulucu olma konusunda son derece başarısız.

Bu gerçeğin ortaya çıktığı yer ise bu gezi değil, mart başında Londra’da yapılan bir toplantı.

Başbakan’ın Güney Afrika gezisine denk gelen günlerde İngiltere Başbakanı Tony Blair’in inisiyatifiyle Londra’da ‘Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması’ konulu bir toplantı yapıldı.

Toplantıya uluslararası etkinliği olan ülkeler ve bölge ülkelerinden oluşan yaklaşık 35 katılımcı katıldı.

İsrail de bu toplantıya davetliydi ancak ‘katılmayacağını’ bildirdi.

Toplantıya davetli olmayan tek ‘bölge ülkesi’ neresiydi tahmin edebiliyor musunuz?

Söyleyeyim. Türkiye.

Bölgede ‘güç’, ‘model ülke’ olduğunu iddia eden Türkiye bu önemli toplantıya davet edilmemişti.

Gezi sırasında bunu Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Genel Müdürü’ne sordum.

‘Evet çağırmadılar. Ama çok da önemli değil. Çünkü bölgede Türkiye’nin etkinliği İngiltere’yi her zaman rahatsız etmiştir. Sonuçta Türkiye olmadan bölgede bir şey olmaz. İstedikleri kadar toplansınlar’ dedi.

Dışişleri’nden konuştuğum pek çok diplomat da bu fikirdeydi.

Haklı olup olmadıklarını zaman gösterecek.

Ancak Batı’nın bizi ‘nereye konumladığını’ anlamak açısından bunları bilmek gerek.

PKK C4 sevk ediyor

Terör örgütü PKK’nın ‘eylem hazırlığı’ içinde olduğunu ve büyük kentleri, özellikle de turistik yöreleri hedef almayı planladığını dün yazdım.

Özellikle de ‘görüntülü medyayı’ duyarlı olmaya çağırdım.

PKK yeniden PKK adını aldıktan sonra örgütün başına Murat Karayılan geçti.

Yukarıda belirttiğim plan Karayılan’ın talimatları doğrultusunda oluşturuldu.

PKK ‘nereden bulduğu’ belli olmayan yüksek miktarda ‘C4’ tipi patlayıcıyı şimdi Türkiye’de çeşitli bölgelere göndermeye çalışıyor.

Geçen hafta İstanbul’da Haliç Köprüsü’nün ayaklarında bulunan patlayıcı bunların bir bölümüydü.

Dün de ‘Walkman’lerin içine gizlenmiş vaziyette sabotaj ekiplerine ulaştırılmaya çalışılan 10 kg C4 ele geçirildi.

Marjinalleşen PKK ‘birileri’ tarafından diriltilmeye çalışılıyor.

Bu yüzden yapılması planlanan eylemler çok önemli.

Örgüt bu yolla yeniden ‘militan’ toplamayı amaçlıyor.

Medyanın çok dikkatli olması, PKK’nın propaganda malzemesi haline gelmemesi şart.

Kedi kedi miyav

MİLLİYET
yazarlarının Başbakan Erdoğan’la yaptığı sohbetten sonra bir ‘kedi konusu’ gündeme geldi. İddiaya göre, ben Başbakan’dan kedisini istemişim.

O da vermiş.

Bu ‘saçmalığın’ nereden çıktığını bilmiyorum ama Başbakan’ın söylemediğinden eminim. Çünkü ‘doğru’ değil.

İşin aslını anlatayım.

Başbakan’la Kızılcahamam’da yaptığımız röportajdan sonra sohbet ederken Başbakan Erdoğan 16 Nisan’da Antalya’ya gidip bazı açılışlar yapacağını söyledi ve beni de davet etti.

Ben de ‘Kusura bakmayın gelmem mümkün değil. Çünkü o gün kızımın yaş günü’ dedim.

‘Aa, ne güzel. Kaç yaşına giriyor?’ diye sordu.

‘5’ dedim.

‘Ne hediye aldın’ diye sorunca, sohbette de kedi konusu geçtiği için gülerek, ‘Kedi yavrusu istiyor’ dedim.

Hep beraber gülüştük. Başbakan, ‘Hiç alma. Bendekini ona hediye edeyim. Zaten bakamıyoruz, tüyleri bile grileşti’ dedi. Sonra da takıldı: ‘Gözleri Fenerbahçeli haberin olsun.’

‘Ben yavru kedi alacaktım’ diye itiraz edecek gibi oldum, ‘Hediyenin yaşına bakılmaz canım’ dedi.

Konu kapandı.

Ben Başbakan bunu unutur diye düşünmüştüm. Ama bizim Zeynep’in doğum gününden bir gün önce akşam saati kapı çaldı.

‘Başbakanlık’tan geliyoruz’ diyerek bir kutu içinde ‘Cancan’ı getirdiler.

Zeynep kediyi görünce sevinçten ve heyecandan çılgına döndü. ‘Cancan, Cancan’ diye günlerdir peşinde dolaşıp duruyor.

O gün bugündür ellerimiz tırmık içinde, evdeki eşyalar harap, saksıların toprağı yerlerde yaşayıp gidiyoruz.

Ben de Başbakan Erdoğan’ın yaş gününü bekliyorum.

İntikam olsun diye kendisine bir fil hediye edeceğim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hiç değilse kendi evimizde taciz edilmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi olmasaydı AKP yoktu

3 Mayıs 2005
<B>TBMM </B>Başkanı <B>Bülent Arınç </B>yine <B>‘anlamsız’</B> bir çıkış yaptı. Açıkçası ben <B>Arınç’</B>ın söylediklerinde <B>‘kastını aşan’</B> ifadeler kullandığını düşünüyorum. Meclis’in gücünü ve saygınlığını anlatmaya çalışırken, Türkiye’nin en önemli kurumlarından birini ‘ortadan kaldırmakla tehdit ettiği’ görüntüsü oluştu. Bülent Arınç’ın geçmişte mensubu olduğu iki parti bu mahkeme tarafından kapatıldığı için Arınç’ın bu mahkemeye karşı bir ‘önyargısı’ veya ‘husumeti’ olabilir.

Ancak Arınç’ın unutmaması gereken, bugün mensubu olduğu partiyi tek başına iktidara taşıyan ‘demokrasi dinamikleri’ içinde Anayasa Mahkemesi’nin de yer aldığıdır. Refah ve Fazilet Partileri Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasaydı, bugün ‘AKP olayı’ diye bir olay olmayacaktı. Anayasa Mahkemesi kanalıyla siyaset normalleştirilmese ve AKP ‘yerini’ bulamasa, temsil ettiği düşüncenin bugünkü gücüyle Meclis’te temsili imkansız olurdu. Bundan daha önemlisi, Arınç’ın mensubu olduğu tüm partiler çeşitli vesilelerle Anayasa Mahkemesi’nden ‘medet’ umdular. Pek çok yasayı bu yüce mahkemeye götürüp, iktidar gücünün Anayasa’ya aykırı kullanımını engellediler. Bu yasama döneminde bile geçmiş siyasi rakiplerinin yolsuzluk iddiaları için Anayasa Mahkemesi’nin ‘Yüce Divan’ konumuna sığınıp, pek çok eski bakanı bu mahkemenin ‘adaletine’ teslim ettiler.

Bülent Arınç, sözlerinin ‘kastını aştığını’ değil de, ‘yerinde lakırdılar’ olduğunu düşünüyorsa yanılıyor. Bu ülkenin kurumları önemlidir. Bugün Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmak Meclis’in elinde diyerek ‘parlamenterizm’ ile demokrasiyi karıştırarak ‘demokrasiye’ saldırmak, yarın aynı Meclis’e ‘Meclis isterse kendini de ortadan kaldırabilir’ diyerek güç ‘vehmetmeyi’ de beraberinde getirir.

Bu yolun da sonu yoktur.

Galatasaray sıradan takım mı oluyor

HAFTA sonunda iki maç izledim. Fenerbahçe-Trabzonspor ve Malatyaspor-Galatasaray maçlarını. Birincisi ‘maç gibi maçtı’, ikincisi ise ‘keyifsiz bir itiş kakış’.

Fenerbahçe-Trabzonspor maçından bir futbol izleyicisi olarak büyük keyif aldım, Malatyaspor maçında bir Galatasaray taraftarı olarak ‘sıkıntıdan patladım’. Rakiplerimizin maçında sahada Alex, Anelka, Tuncay, Fatih Tekke ve Gökdeniz gibi yaldızlar maçı seyirlik hale getirirlerken, Malatyaspor-Galatasaray maçı ligin orta sıralarında yer alması muhtemel iki Anadolu takımının ‘renksiz’ mücadelesi gibiydi. Oyuncuları tanımasam Malatya-Kayseri maçından farklı bir görüntü yoktu sahada. Sadece yıldızlar değil, diğer oyuncularda da farklar vardı. Trabzon ve Fenerbahçe’nin vasat oyuncuları bile ‘performanslarını’ artırmaya çalışırken Galatasaraylı oyuncularda ‘Lig bitse de kurtulsak’ havası sezinleniyordu. Sanki Galatasaray Başkanı’nın ‘renksizliği’ ve ‘heyecansızlığı’ takıma da yansımış gibi duruyor.

Bu ruh halindeki bir takıma Ronaldino’yu alsan bile yazık olur.

Tıpkı Galatasaray’a yazık olduğu gibi.

Bomba haberlerine dikkat

GEÇTİĞİMİZ haftalarda ‘önemli’ bir bilgi geldi elime. Kongragel yeniden eskiye dönmüş, PKK adını yeniden almıştı. Bununla birlikte Türkiye toprakları üzerinde ‘yeniden’ eyleme geçme kararı da alınmıştı.

Hedef 3 bin kadar militanı Türkiye’ye sokup, özellikle turizm sezonu öncesi Türkiye’de eylem yapmaktı.

Turistik yöreler öncelikli eylem alanı olarak belirlenmişti.

Maksat Türkiye açısından büyük önem taşıyan turizme darbe vurmak, 15 milyar dolarlık bir gelire ‘kan doğramaktı’.

Bana ulaşan bu bilginin doğru olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu hafta sonunda anladık.
Kuşadası’nda bir bomba patladı. Bir polisimiz şehit oldu. Olay Kanal D haber merkezine ulaşınca oturup şöyle bir karar aldık:

‘Bu bombaları patlatanların hedefi bunların Türkiye’nin ve dünyanın gündemine oturmasını sağlamak ve bu yolla Türkiye’ye zarar vermekti. Biz buna alet olmayacaktık.’

Haberi ‘yok sayılacak kadar’ küçük bir şekilde gördük.

Ancak ne yazık ki, diğer haber bültenleri aynı şeyi yapmadılar.

Patlamalı görüntülerle, uzun uzun birinci haber olarak kullandılar.

Yaptıklarına ‘yanlış’ diyemem. Ama ‘doğru’ demem de mümkün değil.

Elbette ki, bir habercinin işi ‘haber saklamak’ değildir. Ancak kastı belli bazı olayları ‘ülke zararına’ haber yaparak belirli kasıtlara habercilik uğruna hizmet etmek de değildir.

Bence Türk medyası bu gibi haberlere ‘fazla’ önem vererek bu işi yapanlara prim, ülkeye zarar vermekten kaçınmalıdır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Camialar camiaların rengine ve ruhuna uygun kişiler tarafından yönlendirildiğinde.
Yazının Devamını Oku

Milletvekili ise haksız mıdır?

2 Mayıs 2005
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>hafta İstanbul Milletvekili <B>Gülseren Topuz,</B> eşi Profesör <B>Erkan Topuz </B>ile birlikte bir yemekten dönmektedir. Yemek bir ‘Hayır’ yemeğidir. Gülseren Topuz ve eşi, İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü’nün ihtiyaçlarını giderilmesi için bir kampanya organize etmektedirler.

Burası çok da önemli değil.

Gülseren Topuz’un kullandığı otomobile yolda bir başka araç arkadan şiddetle çarpar.

Arkadan çarpan aracın sürücüsü de bir kadındır.

Otomobillerden inilir. Arkadan çarpan otomobilin sürücüsü Arzu Sevtap Dural, agresif tavırlarla ağza alınmayacak hakaretler savurmaya başlar.

Daha sonra kaza yerine polis ekipleri gelir ve Dural’ın 120 promil, yani izin verilenin iki misli alkollü olduğu saptanır.

Taraflar karakola giderler. Dural’ın agresif tavırları karakolda da sürünce, karakolda görevli bir komiser yardımcısı ve bir polis memurunun imzalarını taşıyan bir tutanakla durum tespit edilir.

Olay buraya kadar sıradan. Tipik bir trafik kazası ve sonrası gelişmeleri.

Ancak rezalet sonra başlar.

Bir başka otomobile arkadan çarpan ve alkollü olduğu tespit edilen Dural, başlar medyayı dolaşmaya.

Milletvekilinin kendisine karşı haksızlık yaptığını, asıl suçlunun milletvekili olduğunu anlatır. Eski bir gazeteci olan ve süresi geçmiş basın kartını hálá taşıyan Dural’ın medyadaki dostları da bunu haber yaparlar.

Hatta Dural televizyon programlarına çıkıp, Gülseren Topuz’u suçlar.

Bu iş midir sevgili okurlar.

Alkollü durumda, üstelik de arkadan çarptığınız kişi milletvekili olunca haksızken haklı duruma mı geçersiniz.

Bu ülkede siyasete karşı oluşan ‘tepki’, milletvekillerini haklıyken bile haksız duruma düşürmek için yeterli gerekçe midir?

Böylesine bir popülist yaklaşım medyaya yakışır mı?

CHP ahlak sınavından çakacak galiba

CUMARTESİ günü ‘CHP ahlak sınavında’ diye yazdım.

CHP’nin hakkında çok ciddi ithamlar olan milletvekili Mahmut Yıldız hakkında ne yapmayı düşündüğünü sordum.

CHP’den bana doğrudan bir yanıt gelmedi.

Ancak Deniz Baykal bir açıklama yaparak Yıldız hakkındaki iddiaların ‘mesnetsiz ve siyasi amaçlı üretilmiş’ olduğunu söyledi.

Haklı da olabilir, haksız da.

Ancak şu an için Yıldız toplum gözünde ‘şaibeli’.

Yargıda aklanmadan da bu şaibelerin ortadan kalkmayacağı açık.

Mustafa Sarıgül hakkında hiçbir yasal dayanağı olmayan iddiaları dikkate alarak Disiplin Kurulu’nu çalıştıran Baykal’ın, Yıldız hakkındaki ‘dayanaklı’ iddiaları geçersiz ilan etmesi ilginç.

‘Dokunulmazlıklar kalksın’ diyen ve ‘temiz siyaset’ iddiasında bulunan CHP’nin iş kendine gelince bu kadar vurdumduymaz olması partinin zaten ‘az olan’ inandırıcılığına iyice darbe vuruyor.

Türkiye’nin en köklü partisine bir kez daha yazık oluyor.

Başbakan’la papatya falı

AYŞE Arman’
ın Ahmet Hakan’la yaptığı röportajın başlığını görünce güldüm.

Ahmet Hakan, ‘Başbakan Fatih Altaylı’yı benden daha çok seviyor’ demiş.

Arman da bunu başlığa taşımış.

Önce şaşırdım. Ahmet Hakan’ın beni sevdiğini bilmezdim. Sonra okuyunca Türkçe hatası olduğunu anladım. Ahmet Hakan, ‘Başbakan benden daha çok Fatih Altaylı’yı seviyor’ demek istemiş.

Güldüm. Başbakan’la ‘yakın olduğum’ izlenimi çok yaygın.

Bir gazeteci için Başbakan’la yakın olmak ayıp değil elbet. Üstelik de bu yakınlık ‘sözü sakınmayı’ getirmiyorsa. AKP’yi benden daha tutarlı eleştiren olmadığına göre bu yakınlık ‘iddiası’ beni rahatsız etmiyor.

Geçenlerde Başbakan’ın basın danışmanı Ahmet Tezcan anlattı.

Bülent Ecevit, Tezcan’a ‘Başbakan’la Altaylı’nın yakınlığı ilginç’ deyip bu yakınlıkla ilgili izlenimlerini aktarınca, Tezcan eski Başbakan’a, ‘Yanılıyorsunuz Bülent Bey. Altaylı ile Tayyip Bey programlar dışında hiç bir araya gelmezler’ demiş.

Bu yanıt Ecevit’i bile şaşırtmış.

Çünkü Türkiye’de genel alışkanlık bu değil.

Başbakan-gazeteci yakınlığı genelde mesleki sınırlar içinde kalmamış. Bunu bilen Ecevit, bu sınırlar dahilindeki bir yakınlığı algılamakta zorlanmış.

Geçen hafta New York’ta Balthazar’da yemek yiyordum. New York’ta temaslarda bulunan Egemen Bağış orada olduğumu duyunca geldi.

Oturup konuştuk. Başbakan’la yakınlığım konusu orada da gündeme geldi.

Bağış, ‘Başbakan’la yakınlığını gündeme getirenler bir şeyi nedense görmezden geliyorlar. Sen bugüne kadar Başbakan’a koltuğunun altında bir ihale dosyasıyla gelmedin. Bulunduğun grubun işleriyle ilgili tek bir talep getirmedin. Ne kendin ne başkası adına Başbakan’dan bir bardak su bile istemedin. Bırak bunları zaman zaman patronunun görüşleriyle taban tabana zıt fikirleri yazdın. Tek bir yanlışın bile yok. Bunları biliyorlar ama kabul etmek işlerine gelmiyor’ dedi.

Her ikimiz de kendi işlerimizi ‘iyi ve art niyetsiz’ bir biçimde yapmaya devam ettiğimiz müddetçe ‘yakınlık’ olarak adlandırılan bu durum sürecek. Kimin ne dediği hiç umurumda değil.

Özal döneminde de bazı gazeteciler Özal’a yakın olmakla suçlanmışlardı. Onların yakınlığı benimki gibi miydi, daha mı derindi bilmiyorum.

Ama bugün Özal’ı ‘hayırla’ ananlar, o gün yakınlıkla suçlananları hatırlamıyorlar bile.

Kimin umurunda. Mühim olan Türkiye’nin o günlerde de çağ atlamak için çalışıyor olmasıydı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sistemde kalmasına izin verilen tek bir kirli siyasetçinin bütün siyasetçileri kirli gösterdiğini unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

CHP ahlak sınavında

30 Nisan 2005
<B>AKP </B>milletvekili <B>Cemal Kaya </B>bir süre bu köşenin konuğu oldu. Yaptığı işin ‘siyasi etikle’ bağdaşmadığını söyleyerek partiyi harekete geçmeye çağırdım.

Sonunda Kaya istifa etti. İstifa Meclis’te AKP’lilerin de oylarıyla onaylandı.

Olması gereken buydu.

O sıralarda anamuhalefet partisi CHP de Kaya’nın üzerine, haklı bir biçimde gitti.

Ancak şimdi benzer bir durum, hatta daha vahim bir durum CHP için söz konusu.

CHP Şanlıurfa milletvekili ve parti genel saymanı Mahmut Yıldız hakkında Adalet Bakanlığı tarafından bir fezleke hazırlandı.

İddialar vahim. CHP milletvekilinin devleti dolandırdığı, bu amaçla sahte belgeler hazırladığı iddia ediliyor.

Hatta daha ötesi, 10 trilyonluk bir rüşvet iddiası da basına yansıdı.

Bu iddialar vahimden öte.

Şimdi gözümüz CHP’ye çevrili.

CHP’den AKP’ye geçen Cemal Kaya’nın üzerine haklı olarak giden CHP bakalım kendi milletvekili ile ilgili olarak ne yapacak?

Yapılması gereken basit.

Asıl doğru olan aynen Kaya gibi, Mahmut Yıldız’ın da milletvekilliğinden istifa etmesi. Ama en azından dokunulmazlığının kaldırılarak yargı yolunun açılması gerekiyor.

Bakalım Mahmut Yıldız da Kaya gibi ‘doğru’ olan yolu seçme cesaretini gösterecek mi?

Hadi o göstermedi diyelim.

Bakalım CHP ve yolsuzluklar konusunda çok kararlı olduğunu söyleyerek siyasi rakiplerine savaş açan Genel Başkanı Deniz Baykal nasıl bir tavır sergileyecek.

Yıldız hakkında da parti içinde bir soruşturma açacak mı, gereğini yapacak mı?

CHP ahlak sınavından geçecek.

Alacağı notu hep birlikte göreceğiz.

Şanlıurfa Milletvekili ve CHP Genel Saymanı Mahmut Yıldız hakkında dava açan ve dokunulmazlık fezlekesi hazırlanmasına neden olan işadamı Sait Bilmez, Mahmut Yıldız’ın kardeşi Emin Yıldız’ın davadan çekilmesi halinde kendisine 3 trilyon lira vereceklerini söylediğini açıkladı. Bilmez, davadan çekilmeyi kabul etmeyince tehdit edildiğini de iddia etti.

Bu da mı fair play için

YOKLUĞUMDA yine Galatasaray düşmanlığı ve ‘hasedi’ almış yürümüş.

Avrupa Kupası’nın tesadüfi olduğunu söyleyenler olmuş.

Güldüm. Türk takımlarının Avrupa grafiklerine bakıp anlayacak kültürü olmayanlar konuşuyor.

Ama Avrupa’da işlerin Türkiye’deki gibi ‘yürütülemediğini’ unutuyorlar.

Bu arada Galatasaray yönetiminin ne denli ‘aciz’ olduğu dün bir kez daha ortaya çıktı.

Atatürk Olimpiyat Stadı’nda oynanacak Türkiye Kupası finali öncesi yapılan toplantıda ‘kapalı tribün’ olarak bilinen yer Galatasaray Başkanı tarafından Fenerbahçe’ye ‘ikram’ edildi.

Oysa burası organize tezahüratın yapılabileceği tek yer.

Galatasaray’a kalan yer geniş basın tribünü ve localarla bölünmüş ‘verimsiz’ bir alan.

Kapalı tribün en azından yarı yarıya paylaşılabilirdi ama Canaydın yine ‘fair play’ yaptı.

Bu yaklaşıma bizim oralarda ‘fair play’ değil başka bir isim veriyorlar ama söylersem ayıp olacak.

Ancak Galatasaray Başkanı’ndan ‘tavır’ beklemek de doğru değil. Çünkü böyle bir ‘esnekliği’ yok.

Dün Milliyet’in spor ekinde okuduğum kadarıyla Fenerbahçe Başkanı ‘Sizin stadınızda küfür var’ diyor, Galatasaray Başkanı kös dinliyor.

Bu sezon küfürden kapanan stadın hangisi olduğunu, rakip takımların ve teknik adamlarının hangi stadın koridorlarında dövüldüğünü hatırlatamıyor.

Bu yönetim anlayışıyla Galatasaray rakipleriyle mücadele ediyor. Tabii biz de gülüyoruz.

New York caddelerinde Türkiye var

ABD
ile ilişkiler pek parlak değil ama New York’ta kendinizi Türkiye’de gibi hissediyorsunuz.

Çünkü New York’taki turizm ofisimiz çok başarılı bir çalışma yapıyor.

Bizim belediye otobüslerinin New York’taki benzerlerinin üzerini Türkiye reklamları kaplamış.

300’e yakın otobüsün üzerinde ve çeşitli bilbordlarda Türkiye tanıtımları var. Dünya güzelimiz Azra Akın ve Türkiye’nin doğal güzellikleri New Yorkluların gözü önünde.

Televizyonlarda da Türkiye’nin reklam filmleri oynuyor.

Pek çok Amerikalıdan bu filmlerin güzelliği hakkında övgüler duymak da ayrıca keyif verici.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Milyar dolarlık turizm yatırımı yapanlar, mafyayla ortaklık yapmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Amerika ile durum vahim

29 Nisan 2005
<B>BİR </B>haftadır yoktum. Amerika’daydım. Biraz tatil, biraz iş. <br><br>Doğruyu söylemek gerekirse yazmamak çok zor.<br><br>New York’ta, Türk-Amerikan ilişkilerinin nabzını tutmaya çalıştım. Açıkçası, durum Türkiye’de zannedilenden daha vahim.

Türk-ABD ilişkileri hayli bozuk.

Amerikan medyasındaki Türkiye karşıtlığı, birkaç dizide veya programda Türkiye’ye edilen hakaretlerden daha derin.

Her fırsatta ve her gruba göre Türkiye eleştirisi yapılıyor.

Müslümanların izlediği etnik kanallarda Türkiye’de Müslümanlara yapılan baskıdan söz ediliyor, başka yerlerde Türkiye’deki insan hakkı ihlallerinden bahsediliyor.

Sokaktaki adam bile Türkiye’yi artık biliyor. Ama olumlu yönde değil.

Türkiye’de yakından tanınan yazar Pollock, Türkiye’yi çok sevdiğini söylüyor.

Makalesindeki ‘çirkin’ yaklaşımlar içinse, ‘Ortada bir sorun vardı ve kimse görmek istemiyordu. Özellikle de Türkiye tarafı. Ben bunu gösterdim. Sorunu ortaya koydum. Şimdi bunu düzeltmek için ne gerekirse yapmak lazım. Ben sizden yanayım’ diyor.

Yazısındaki ‘tonlama’ içinse, ‘Daha hafif ifadelerle yazsaydım bu etkiyi yapmayacaktı ve sorunun büyüklüğünü kimse anlamayacaktı. Ben hastalığa teşhisi koydum. Bunu da net bir şekilde yazdım. Şimdi tedavi etmek için herkes elinden geleni yapmalı’ diyor.

Ancak tedavi göründüğü kadar kolay olmayacak gibi.

Başbakan’ın haziran ayında yapmayı planladığı bir ABD gezisi var. Ancak Bush randevu konusunda ‘nazlanıyor’.

Geçtiğimiz günlerde Washington’a giden Müsteşar Ali Tuygan randevu işini netleştiremedi. Bu da kırgınlığın bir başka göstergesi.

Ancak herkes Başbakan’ın İsrail gezisinin ilişkileri normalleştirme konusunda önemli bir adım olacağı görüşünde.

ABD yönetiminde etkin isimler ise Türk-ABD ilişkilerindeki krizin sadece ilişki düzeyinde değil, ‘konumlanma’ düzeyinde olduğunu düşünüyorlar ve Türkiye’nin yeni bir açılım yapması gerektiğine inanıyorlar. ‘Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan ortaklık modelinden vazgeçmesi gerektiğini, bunun bugün artık çok önemli olmadığını, ABD ile farklı ve daha derin bir işbirliği içine girmesi gerektiğini’ düşünüyorlar..

Önümüzdeki dönemde Türkiye-ABD ilişkileri farklı bir boyut kazanacak gibi duruyor.

Bu boyutun olumlu mu, olumsuz mu olacağına Türkiye karar verecek.

Derviş’in başarısını küçümsemeyin

KEMAL Derviş’
in ‘büyük başarısının’, Türkiye’de yeterince yankı bulmadığını görünce üzüldüm.

Derviş’in Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın başına geçmesi inanılmayacak kadar büyük bir başarı. Ve bu başarı Türkiye’nin değil, Derviş’in şahsi başarısı.

Derviş’i bu göreve aday gösteren Türkiye değil, doğrudan doğruya Kofi Annan’ın sekretaryası. Güçlü rakipleri arasından sıyrılıp görevi kapması ise Derviş’in kişiliğinden, özellikle de Avrupa’daki ‘karizmasından’ kaynaklanıyor.

Derviş için şimdi BM Genel Kurulu’nda bir oylama yapılacak ama bu sadece formalite.

Genel Sekreter’in bu göreve aday gösterdiği birinin reddedilmesi şimdiye dek rastlanmış bir şey değil.

Zaten Annan da bu kararını açıklamadan önce ‘önemli’ ülkelerin görüşünü almış.

Bu bir Türk’ün uluslararası bir kuruluşta şimdiye kadar geldiği en yüksek görev.

Kemal Derviş son iki aday arasına kaldığını öğrenince çok heyecanlanmış.

Birleşmiş Milletler’deki Türk misyonunu defalarca arayıp gelişmeleri öğrenmeye çalışmış.

Eğer seçilmeseydi büyük hayal kırıklığına uğrayacaktı.

Şimdi de haklı bir gurur içinde.

Türkiye’nin elinde aslında çok önemli bir insan kaynağının var olduğunu gösteren bir durum bu. Ama ne yazık ki, değerini bilmiyoruz.

Başbakan haklıymış

HÜRRİYET ’
in dünkü manşetini görünce ‘Galiba Başbakan haklıymış’ dedim. Türkiye’de Kadınlar Günü öncesi meydana gelen olayları Türk basını geniş bir şekilde verince görüntüleri gören Avrupa Türkiye’yi yoğun bir biçimde eleştirmişti.

Başbakan da bu görüntüleri kullanan Türk basınını suçlamıştı.

Gerçi ben o zaman da Avrupalıların tavrına kızmış ve ‘Siz daha mı iyi davranıyorsunuz’ diye sormuştum ama Başbakan’a da ‘Basın özgürdür’ diyerek yanıt vermiştik. Fakat Türkiye’yi sert biçimde eleştiren Fransız basınının kendi ülkesinde meydana gelen olayları nasıl gizlediğini, nasıl görmezden geldiğini görünce Başbakan’ın sözleri aklıma geldi.

Demek ki, Avrupalı olmak böyle bir şey.

Kendi ayıbını gizleyecek, başkasının ayıbında kıyameti koparacaksın.

Bir musibet bin nasihatten iyiymiş.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Aklımızla kalbimizin sesini dinlemeden karar vermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Türel: Çalma, çaldırma; para var

20 Nisan 2005
<B>ANTALYA </B>Büyükşehir Belediye Başkanı <B>Menderes Türel </B>ziyaretime geldi. Her bir Hürriyet yazarı bir ilin ‘velisi’ olurken ben Antalya’yı istemiştim. Geldi ve elindeki dosyayı gösterip ‘Sayın velim karnemi getirdim’ dedi.

Gülüştük.

Menderes Türel’i seçimlerden önce de çok desteklemiştim. Çünkü tanıyor, potansiyelini biliyordum. Türel’in elindeki dosyada ‘başlayıp bitirdiği’ işlerin listesi vardı.

11 aylık başkanlığı döneminde bitirdiği işlerin.

140 günde tam 4 köprülü kavşak inşaatını bitirmiş. 16.5 trilyonluk bu işler için hiç kredi kullanmamış, hükümetten tek kuruş almadan belediye imkánları ile yapmış.

Toplam 5 kilometre yağmur suyu drenaj sistemi olan ve bu nedenle her yağmurda göle dönüşen Antalya’ya 30 kilometre yağmur suyu drenaj sistemi eklemiş. Bugüne kadar toplam 300 kilometre olan kanalizasyon sistemi 600 kilometreye çıkarılmış.

5.5 ay içinde atıksu biyolojik arıtma tesisine 250 bin kişilik ek kapasite kazandırılmış ve atıkların denize dökülmesi engellenmiş.

Bunların yanı sıra rutin belediye hizmetlerinde iyileştirmeler yapılırken, sayfalar dolusu sosyal ve kültürel hizmet vatandaşa ulaştırılmış.

‘Peki Başkan, bütün bunları yaparken parayı nereden buldun. Arkanda hükümetin olması seni rahatlatıyor mu?’ diye sordum.

‘Arkamda hükümetin olması beni rahatlatıyor elbette ama para konusunda hükümetten hiçbir talebimiz yok. Her şeyi belediye kaynakları ile yapıyoruz. Daha fazlasını da yapacağız. Emin olun belediyelerin elinde kaynak var. Yeter ki, verimli kullanılsın’ dedi.

Ve bir slogan üretmiş, onu söyledi: ‘Çalma, çaldırma para her şeye yeter.’

Altyapıda bu hamlelerden sonra şimdi de Antalya’nın kent merkezini Türkiye’nin turizm başkentine yakışacak hale getirmek için kolları sıvıyor.

‘5 yıl sonra Antalya’yı tanıyamayacaksınız’ dedi.

Türel’in yaptıklarından açıkçası etkilendim.

Ancak bu kadar başarılı bir belediye başkanı olmak kolay değil.

Şimdi ayağından çekmeye başlayacaklar. Haberi olsun.

Bakan katliama ‘dur’ dedi

KEMERBURGAZ’daki orman katliamını yazınca, Orman Bakanı Osman Pepe hemen aradı.

‘Fatih Bey, madencilik şirketleri önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden İşleri’nden ruhsat alıyorlar. Sonra bu ruhsat bölgenin ormanlık olup olmaması açısından bize geliyor. Her gün aşağıdan yukarı gelen böyle yüzlerce izin talebini imzalıyoruz. Ben bunların hangisinde durum ne bizzat bilemem. Bölgeler inceliyor. Burada bir hata olduğunu sizin yazınızla gördük. İnceledik. Ve hemen durdurulması talimatını verdim. Gerekirse ÇED yönünden, gerekirse orman yönünden bunu iptal edeceğiz’ dedi.

Bu arada İstanbul’da orman köyü olmaması gerektiğini, İstanbul’daki tüm ormanları koruluğa çevirerek kesim ve tıraşlamanın önüne geçeceklerini söyledi.

Kilyos çevresindeki madenlerden dolayı atom savaşından çıkmış görüntüsü veren bölgelerin de hızla rehabilite edileceğini ekledi.

Bu yıl 250 milyon fidan, 10 milyar da sedir tohumu ekeceklerini anlattı.

Sonra da sözü benim ‘Ne Zaman Adam Oluruz’ köşesine getirdi ve alındığını söyledi.

Ben de ‘Siz ormanları yok etmiyor ve koruyorsanız hiç alınmanıza gerek yok’ dedim.

AKP’liler istifayı onaylayacak mı?

BİR
süredir köşemizin ‘daimi konuğu’ haline gelen AKP milletvekili Cemal Kaya dün milletvekilliğinden istifa etti.

Bence doğrusunu yaptı.

O dosyalar, o kayıtlarla orada oturması ‘ayıp oluyordu’.

Yine de bana sorarsanız o istifa etmeden ‘Ak Parti’ olma iddiasındaki bir partinin gereğini yapması daha iyi olurdu.

Kim bilir belki de, partinin yukarılarından bir yerlerden ‘istifa etmesi’ fısıldanmış olabilir. Ancak AKP içinden bazı milletvekillerinin tavrı bana ilginç geldi.

Bu istifanın ardından ‘Çok onurlu bir davranış’ diyorlar.

Bu sözlerin arkasındaki niyeti anlamak istiyorum.

Çünkü biliyorsunuz Kaya’nın istifasının geçerlilik kazanması için ‘TBMM Genel Kurulu’ tarafından ‘onaylanması’ gerekiyor. Bu sözler eğer ‘Partili milletvekilleri istifayı onaylamayacak’ ve Kaya milletvekili olarak kalmaya devam edecek anlamını taşıyorsa, bu istifa bir ‘danışıklı dövüş’ olmaktan ve günü kurtarmaya yönelik bir manevra olarak algılanmaktan öteye gidemez.

Ve Kaya, AKP’nin üzerinde ‘kara bir leke’ olarak kalmaya devam eder.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Yanlış karardan cesaretle dönmenin adamlık göstergesi olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku