25 Mayıs 2005
<B>‘FRANSA hayır derse ne olur?’ </B>Bu soruyu sadece biz Türkler değil, Avrupa da kendi kendine soruyor. Çünkü Fransa’da AB Anayasası için yapılacak referandum yaklaşırken ‘Hayır’ cephesi yine güçlenmeye başladı.
Kamuoyu yoklamalarına göre iki ay kadar önce ‘Hayırcılar’ yüzde 56, ‘Evetçiler’ ise yüzde 44 civarındaydı.
Chirac’ın şahsi ağırlığını koymasıyla oranlar son iki ay içinde 52 ‘Hayır’ 48 ‘Evet’e kadar yaklaştı.
Ancak bu hafta başı itibarıyla ‘Hayırcılar’ yine yüzde 56’yı buldular.
Fransa’da ‘Hayırcıların’ elindeki koz Türkiye gibi görünse de bunun altında yatan çok daha temel nedenler var.
Anlatayım.
Fransa, son 20/25 yıl içinde dünyadaki gelişime ayak uyduramadı. Ekonomik ve sosyal reformlarını gerçekleştiremedi. Fransa aynen Türkiye gibi devletin ekonomide güçlü, egemen ve aşırı kontrolcü olduğu bir ülke.
Fransa Avrupa’nın liberalleşmede en geri kalan ülkesi oldu. Devletin ‘kaynaksız’ sağladığı haklara alışkın olan halk ve bürokrasi liberalleşmeye tereddütle yaklaştı.
İşsizlik sigortası, sosyal sigortalar, sektörel destekler, KİT servisleri gibi ‘kazanımlardan’ kimse vazgeçmek istemedi.
Bunların ‘finansmanını’ sorgulamak Fransızların işine gelmedi.
Çünkü hükümetler bu sistemin artık devam edemeyeceğini, koruma duvarları altında kamu hizmetleri getiren ve zarar eden monopolist KİT’lerin liberal ekonomi içinde yaşama şansı bulamayacağını ve rekabetle başedemeyeceğini söyleme ve bunu değiştirme cesaretini gösteremediler.
Fransızlar da bu değişimlere korkuyla yaklaştılar. Ve şimdi korkuları ile yüzleşme zamanı geldi.
Fransa büyük ihtimalle ‘Hayır’ diyecek. Son veriler bunu gösteriyor.
Peki bu AB’nin sonu mu demek?
Asla. Bir daha referandum yaparlar, sonra gerekirse bir daha. Ekonomik olarak kan kaybeden Fransa sonunda duvara çarpacak.
Peki Türkiye ‘Hayır’dan nasıl etkilenir.
Artık eskisi kadar kırılgan değiliz. Ama borsa biraz sallanır, Avrupalı yatırımcılar biraz daha nazlanır o kadar. Ama üstüne bir de Almanya seçimlerini Hıristiyan Demokratlar kazanırsa o zaman işimiz kolay değil.
Ama yine de yolumuzdan dönmemiz için bir neden yok. Çünkü tren rayda. Lokomotif arızalanmadıkça da yoluna devam eder.
Merkez Bankası sildi bankalar silmedi
GEÇEN hafta bir okur mektubuna yer vermiştim.
Okurum 2001 krizinde kredi kartı ödeyemediği için Merkez Bankası’nın kara listesine girdiğini ve borçlarının tamamını ödediği halde bugün bile iş yaparken kara listede bulunmasından dolayı zorluk yaşadığını anlatıyordu.
Ben de tabir yerindeyse, ‘bir sicil affı’ getirilmesini ve kriz kaynaklı bu kara listenin vatandaşların önüne bir engel gibi çıkarılmamasını istemiştim.
Dün Merkez Bankası’ndan Aydın Özmen aradı.
‘Biz kriz kaynaklı sıkıntıları ortadan kaldırmak için sizin söylediğiniz gibi kara listeyi sildik zaten’ dedi.
31.12.2003’te çıkarılan bir yasa uyarınca Merkez Bankası 31 Mart 2004’e kadar bankalara olan ‘sorunlu’ borçlarını kapatan vatandaşları ‘kara listeden’ silmiş. Bu tarihe kadar sorunları çözmemiş olanların kayıtları ise hálá duruyor.
Tabii bankalar bunu bildirmişse listeden çıkılmış. Banka bildirmediyse Merkez Bankası’nın yapacağı bir şey yok.
‘Peki’ dedim, ‘borçlarını kapatan pek çok vatandaş bankalara gittiğinde karşısına geçmiş bir duvar gibi çıkıyor. Kara liste silindiyse bu nasıl oluyor?’
Özmen anlattı:
‘Bankalar bize isimleri bildirdi ve biz bunları sildik. Aslına bakarsanız bankalar da sildiklerini söylüyorlar ama silmiyorlar. Dosya halinde bunları saklıyorlar. Müşteri geldiği zaman da, bizdeki kayıtlara değil kendi çekmecelerindeki ‘silinmiş’ kayıtlara bakıyorlar. Yani anlayacağınız bankalar kendi takiplerini kendileri yapıyorlar ve birbirlerinden de haberleri var. Bu nedenle bu sicil affı dediğiniz durumun geçerlilik kazanabilmesi için bankaların da bunları tamamen silmesi gerekiyor. Ama silmiyor ve hafızalarını canlı tutuyorlar.’
Anlayacağınız kabahat Merkez Bankası listesinde değil, bankalarda.
Güneşli havada şemsiye ikram edenlerde.
Marmaris’te güzel yasak
HER tatilde Marmaris’e giden, her gittiğinde pişman olan ama bir yıl sonra yine aynı yere giden bir arkadaşım Marmaris’ten geldi.
İlk kez mutluydu.
Nedeni ise belediyenin ve kaymakamlığın aldığı önlemler.
Gidenler bilir, Marmaris’te sahilde ve arkasındaki sokakta lokantalar ve barlar vardır.
Buralarda yürümek ise ciddi bir ıstıraptır.
Lokantaların önünden geçerken neredeyse kolunuzdan tutup içeri çeker, sürekli taciz eder, vicdan azabı gibi insanın üzerine çökerler.
Bu yıl bu durum ‘kesinlikle’ engellenmiş.
Bırakın yolda yürüyeni taciz etmeyi, lokantanın önünde mönü ve fiyat listesini inceleyenlerle konuşmak bile ‘yasaklanmış’.
Bunun aksi davranışlar ciddi biçimde cezalandırılıyormuş.
Marmaris Belediye Başkanı ve Kaymakamı’nı kutluyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Alkolik zavallılar adam yerine konmadıklarını anlamakta zorlanmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan,</B> ABD Başkanı <B>Bush’</B>tan randevu beklerken bu köşede birkaç yazı yazdım.Erdoğan’ın mayıs ayı sonunda kızının mezuniyet töreni için ABD’ye gideceği ve Bush ile randevusunun bu tören tarihine denk getirilmesinin Başbakan’ın işine geleceği Amerikalı yetkililere iletilmişti.
Ancak bu ‘nazik’ talep ABD tarafından kabul görmemiş, tam aksine Bush, randevuyu mezuniyet töreninin bir hafta sonrasına vererek, Erdoğan’ın bir haftada iki kez ABD yolculuğuna çıkmasına neden olmuştu.
Ancak şimdi Başbakan bundan kurtuluyor.
Mayıs sonunda ve haziranın 8’inde peş peşe iki ABD seyahati yapmayacak.
Çünkü geçen hafta ABD’nin Ankara’daki Büyükelçiliği’nden Başbakan’a bir not iletildi.
Bu notta özetle şöyle deniyordu:
‘Kızınız, bu yıl mezun olabilmesi için yeterli krediyi toplayamamıştır ve mezuniyeti bir dönem sonrasına kalmıştır.’
Böylece Erdoğan bir haftada iki seyahatten kurtuldu.
Erdoğan Ailesi, kızlarının bu dönem mezun olamamasına mutlaka üzülmüştür ama buna çok da takmasınlar.
Okuldaki başarı, hayattaki başarı demek değil.
Türkiye, Viagra mı?
BAŞLIK bana ait değil. Ankara’da yapılacak bir konferansın konusu.
Oldukça ilginç bir yaklaşımın ‘anafikri’. Ankara son yıllarda en ilginç konferanslardan birine ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Organizatör, doğrudan İngiliz hükümetince desteklenen ve yönlendirilen British Council.
Tarih, 2 Haziran 2005. Yer, Devlet Konukevi.
Konu Avrupa Birliği. Ama başlık uzun süre tartışma yaratacağa benziyor.
Dünyanın en ünlü okullarından Oxford Üniversitesi’nin St. Antonys Koleji’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Kalypso Aude Nicolaidis’in başkentte vereceği konferansın adı ‘Turkey, Viagra of Europe’, yani ‘Avrupa’nın Viagrası Türkiye’.
Konferansı düzenleyenlere sorduğumuzda nedenin daha da ilginç olduğu ortaya çıkıyor: ‘Türkiye, mevcut gücü ve dinamizmiyle artık yürümekte bile zorlanan yaşlı Avrupa’ya güç verir.’
Evet, durum bu. Viagra’nın ne işe yaradığı düşünülürse, Türkiye’nin Avrupa için ne anlama geldiği daha net anlaşılıyor. Adamlar belki de bunu daha kibar ifade etmenin yolunu arıyor...
Viagra’sız bir Avrupa’nın da ne işe yarayacağı ortada.
Turistler de sarhoş olamayacak
TURİZM sezonu başladı. Ancak turizmciler dertli. Turizmciler derken otelciler. Nedeni ise vergiler. Biliyorsunuz, Türkiye’deki oteller çok düşük kár marjlarıyla çalışıyor ve ‘alles’ diye bilinen ‘her şey dahil’ sistemiyle pazarlanıyorlar.
Yani otele giren turist, bir daha cebinden tek kuruş harcamıyor.
Yediği yemek, içtiği içki, başta verilen fiyata dahil.
Ucuz fiyat ve çok düşük kár marjıyla çalışan oteller, hemen hemen bir yıl öncesinden fiyatlarını belirliyor ve Avrupa’nın büyük tur operatörlerine bildirip ‘önceden’ satış yapıyorlar. Bu yıl sorun da burada. Bu yıl da oteller fiyatlarını bildirdiler ve ardından özellikle alkollü içkilerde vergi nedeniyle büyük fiyat artışları oldu.
Bu otellerde su gibi tüketilen şarap başta olmak üzere bütün içkilerin fiyatları arttı.
Fiyatlar önceden verildiği için bu artışı fiyatlara yansıtmak da mümkün olamadı.
Şimdi turizmciler kara kara düşünüyorlar.
‘Biz bu fiyatlarla nasıl kendimizi kurtaracağız’ diye.
Eğlence yeri sahipleri ise iyice dertli.
Bir gecelik otel fiyatına içki satamayacaklarını biliyorlar çünkü.
Teşekkürler Hagi, sağolun çocuklar
GALATASARAY şampiyonluğu kaybetti. Ama yılı bence başarıyla kapadı. Sezon başında, Galatasaray’ın lig şampiyonluğu iddiasını son maça kadar sürdüreceğini söyleselerdi herkes gülerdi.
Ancak Hagi sayesinde bu başarıldı. Galatasaray’ı küllerinden doğurdu. Ve bir yandan güçlü rakipleriyle boğuştu, diğer yandan kendi yönetimiyle. Yönetim, Hagi’nin yollarına mayın döşedi. Her fırsatta kendisini yıpratmaya çalıştı. İş öyle bir noktaya kadar geldi ki, Hagi ile Hagi’ye tapan taraftar karşı karşıya getirildi.
Yönetim, dışarıdaki Galatasaray düşmanlarıyla uğraşacağına, içeride Galatasaray’ın başarısı için çalışan Galatasaraylılarla uğraştı. Ama her şeye rağmen Galatasaray şampiyonluk iddiasını son maça kadar sürdürdü. Şampiyonluk kaçmış olsa da, Galatasaray son derece başarılı bir sezon geçirdi.
Bu başarıdaki pay sahipleri, Hagi ve ona inanan futbolculardır.
Yönetim ise Galatasaray’ın ayağında pranga olmayı sürdürmekten öte bir işleve sahip değildir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Küçük hesap yapanların büyük adam olamayacağını
anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2005
<B>GEÇENLERDE </B>bir seyahat sırasında sohbet ediyoruz. O gün gazetelere yansıyan bir haber konuşuluyor. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun görevi bırakmış. Biz de yerine kimin geleceğini tartışıyoruz.
Herkes çeşitli isimler ortaya atıyor.
Bana sorulunca iki isim verdim:
‘Ya Emre Taner olur, ya da Edip Başer’ dedim.
Herkes itiraz etti.
Ben ise bir istihbarattan değil, mantıktan yola çıkarak böyle düşünüyordum.
Başbakan Erdoğan geçmişte Emekli Orgeneral Edip Başer’i bu görev için düşünmüştü ama Edip Başer kabul edememişti. Bugün Başer Paşa’nın kabul etmesi için şartlar daha uygundu.
Ancak o olmazsa Atasagun’un yardımcısı Emre Taner tek olasılık olarak kalıyordu. Çünkü yıllardır Atasagun’un en yakınındaydı ve Türkiye’deki etkin güçlerin üzerinde uzlaşabileceği tek isimdi.
Nitekim dediğim gibi oldu.
MİT’in başına ‘sahadan yetişme’ Emre Taner getirildi.
Bu arada Hürriyet’te emekli Orgeneral Edip Başer’in sözleri yayınlandı.
‘MİT müsteşarlığının geçmişte bana teklif edildiği doğru ama özel nedenlerden dolayı kabul etmedim.’
Orgeneral Edip Başer benim tanıdığım en ‘doğru düzgün’ adamlardan biridir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı beklerken, beklenmedik bir şekilde emekli edilmiş ve biraz kırılmıştı.
Gelin size Edip Başer’in bu önemli görevi ‘hangi özel nedenlerle’ kabul etmediğini anlatayım.
Bu kırgınlık sırasında Orgeneral Edip Başer’e AKP’den siyaset teklifi geldi.
Seçim öncesiydi ve AKP Edip Başer’e milletvekili adaylığı öneriyordu. Sonrasında da kuvvetle muhtemel Milli Savunma Bakanlığı.
Ancak adam gibi adam olan Başer Paşa, bu teklifi düşünmeden reddetti.
Rövanşist bir yaklaşım içinde görülmek istemiyordu.
Ardından seçimler yapıldı. AKP büyük bir güçle iktidar oldu.
Geçmişte ANAP liderine yakın olmakla suçlanan Şenkal Atasagun’un görevden alınacağı düşünülüyordu ve bunda gerçeklik payı vardı.
Edip Başer Paşa’ya MİT müsteşarlığı teklifi götürüldü.
Başer Paşa teklifi memnuniyetle karşıladı. Zaten Milli İstihbarat Teşkilatı ‘Başer’ soyadına yabancı değildi.
Ancak kabul etmeden önce silah arkadaşlarının ‘görüşlerini almak’ istedi.
Halen görevde olan arkadaşları arasında fikir ayrılıkları vardı.
Konu tartışıldı. Başer’le geçmişte de sorun yaşayan birkaç kişi karşı çıktı.
Sonunda Edip Başer’in bu görevi kabul etmesinin yanlış olacağına karar verildi ve görüş Paşa’ya iletildi.
Edip Başer hiç sesini çıkarmadı. Kendisine görevi önerenlere ‘kabul edemeyeceğini’ bildirdi ve onurlu bir eski asker olarak bir kez daha köşesine çekildi.
Bunları bildiğim için ‘konjonktür değişikliği’ nedeniyle Edip Başer Paşa’nın bu kez görevi kabul edebileceğini düşünmüştüm.
Ama anlaşılan bir kez refüze edilenler, aynı teklifi yinelemek istememişler.
Sedat Ergin’in kedileri arkadaş istemiyor
CUMARTESİ günü Başbakan’a yine bir kedi hediye edildiğini ancak Başbakan’ın kedisine ayıracak zamanı olmadığı için önceki kedisini Zezo’ya hediye ettiğini ve Okyanus adlı bu yeni kedinin de benzer bir akıbete uğrayacağını yazdım.
Hatta kedilerden çok hoşlanan ve halihazırda iki kedisi olan Sedat Ergin’i ‘doğru adres’ olarak gösterdim.
Sedat yazıyı okur okumaz aradı.
‘Mesajı aldım. Benim kedilerden de sana bir mesaj var’ dedi. Benim yazıyı ‘okuyan’ Sedat’ın kedileri hemen bana bir mektup yazmışlardı.
Sedat, Miço ve Misti’nin mektubunu bana ulaştırdı. İşte iki kedinin mektubu:
‘Sayın Altaylı,
Önerinizden kısa bir süre önce haberimiz oldu. Sedat Bey zaten bizleri Ankara’da bırakıp İstanbul’a taşındı. Kendisinin Okyanus’a bakacak altyapıya da bu aşamada sahip olduğunu zannetmiyoruz. Yok Okyanus’u alıp Ankara’ya bizim yanımıza gönderecek olursa, doğrusu genç bir kediyle uyum sorunları yaşayabiliriz. Allah aşkına, durup dururken düzenimizi bozmayın. Fatih Bey, bizce en doğrusu, sizin Sayın Başbakan’ı Okyanus’u sahiplenmesi konusunda ikna etmeniz olur. Okyanus da ortada kalırsa, ‘Ayıp oluyor, koskoca Tayyip Bey, bir kediye bile sahip çıkamıyor. Demek bütün afrası tafrası kedilereymiş. Kasımpaşa raconuna sığar mı?’ denmez mi? Tayyip Bey, Cansu’dan sonra Okyanus’a da sahip çıkmazsa, kendisini bütün kediler olarak kara listeye alabiliriz. Kara listemize girmesini hiç önermeyiz. Zaten kedili karikatürü mahkum ettirmesini unutmuş değiliz. MİÇO ve MİSTİ.’
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Başkalarının başarısızlığını değil, kendi başarımızı amaç edindiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
<B>ERTUĞRUL Özkök </B>dün, <B>‘Hedef tam üyelik ama böyle bir fikir egzersizi kimseye zarar vermez’ </B>diyerek Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki bazı kesimlerin önerdiği <B>‘imtiyazlı ortaklık’</B> önerisini ele almış.Özkök’ün Gündüz Aktan’dan alıntıladığı imtiyazlı ortaklık önerisinde bazı noktalar var ki, bunlara katılmak pek mümkün değil:
‘Müzakereler 15-20 yıl sürecek ve sonucu belli değil, imtiyazlı ortaklık daha kestirme ve kesin çözüm.’
Bu Türkiye karşıtlarının terminolojisi. Çünkü müzakerelerin 20 yıl sürmesi söz konusu değil. Kararlı bir Türkiye’nin müzakereleri en geç 5 yıl içinde tamamlayacağını herkes biliyor. Zaten kıyametin nedeni de bu. Dosyalar tamamlandığı zaman ise sonuç belli: Tam üye oluyorsunuz. Sonucu belirsiz falan değil.
‘Hem tam üyelik, hem imtiyazlı ortaklık müzakereleri paralel sürsün.’
Bu daha da komik. Çünkü diyelim ki, bir otomobil alacaksınız. Aynı otomobil için bir yandan 50 milyar, diğer yandan 15 milyar üzerinden pazarlık ediyorsanız, alıcı 50 milyarlık pazarlığı neden ciddiye alsın. ‘İmtiyazlı ortaklık statüsünde Yunanistan ve Kıbrıs’ın veto hakkı olmayacak.’
Bu iyiden iyiye komik. Çünkü her kararda üyelerin veto hakkı var. İmtiyazlı ortaklık Türkiye’ye avantaj sağlayacaksa, bu ikisi bunu niye veto etmesin?
‘Ermeni ve Kürt meselesi, siyasi kriter olarak ortadan kalkar.’
Tabii doğru. ASALA eylemlerine başladığı ve PKK kurulduğu zaman Kopenhag siyasi kriterleri vardı ve bu iki terör örgütü bundan faydalanarak kurulmuş.
Sevgili okurlar, imtiyazlı ortaklık önerisi Türkiye’yi oyalamanın bir yolu olarak ortaya atılmış bir safsata.
Ve en önemlisi de, ‘Avrupa Birliği hukukunda böyle bir ortaklık türü yok’.
Yani bunu söyleyen Avrupalılar, Avrupa’nın hukukdışı bir şeyler yapabileceğini kabul ediyor; ama Türkiye’nin AB hukukuna tam uyması halinde bile üye olmakta zorlanacağını belirtiyorlar.
Türkiye imtiyazlı ortaklık önerisinin içeriğinin ne olduğunu bilmeli; ama bence bunu tartışmamalı bile.
Tetris ve top bayramı
ÇARŞAMBA akşamı Dışişleri Konutu’na gitmek üzere Ankara sokaklarını arşınlarken billboard’larda ‘garip’ bir ilan gördüm.
Ankara’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle bir ‘yürüyüş’ düzenleniyor ve gençler bu yürüyüşe davet ediliyordu.
Fakat bu davet sıradan bir davet değildi.
Çünkü billboard’da şöyle yazıyordu:
‘Katılımcılara top, tetris ve çeşitli armağanlar dağıtılacaktır.’
Kanım dondu.
Gençliğin bayramına katılmak üzere davet edilen gençliğe ‘rüşvet’ veriliyor ve bu yolla katılım sağlanmaya çalışılıyordu.
Bu muydu Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençliğin, onun bayramına katılma şartı; top ve tetris rüşveti mi?
Ya bunu düşünen kafaya ne demeli!
Yürüyüşün sonunda bir konser olsa ya da yürüyüşe gençlerin sevdiği sanatçıların katılımı sağlansa amenna.
Ama bu yapılmıyor, gençlik ‘top ve tetris kapabilmek’ için davet ediliyordu.
Yanımdaki arkadaşlara, ‘Yarın bu yürüyüşe bir kamera yollayın. Gençliğin halini görüntüleyin. Top ve tetris kapmak için milletin nasıl kavga ettiğini kayda geçirin. Biz de bunu gösterelim ki, belki birileri utanır’ dedim.
Tam da dediğim gibi oldu.
Yürüyüşte top, tetris ve çeşitli hediyeleri kapmak isteyen ‘gençler’ birbirlerini yediler.
Koskoca Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, elinde mikrofon ‘İki top alan birini versin. Vermeyenden siz alın’ diyerek ‘çığırtkanlık’ yaptı.
Onlar adına ben utandım.
Çok utandım...
Başbakan kurtulamayacak
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, kedisini yaş gününde benim Zezo’ya hediye edince Türk basını bir süre bu konuyu ele almıştı.
Şimdi yine Başbakan’ın kedisi gündemde.
Gazetelerin ısrarla ‘Cansu’ dediği ama aslında ‘Cancan’ isimli kedi bize gelince, Van’dan Başbakan’a yeni bir kedi gönderiliyormuş. Bu sefer adı ‘Okyanus’.
Başbakan’ın bu hediyeye ‘fazla’ sevineceğini zannetmiyorum.
Çünkü Cancan’ı Zeynep’e hediye ederken, kediye bakamadığından, kediyle ilgilenemediğinden ve bu yüzden kedinin renginin bile grileştiğinden söz etmişti.
Belli ki, ilgi gösteremediği kedi, Tayyip Erdoğan’ın vicdanına yük olmuştu ve kedinin ilgi görüp iyi bakılacağı bir yuvaya kavuşmasını istiyordu.
Şimdi yeniden ‘ilgilenmekte zorlanacağı’ bir kedisi olacak.
Ama bizim Sevgili Sedat Ergin ciddi bir kedi düşkünüdür.
Okyanus’u da o alır.
Böylece İstanbul’da ciddi bir Van kedisi kolonisinin de temelleri atılmış olur.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Arkamızda en azından tabutumuzu taşıyacak kadar dost bıraktığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
ERTUĞRUL Özkök dün, ‘Hedef tam üyelik ama böyle bir fikir egzersizi kimseye zarar vermez’ diyerek Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki bazı kesimlerin önerdiği ‘imtiyazlı ortaklık’ önerisini ele almış. Özkök’ün Gündüz Aktan’dan alıntıladığı imtiyazlı ortaklık önerisinde bazı noktalar var ki, bunlara katılmak pek mümkün değil: ‘Müzakereler 15-20 yıl sürecek ve sonucu belli değil, imtiyazlı ortaklık daha kestirme ve kesin çözüm.’Bu Türkiye karşıtlarının terminolojisi. Çünkü müzakerelerin 20 yıl sürmesi söz konusu değil. Kararlı bir Türkiye’nin müzakereleri en geç 5 yıl içinde tamamlayacağını herkes biliyor. Zaten kıyametin nedeni de bu. Dosyalar tamamlandığı zaman ise sonuç belli: Tam üye oluyorsunuz. Sonucu belirsiz falan değil. ‘Hem tam üyelik, hem imtiyazlı ortaklık müzakereleri paralel sürsün.’Bu daha da komik. Çünkü diyelim ki, bir otomobil alacaksınız. Aynı otomobil için bir yandan 50 milyar, diğer yandan 15 milyar üzerinden pazarlık ediyorsanız, alıcı 50 milyarlık pazarlığı neden ciddiye alsın. ‘İmtiyazlı ortaklık statüsünde Yunanistan ve Kıbrıs’ın veto hakkı olmayacak.’Bu iyiden iyiye komik. Çünkü her kararda üyelerin veto hakkı var. İmtiyazlı ortaklık Türkiye’ye avantaj sağlayacaksa, bu ikisi bunu niye veto etmesin?‘Ermeni ve Kürt meselesi, siyasi kriter olarak ortadan kalkar.’Tabii doğru. ASALA eylemlerine başladığı ve PKK kurulduğu zaman Kopenhag siyasi kriterleri vardı ve bu iki terör örgütü bundan faydalanarak kurulmuş. Sevgili okurlar, imtiyazlı ortaklık önerisi Türkiye’yi oyalamanın bir yolu olarak ortaya atılmış bir safsata.Ve en önemlisi de, ‘Avrupa Birliği hukukunda böyle bir ortaklık türü yok’.Yani bunu söyleyen Avrupalılar, Avrupa’nın hukukdışı bir şeyler yapabileceğini kabul ediyor; ama Türkiye’nin AB hukukuna tam uyması halinde bile üye olmakta zorlanacağını belirtiyorlar. Türkiye imtiyazlı ortaklık önerisinin içeriğinin ne olduğunu bilmeli; ama bence bunu tartışmamalı bile. Tetris ve top bayramıÇARŞAMBA akşamı Dışişleri Konutu’na gitmek üzere Ankara sokaklarını arşınlarken billboard’larda ‘garip’ bir ilan gördüm. Ankara’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle bir ‘yürüyüş’ düzenleniyor ve gençler bu yürüyüşe davet ediliyordu. Fakat bu davet sıradan bir davet değildi. Çünkü billboard’da şöyle yazıyordu: ‘Katılımcılara top, tetris ve çeşitli armağanlar dağıtılacaktır.’Kanım dondu. Gençliğin bayramına katılmak üzere davet edilen gençliğe ‘rüşvet’ veriliyor ve bu yolla katılım sağlanmaya çalışılıyordu. Bu muydu Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençliğin, onun bayramına katılma şartı; top ve tetris rüşveti mi?Ya bunu düşünen kafaya ne demeli!Yürüyüşün sonunda bir konser olsa ya da yürüyüşe gençlerin sevdiği sanatçıların katılımı sağlansa amenna. Ama bu yapılmıyor, gençlik ‘top ve tetris kapabilmek’ için davet ediliyordu. Yanımdaki arkadaşlara, ‘Yarın bu yürüyüşe bir kamera yollayın. Gençliğin halini görüntüleyin. Top ve tetris kapmak için milletin nasıl kavga ettiğini kayda geçirin. Biz de bunu gösterelim ki, belki birileri utanır’ dedim. Tam da dediğim gibi oldu. Yürüyüşte top, tetris ve çeşitli hediyeleri kapmak isteyen ‘gençler’ birbirlerini yediler. Koskoca Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, elinde mikrofon ‘İki top alan birini versin. Vermeyenden siz alın’ diyerek ‘çığırtkanlık’ yaptı. Onlar adına ben utandım. Çok utandım... Başbakan kurtulamayacakBAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, kedisini yaş gününde benim Zezo’ya hediye edince Türk basını bir süre bu konuyu ele almıştı.Şimdi yine Başbakan’ın kedisi gündemde. Gazetelerin ısrarla ‘Cansu’ dediği ama aslında ‘Cancan’ isimli kedi bize gelince, Van’dan Başbakan’a yeni bir kedi gönderiliyormuş. Bu sefer adı ‘Okyanus’.Başbakan’ın bu hediyeye ‘fazla’ sevineceğini zannetmiyorum. Çünkü Cancan’ı Zeynep’e hediye ederken, kediye bakamadığından, kediyle ilgilenemediğinden ve bu yüzden kedinin renginin bile grileştiğinden söz etmişti. Belli ki, ilgi gösteremediği kedi, Tayyip Erdoğan’ın vicdanına yük olmuştu ve kedinin ilgi görüp iyi bakılacağı bir yuvaya kavuşmasını istiyordu. Şimdi yeniden ‘ilgilenmekte zorlanacağı’ bir kedisi olacak. Ama bizim Sevgili Sedat Ergin ciddi bir kedi düşkünüdür. Okyanus’u da o alır. Böylece İstanbul’da ciddi bir Van kedisi kolonisinin de temelleri atılmış olur.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Arkamızda en azından tabutumuzu taşıyacak kadar dost bıraktığımız zaman.
button
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2005
<B>DÜNÜ </B>müthiş bir hengame içinde geçirdik. Ne çok sevenim ve tabii sevmeyenim varmış. Dün öğle saatlerinde bir internet sitesi, benim Kanal D Haber Genel Yayın Yönetmenliği’nden alındığımı ve yerime <B>Mehmet Ali Birand’</B>ın getirildiğini yazınca ortalık karıştı. Memleketin dört yanından, Ankara’dan, oradan buradan telefon ve mail yağdı.
‘Ne oluyor?’ diye.
Size işin aslını ben anlatayım da, ‘dedikoduculara’ gerek kalmasın.
Geçen yıl, Kanal D İcra Kurulu Başkanı Arzuhan Yalçındağ, Kanal D Haber’in günlük rating kaygısının dışına çıkmasının ve ağırlıkla haber yapmasının hem Türkiye, hem habercilik, hem de Kanal D açasından daha doğru olacağını söyleyince Kanal D Haber’de sizin de dikkatinizi çeken köklü bir değişikliğe gittik.
Magazin haberlerini kaldırdık, 3. sayfa haberlerini minimuma indirdik. İç ve dış siyaset ağırlıklı, dünya haberlerine geniş veren bir bülten hazırlamaya başladık.
Bunun sonucunda o güne kadar tartışmasız 1. olan Kanal D Ana Haber Bülteni, 2. sıraya geriledi.
Ama halimizden memnunduk. Çünkü iyi iş yapıyorduk.
Ardından Yönetim Kurulu Başkanımız Aydın Doğan, haberlerin iyi bir seviyeye ulaştığını ancak ABD ve Avrupa’daki benzerleri gibi bu haberin bir haberci tarafından sunulması gerektiğini söyledi ve ‘Haberi sen sunsana’ dedi.
Aydın Bey’e bunun doğru olmayacağını, benim taraflı bir köşe yazarı olduğumu ve bu yönümün çok ağır bastığını, haberi sunmam halinde, haberin tarafsız bile olsa taraflı görüneceğini ya da aksi takdirde Hürriyet’teki yazılarıma zarar vereceğini söyledim.
Fikrimi haklı buldu. Ve ‘O zaman bu haberi sunacak bir anchorman bulalım’ dedi.
Kanal D yönetimi olarak uzun uzun düşündük, eledik, tarttık. Sonunda Mehmet Ali Birand üzerinde mutabık kalındı.
Birand’la önce ben görüştüm ve teklifimizi ilettim. İlk tepkisi CNN Türk’te rating kaygısı olmadan istediği gibi çalışmaktan mutlu olduğunu söylemek oldu ve bana ‘Başıma bu belayı açma’ dedi.
Ardından mart ayının ortalarında Doğan Grubu’nun üst düzey yöneticileriyle beraber teklifimizi yineledik.
Birand ‘Özel yaşamının kalmayacağını, artık bu tempoda çalışmak istemediğini, rating kaygısına girmekten yana olmadığını’ söyledi.
Ancak Mehmet Ali Yalçındağ, Ertuğrul Özkök ve ben bir hayli ısrar edince, ‘Yeni yayın dönemine kadar düşüneyim’ dedi.
Biz de kendisine ‘Yeni yayın dönemine kadar olmaz. Haziran başına kadar düşün. Kabul edersen gel, sadece sunma, haberin mutfağının da başına geç’ dedik.
Yaklaşık 2 ay önce yapılmış bu teklif dün internet sitelerine yansıdı.
Olay bundan ibarettir.
Doğan Grubu’nda sadece Kanal D Genel Yayın Yönetmenliği’nden ibaret olmayan görevlerimi daha iyi yapmamı sağlamak için planladığım değişikliğin, bana karşı yapılmış bir hareket gibi gösterilmesine de doğrusu anlam veremedim.
Benim bu gruptan uzaklaşmamı zil takıp bekleyenler var ise onlara kötü bir haberim var.
Benim buradan gitmeye niyetim yok.
İnşallah Sevgili Mehmet Ali Birand bu teklifimi kabul edecek ve eylül ayında Kanal D Haberi, yepyeni kimliğiyle izleyeceksiniz.
Genelgeye bak çay demle
TÜRKİYE ‘imtiyazlı sınıflar’ ülkesiydi. Bense bu imtiyazlı sınıf olayına başından beri karşı durdum.
‘Basın kartı’ sahiplerine tanınan imtiyazları protesto etmek için yıllardır ‘basın kartı’ almadım. (Gerçi bazı avanta düşkünleri bunu bile aleyhime kullandılar ama benim gazeteciliğim bir kartla değil, okurlarımla pekişiyor.)
Türkiye, Avrupa Birliği’ne uyum sağlamaya çalışırken ‘Bu imtiyazlı sınıflar da bu arada ortadan kalkar’ diye seviniyordum.
Ama anlaşılan olmayacak, olamayacak.
Çünkü İçişleri Bakanlığı bir genelgeyle yeni yeni imtiyazlı sınıflar yaratma kararlılığının sürdüğünü gösterdi.
Buna göre asker veya sivil tüm yargı mensupları ve diplomatik görevlilere ‘trafik cezası verilemeyecek’.
Genelge değil komedi.
Geçen ay New York’ta başkonsolos, sevgili dostum Ömer Önhon’la yolda gidiyoruz. Yolda bir radar gördük. ‘Korkma sen diplomatsın’ dedim.
‘Diplomat miplomat takmazlar, cezayı yapıştırırlar’ dedi.
Orada durum bu, Türkiye’de ise tam tersi.
Bırakın diplomatları, biraz etkili ve yetkili bir yerdeyseniz ‘kural tanımanıza gerek yok’.
Ne güzel değil mi!
Sanki yüksek yargı mensuplarının ve diplomatların kullandığı araçlar kaza yapmazlar ve kaza yapsalar bile yüksek yargı mensupları ve diplomatlar kazalarda ölmezler ya da çarptıklarını öldürmezler.
Bu genelgeyi kim düşündüyse Allah ondan razı olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Avrupalılaşmayı yasalarda değil kafalarda başardığımız zaman
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2005
<B>YASEMİN Bozkurt’</B>un hazırlayıp sunduğu <B>‘Kadının Sesi’</B> adlı programa katılan bir kişi, geçtiğimiz aylarda öldürülmüştü. Önceki gün de benzer bir olay meydana geldi. 14 yaşındaki bir ‘çocuk’, bu programa çıktığı gerekçesiyle annesine kurşun yağdırdı.
Dün haber gelir gelmez, Kanal D programı yayından kaldırma kararı aldı. Üzüntümüz, bu kararı ilk olaydan sonra almamış olmak. ATV de bizimle paralel bir uygulama yapıp bu tip programları yayından kaldırma kararı aldı.
Bu kararlar tartışmasız doğru.
Ancak ben bu meseleyi ‘doğru platformda’ tartışmadığımızı da düşünmeden edemiyorum.
Hürriyet Gazetesi, Vuslat Doğan Sabancı öncülüğünde bir kampanya yürütüyor.
Kampanyanın amacı ‘aile içi ve kadına yönelik şiddete son verilmesi’ni sağlamak.
Gerçekten de Türkiye’nin sorunu bu. Bir televizyon programına katıldı diye, televizyonda saçının teli göründü diye kadına yönelik şiddet uygulanıyor.
Peki bu programlar yapılmıyorken Türkiye’de kadın çok mu rahattı?
Töre cinayetleri bu programlarla mı başladı?
‘Namus uğruna’ öldürülen kadınlar sadece bu programlara katılanlar mı?
Televizyonlar bu programları yayımlamayınca, töre cinayetleri, namus cinayetleri son mu bulacak?
Ya bu programlara katılıp dertlerine çare arayan kadınlar!
Kadınlar ‘kelleyi koltuğa alıp’ bu programlara katıldığına ve bu programlardan ‘medet umduğuna’ göre, demek ki bu durumdaki kadınların bir danışmanlık hizmetine, yardıma ihtiyacı var.
Kanallar bunu ‘hakkıyla’ yapamadılar.
Ama ya Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı ne yaptı?
‘Çaresiz’ kadınlara bir hizmet mi götürdü, bir danışmanlık mı verdi?
Ortada ‘dehşet verici’ bir ‘Türkiye gerçeği’ var.
Bunun sorumluluğunu iki üç kadın programına yıkıp kurtulamayız.
Rengimiz belli olsun
ERTUĞRUL Özkök dünkü yazısında, topluma mal olmuş kişilerin takım tutmalarıyla ilgili bir yazı yazdı.
Ve bu kişilerin, tuttukları takımı açıklama özgürlüğüne sahip olduklarını söyledi.
Tartışmanın kaynağı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın Fenerbahçeliliklerinin ‘çok ön plana’ çıkmasıydı.
Ben de aynen Özkök gibi düşünüyorum.
Spor, yaşamın önemli renklerinden biri. Ve bu renklerin dışında kalmak, beraberinde bir de renksizlik getiriyor.
Ben Galatasaraylıyım; ama Fenerbahçeli Yaşar Büyükanıt en sevdiğim paşaların başında gelir. Ne zaman karşılaşsak, sohbetimizin bir bölümü takımlarımızın rekabeti üzerinedir.
Keza Başbakan’la da öyle. Son 5-1’lik galibiyetimizden sonra Galatasaraylı Mehmet Ali Birand’la Başbakan’a ‘geçmiş olsun’ mesajı yolladık. Bundan daha keyifli ne var.
Zaten mesele takım tutup tutmamak değil, bunun açıklanmasıyla ilgili.
Bence taraftarlık, hele hele topluma mal olmuş kişilerde açık olmalı.
Çünkü ancak o zaman objektivite sağlanabiliyor.
Düşünün, ben tuttuğum takımı açıklamayacağım; ama sürekli Galatasaray’ı kollayacağım. Ve bunu ‘tarafsızlık maskesi altında’ yapacağım. Sizce doğru olur mu?
Siz de biliyorsunuz ki, ben Galatasaraylıyım ve ‘tarafım’. Okurken ona göre okuyorsunuz.
Kimse ‘rengini belli edenden’ korkmasın. Beni asıl korkutan, bukalemun gibi rengini saklayanlardır.
‘Siz de soykırım yaptınız’ diye bir savunma olamaz!
BAŞBAKAN Erdoğan, ‘Ermeni soykırımı’ iddialarını parlamentolarında kabul eden ülkelerle ilgili olarak, ‘Biz de benzer bir şekilde misillemede bulunabiliriz’ diyor.
Bu çok da ‘olabilir’ bir ‘savunma tarzı’ değil.
Bakın bu iddiaları ‘siyasi bir kararla’ kabul eden ülkeler hangileri:
Arjantin, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Lübnan, Rusya Federasyonu, Slovakya, Uruguay, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Polonya.
Toplam 15 ülke.
Türkiye bunlardan sadece Fransa ile ilgili olarak ‘Cezayir’de soykırım uyguladığı’ iddiasını gündeme getirebilir ki, bu doğrudur. Ama ya diğerleri. Hadi, Rusya’nın Stalin döneminde kendi halkına, Kıbrıs Rum Kesimi’nin de Türklere karşı soykırım uyguladıkları iddialarını kabul edelim.
Geri kalan 12 ülke ne olacak!
Üstelik 1985 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Alt Komisyonu, 1987’de Avrupa Parlamentosu bu konuda birer karar tasarısını onaylamış.
Türkiye, bugün yıllarca görmezlikten geldiği ve başını kuma gömdüğü bir sorunda, ‘siyasi gerçekle’ karşı karşıya.
Geçtiğimiz günlerde Alman ARD televizyonunda yayınlanan bir söyleşimde ‘soykırım iddialarını’ soran muhabire, ‘O dönemde Türkiye’nin en önemli müttefiki Almanya’ydı ve eğer söylediğiniz gibi bir karar var ise Osmanlı Ordusu’yla ve yönetimiyle beraber çalışan çok üst düzey Alman generaller vardı. Bir de onların belgelerini araştırsanız’ dedim.
Türkiye bu meselede ne kadar geç de olsa bir politika üretmek zorunda.
Çünkü bugün 15 ülke, yarın 150 ülke olabilir.
Biz de bunların hepsine ‘Siz de soykırım yaptınız’ diyemeyiz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Düşük çenenin, en fazla çenenin sahibine zarar verdiğini unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE </B>son 2001 Ekonomik Krizi’nin izlerini silmeye çalışıyor. <br><br>Bunda da oldukça başarılı. Ancak ekonomik krizin sosyal izleri ise bir türlü silinemiyor.
Bir okur mektubu bunun en açık örneği. Aktarıyorum:
‘Ben son ekonomik krizde elimde olmayan nedenlerle kredi kartı borçlarımı ödeyemedim ve takibe girdim. Zaman içinde durumumu zor da olsa düzelttim, borçlarımı son kuruşuna kadar ödedim.
Ancak Merkez Bankası kara listesinden isimlerimiz hemen silinmediğinden şimdi son derece zor durumdayım.
Mali durumum eskisinden iyi hale gelmesine rağmen, tek kuruş kredi alamıyorum. Kredi almayı bırakın açtığım işyeri için çek karnesi dahi alamıyorum. İşyerime POS makinesi bağlatırken bile sorunlar çıkıyor. Başkalarının isimleri üzerinden muvazaalı işler de yapmak istemiyorum.
Şimdilerde vergi kaçıranlara af geliyormuş.
Vergi ödemeyerek, ödeyenleri salak yerine koyanlara af geliyor, kaçak ev yapıp milletin arazisini ve hakkını gasp edenlere af geliyor, dağda devlete silah çeken, asker öldüren teröristlere af geliyor, ama ekonomik krizi üzerinde hissedip mağdur olan ama buna rağmen borçlarını ödeyenlere af gelmiyor.
Bir kereye mahsus olarak bu kara liste temizlense acaba çok mu yanlış olur?’
Çok yerinde bir soru.
Acaba bir yanıt veren bulunacak mı?
Sakallı cüppeli tehdit
İSTANBUL ’da bir süredir ‘cüppeli tebliğciler terörü’ yaşanıyor. Birtakım sakallı, cüppeli adamlar özellikle Nişantaşı gibi semtlerde dolaşıp lokanta ve barlara giriyor, oradakilere ‘dinden çıktıklarını’ söyleyip ‘dine davet’ ediyorlar. Bu gibi olaylar birkaç kez yaşandı.
Kafein’de meydana gelen benzer bir olay basına da yansıdı.
‘Sakallı cüppeli’ ekibin sürekli olarak ‘rahatsız’ ettikleri yerlerin başında ise Darphane-i Amire binası geliyor.
Türk Tarih Vakfı’nın kullanımına verilen bu binada zaman zaman etkinlikler düzenleniyor.
Geçen hafta Darphane-i Amire binasında Avrupa Türkiye ilişkileri Forumu vardı. Forum sonrasında da bir kokteyl verildi ve kokteyl ‘sakallı cüppeli tebliğcilerin’ baskınına uğradı.
Ancak bu seferki baskın pek de öyle ‘basit’ değildi.
Tehditler savruldu, atalardan kalma bu binanın kutsal bir yer olduğu söylendi ve burada içki içip eğlence düzenlenmesine izin vermeyecekleri belirtildi.
Bundan sonra burada düzenlenecek etkinliklerde ‘daha sert tepki’ göstereceklerini söyleyen grup daha sonra gitti.
Darphane-i Amire’de yaz boyunca pek çok etkinlik planlanıyor.
Ama şimdi bunların hepsi ‘sakallı cüppeli baskın’ tehdidi altında.
Üç fotoğrafta Avrupa gerçeği
GEÇTİĞİMİZ haftanın son günlerinde Almanya’da Bittburg Görüşmeleri olarak bilinen toplantıların 45’incisi yapıldı.
Toplantıyı Trier Hukuk Siyaset Vakfı ve Trier Üniversitesi Hukuk Enstitüsü düzenliyordu. Her iki kuruluş da, Almanya’nın en sağ, en tutucu politikalarına destek vermekle bilinen kuruluşlar. Ve haliyle Türkiye karşıtlıkları hayli ön planda.
Toplantının ana konularından biri de ‘Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği sorusu’ idi.
Almanya’nın çeşitli üniversitelerinden hukukçuların çoğunluğunu oluşturduğu 135 katılımcı arasında Karlsruhe Anayasayı Koruma Kurumu hakimi, savcılar, eski ve yeni milletvekilleri, bakanlar yer alıyordu.
Türkiye’den de Profesör Fazıl Sağlam, Profesör Nermin Abadan Unat, Almanya’da yaşayan Türk yazar Necla Kelek ve Cüneyt Zapsu yer alıyordu.
İnsan hakları, kadın hakları, azınlık hakları, İslam’ın Batı’ya uyumu ve mevcut siyasi durum gibi ana başlıklar ele alındı.
Cüneyt Zapsu’nun konuşması sırasında, Zapsu’nun siyasi kişiliği de ön planda olduğundan, Avrupa basınının şiddetle eleştirdiği kadınlar günündeki olaylar gündeme geldi.
Bunun üzerine Cüneyt Zapsu çantasından İstanbul’da meydana gelen olayları gösteren bir fotoğraf çıkardı. ‘Evet bu fotoğrafa yansıyan olaylar oldu ama benden önceki konuşmacıların dediği gibi hiçbir şey yapılmadı değil. 9 polis görevden alındı ve soruşturma halen sürüyor’ dedikten sonra çantasından bir başka fotoğraf daha çıkardı.
O fotoğrafı da salondakilere gösterdi ve ‘Evet gerçekten bu olaylar çok üzücü ve çirkin ama ne yazık ki, bu fotoğraf Türkiye’den değil. 26 Nisan günü Paris’ten’ dedi.
Salon şaşkındı.
Ardından Zapsu çantasından polisin uyguladığı şiddeti gösteren benzer bir fotoğraf daha çıkardı. ‘Bakın bu fotoğraf da en az diğeri kadar kötü. Bu da 28 Nisan Hamburg’ deyince salonda ses seda kesildi.
Zapsu oradakilere bu fotoğrafların sorumluları hakkında ne yapıldığıyla ilgilenip ilgilenmediklerini de sordu. Çıt çıkmadı.
Zapsu Avrupalılara anlayacakları dilden iyi bir ders verdi.
Kim bilir belki de o üç fotoğrafı alt alta koyup, Avrupa’daki gazetelere ilan olarak vermek iyi olabilir.
Tabii ‘tarafsız ve dürüst’ Batı basını bu ilanları yayınlamayı kabul eder mi orası meçhul.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yapmanın yıkmaktan daha mutlu ettiğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku