Fatih Altaylı

Irak’ta bir anayasa krizi eksikti

4 Ekim 2003
<B>IRAK'</B>a asker yollanması yakında gündeme gelecek. Bu süreçte Irak'taki gelişmeleri yabancı basından takip etmek, karar vermek açısından çok daha sağlıklı verilere sahip olmamızı sağlayabilir. Bugün size yabancı basından, The Economist, The New York Times ve The Wall Street Journal gibi etkin yayın organlarından son haftalarda toparladığım bazı bilgileri aktararak konuya bakış açınızı oluşturmaya çalışacağım. Irak, normalleşme sürecine tam olarak girebilmek için bir anayasa hazırlıyor.

Bu anayasanın hazırlanması sürecinde bazı sıkıntılar var. Irak'ta yüzde 60'lık nüfus oranına sahip Şiiler, Irak anayasasının seçimle oluşturulacak bir ‘‘Anayasa Komisyonu’’ tarafından hazırlanmasını istiyorlar. Şiilerin etkin ismi Ayetullah Ali Sistani, bunun dışında hazırlanacak bir anayasayı kabul etmeyeceklerini söylüyor. Kürtler ise ABD'ye, ‘‘Bu talebi kabul ederseniz Ortadoğu'da Şii ağırlıklı yeni bir ülke ile karşı karşıya kalırsınız. Bölgede İran etkisi artar’’ diyerek kendi yaklaşımlarının öne çıkmasını istiyorlar.

ABD'nin Irak'taki en üst düzey adamı Paul Bremmer da Kürtlerle aynı fikirde. Anayasanın seçimle oluşturulacak bir komisyon tarafından hazırlanmasına karşı. Hal böyle olunca ABD, anayasayı hazırlamak üzere bir komite oluşturdu. Bu komitenin başına ise Irak'ta nüfus olarak 3'üncü sırada bulunan Kürtlerin bir temsilcisini, Fuat Masum'u getirdi. Fuat Masum ise ABD Dışişleri Bakanı Powell'ın talebi doğrultusunda 6 ay içinde bir anayasa hazırlayacaklarını söylüyor. Ancak yine ABD'nin adamı olan ama giderek gözden düşen Ahmet Çelebi'nin sözcüleri, ‘‘Irak'ta Ali Sistani'nin istemediği bir şeyi yapamazsınız’’ diyerek ABD'yi uyarıyor. Irak yakında yeni bir gerginliğe gebe. Ve bu gerginlikler toplamı Irak'ı hızla parçalanmaya götürüyor.

Bir yol hikáyesi


BU ülkenin bir türlü ‘‘adam olamamasının’’ nedenini Ankara'da, siyasetin derin kulislerinde, Meclis'te alınan büyük kararlarda aramamak lazım aslında.

Bizim memleketin bir türlü ‘‘muasır medeniyet’’ seviyesine ulaşamamasının nedeni hemen yanıbaşımızda, önümüzden geçen yolda yatıyor. Ben size bir örnek vereceğim. Siz bunu kendi sokağınızda görüp, on binlerle çarpacaksınız. Benim eve giden yol son derece harap bir haldeydi.

Altyapısız asfalt çökmüş, delik deşik olmuştu. Bir yılı aşkın süre bu berbat yolu çektik.

Yaz ortasında bağlı bulunduğumuz beldenin belediyesi asfalt makineleri, silindirlerle işe girişti. Birkaç gün içinde pırıl pırıl bir caddemiz oldu.

Sevindik.

Bu kış çamura bulanmadan eve gidebilecektik.

Aradan iki hafta geçti geçmedi, büyük ekskavatör geldi ve caddenin ortasını kazmaya başladı. Koca bir delik açtı. Çalışmayı yürütenlere sordum. ‘‘Bu ne?’’ diye. Alttan geçen boru hattında bir onarım yapılacakmış. ‘‘Niye iki hafta önce buraya asfalt dökülmeden yapmadınız?’’ dedim.

Planlamada ancak sıra gelmiş.

Üç gün çalıştılar. Onardılar ve gittiler. Ama Allahları var bozdukları asfaltı onardılar.

Ama gıcır asfaltın üzerinde koca bir yama oldu.

Aradan birkaç gün daha geçti.

Bu kez caddede yeni yapılan apartmanlardan biri kendi önündeki yolu boydan boya kazdı. İçinde bir şeyler yaptı ve kapadı.

Asfaltı yoktu harhalde. İçine beton döktü.

Beton iki gün sonra içeri çöktü. Geçerken fark etmezseniz jantı, lastiği bırakıyorsunuz.

Ardından biraz ötedeki apartmanın bahçe duvarını yapmak için kaldırımı söktüler. Arada yola da birkaç delik açtılar. Sonra bir başka apartmanın önünde yol bu kez çaprazlamasına kazıldı. Onların işi bitince daha önceden tecrübeli oldukları için beton dökmediler. Beton çöküyordu nasıl olsa. Çukura toprak ve kum doldurdular. Kısa sürede kum ve toprak çukurdan dışarı dağıldı.

Şimdi yol hem delik deşik; hem de çamur, kum içinde.

İki ay kadar önce milyarlarca lira harcanarak yapılan yol, şimdi eskisinden beter halde. Allah aşkına söyleyin, bu kafadaki bir ülke dikiş tutar mı?

Kim şerefsiz?


BEN deyince kabahat oluyor ama kimlerin şerefli kimlerin şerefsiz olduğuna ben yazayım siz karar verin.

Fenerbahçe amigosu bir spor yazarı sallıyor, onun sallaması bazı dostlarına malzeme oluyor.

Beni Spor Yazarları Derneği'ne üye yapmamışlar, çünkü ben Hıncal Uluç'un köpeğini gezdirirmişim.

Bu kadar aşağılık bir yalan olur ancak. Bir tarih verseler de öğrensek benim ne zaman TSYD'ye üye olmak istediğimi?

Yok böyle bir şey. Hayatımda hiçbir gazetecilik meslek örgütüne üye olmadım, üyelik için başvurmadım.

Söylesinler bakalım hangi başkan zamanında olmuş bu iş?

Doğan Koloğlu mu, Togay Bayatlı mı, Atilla Gökçe mi? Kim? Köpek gezdirme meselesine gelince.

Köpek gezdirmeyi severim ama Hıncal Uluç'un köpeğini hiç gezdirmedim. Köpeğine ‘‘Cimbom’’ adını taktığı için zaten o zamanlar Uluç'a çok kızardım bir; ben Uluç'la çalışırken, Hıncal Uluç köpeğini bir yardımcısına vermişti iki.

Ama beni karalamak için yalan dahil her şey serbest. Hepsiyle yargı önünde hesaplaşıyorum değerli okurlar. Hiç merak etmeyin.

Zaman zaman spor yazmanın kötü tarafı da bu işte.

Son derece ‘‘seviyesiz’’ birtakım adamlarla muhatap olmak zorunda kalıyorsunuz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Şerefliliğin bahşedilen değil, hak edilen bir sıfat olduğunu bazıları anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Sergen ve Beşiktaş

3 Ekim 2003
<B>PAZARTESİ </B>günü klavyenin başına oturduğumda bir Beşiktaş güzellemesi yazmaya kararlıydım. Trabzonspor karşısında izlediğim Beşiktaş bunu hak ediyordu. Ancak siyasi gündemin yoğunluğu bu yazıyı yazmama izin vermedi.

Kısmet Chelsea zaferinin ardınaymış.

Ertuğrul Özkök geçtiğimiz aylarda ‘‘Benim okuduğum en müthiş kulüp’’ değerlendirmesini yapmış ve Beşiktaş'ın modernite bayrağını Galatasaray'ın elinden almak üzere olduğunu duyurmuştu. Bu tespit doğru. Ancak Galatasaray da her an eski günlerine döner ve bayrağı Beşiktaş'la beraber taşır. O ayrı.

Beşiktaş'ın iyi yolda olduğu doğru. Fakat Beşiktaş'ın Chelsea karşısındaki başarısını Sergen Yalçın'dan ayrı düşünemeyiz.

Bakın size bir örnek vereceğim.

Galatasaray, uzun zamandır Avrupa'da galibiyete hasret. Peki o uzun zamanın başlangıcı ne?

Sergen'in sakatlanması.

İki yıl önce Sergen'in sarı kırmızılı formayı giyerken sakatlandığı günden beri Galatasaray, Şampiyonlar Ligi'nde tek bir maç kazandı. O da Moskova'daki sürpriz galibiyet.

Bunun dışında ister Lucescu ile, ister Terim'le Galatasaray kazanamadı.

Sergen, Galatasaray'da Hagi'nin boşluğunu doldurmuştu. Şimdi Galatasaray'da edindiği tecrübe ile Beşiktaş'ta boşluk dolduruyor.

Sergen'in canı istediği müddetçe Beşiktaş, Avrupa'da başarılı olur.

Sergen durunca Beşiktaş da durur. Peki Sergen'in canı niye istemiyor diye soranlar olabilir.

Sergen bu. Canı isteseydi bugün ne Zidane, ne Figo, ne Beckham onun üzerinde olurdu.

Ama o kanaatkár bir delikanlı. Eğleniyor... O da ona yetiyor...

Meslektaşa değil mesleğe torpil yap

HÜRRİYET'in dünkü manşeti tam bir ‘‘felaketi’’ duyuruyordu. Bir yargıç, hukuku ayaklar altına almaktan ve birilerine müthiş bir çıkar sağlamaktan dolayı yargılanmıştı.

Arazi mafyası ile işbirliği yapmış, müthiş bir kazancın mafyanın cebine gitmesini sağlamış, yargılanmış ve mahkûm olmuştu.

Aldığı ceza ise komikti.

1 milyon 710 bin Türk Lirası. Yani 1 dolardan az fazla.

Üstelik ceza ertelenmişti.

Yargıçlar, yargıladıkları yargıcı açıkça korumuşlardı.

Yargıçların, yargıçları koruduğuna daha önce de şahit olmuştum. Benim bazı hákimlere hakaret ettiğim iddiası ile açılan davada savunmam bile alınmadan mahkûm edilmiştim. Daha sonra mahkemeye ‘‘Apo bile kendini savundu, bana kendimi savunma fırsatı niye vermediniz?’’ diye sormuştum ama yanıt alamamıştım.

Bunlar oluyordu ama bu kez ‘‘kantarın topu’’ kaçmıştı.

Bu durumu açıklayan bir atasözümüz var ama burada yazarsam ayıp olur.

Hákimler böyle kararlarla meslektaşlarını koruduklarını düşünebilirler, ama meslektaşı korurken mesleğe nasıl bir ihanet içinde olduklarını fark etmiyorlar mı?

Böyle bir hukuka ve böyle hukukçulara nasıl güveneceğiz?

Elbette ki güvenemeyeceğiz.

Ama pek çok meslektaşım bu güvensizliklerini bile dile getiremeyecekler.

Çünkü biz bu meslekte sık sık yargıç karşısına çıkıyoruz.

Ama ben hálá doktorluğun ve hákimliğin kutsal bir meslek olduğuna inandığım için yazıyorum.

Bir gün hakkında haber yaptığım bir doktorun önüne ağır yaralı olarak gelirsem, o doktorun mesleğine olan bağlılığının bana olan öfkesinin önüne geçeceğini düşünürüm.

Adaleti eleştirirken de beni rahatlatan aynı inançtır.

Yukarıdaki örneğe rağmen...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Halka karşı sorumlu mevkilerde oturan bürokratlar, halkı adam yerine koyup bilgilendirdiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Seçim iptal olmaz

2 Ekim 2003
<B>PERŞEMBENİN</B> gelişinin çarşambadan belli oluşu gibi, 3 Kasım seçimlerinin de tartışılır hale geleceği belliydi. Bugün sonuçlarını konuştuğumuz tartışma, aslında 2002 yılının ekim ayında başlamıştı.

YSK'ya, Demokratik Halk Partisi, yani DEHAP'la ilgili çelişkili kararlar bildiren Yargıtay, 10 Ekim 2002 günü, yani seçimlere 23 gün kala, ‘‘nihai’’ bir yazı yazdı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun imzasını taşıyan yazıda, DEHAP'ın Yargıtay'a gönderdiği belgelerde gerçek durumu yansıtmadığı, yapılan karşılaştırma ve araştırmalarda DEHAP'ın örgütlenmesini tamamlamadığı YSK'ya bildirildi.

Kanadoğlu, SP.Sicil.2002/540 sayılı yazısını, ‘‘Seçimlere katılmasına karar verilen bir siyasi partinin, daha sonra kanunda öngörülen katılma şartlarını taşımadığının anlaşılması hali seçim hukukunda 'tam kanunsuzluk' olarak nitelendirilmektedir. Tam kanunsuzluk halleri ise herhangi bir ihbar, itiraz ve şikáyete ve de bir süreye bağlı olmaksızın her zaman değerlendirilen hallerdendir’’ diye bitiriyor.

YSK, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın bu bildirisini görüşüyor ve ‘‘780’’ nolu kararıyla sonuca bağlıyor.

Karar şu:

‘‘Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nca gönderilen bilgi ve belgelerle Demokratik Halk Partisi'nin seçime girecek yeterli teşkilatı olmadığının saptanamaması, kurulumuzca adı geçen siyasi partinin seçime girebileceğine ilişkin kesin nitelikteki kararının kaldırılmasını gerektirecek hukuken geçerli somut bilgi ve belgenin bulunmaması karşısında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın istemi yerinde görülmemektedir.’’

Bu cümlelerle istem YSK tarafından reddedilir.

YSK bu kararı alırken seçim sürecinin sonuna yaklaşılmış olmasını, milyonlarca oy pusulasının dağıtılmış olmasını mutlaka bir unsur olarak göz önüne almıştır.

Şimdi 10 Ekim'e geri döndük.

Ancak köprülerin altından akan suları geri çevirmek mümkün görünmüyor.

YSK'nın da kararını değiştireceğini hiç zannetmiyorum.

Nalıncı hukuku


HINCAL Uluç, ‘‘Hukuksa hukuk’’ başlıklı yazısında, Yargıtay kararının önemli olduğunu, hiçbir şeyin hukuktan üstün olamayacağını, bu nedenle de seçimlerin yenilenmesi gerektiğini yazıyor.

Uluç, ‘‘Sıkıntı olur diye hukuktan vazgeçip siyasi kararlar vermek bu ülkeyi kaosa sürükler’’ diye ekliyor. ‘‘Şöyle bir savunma yapma hakkım var mı?’’ diye ekliyor ve noktalıyor:

‘‘Sayın Yargıç, ben Sabah'ın çok önemli unsurlarından biriyim. Beni mahkûm ederseniz Sabah çok sıkıntıya girebilir. Binlerce çalışan aç kalabilir. Sabah'ta kaosu önlemek için bir defalık hukuktan vazgeçin.’’

Uluç'
un örneği Yargıtay-YSK ilişkisinde çok geçerli değil, ama başka bir yerde, Sabah'ın hukukla ilişkisinde çok geçerli.

Sabah Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni ve bazı yazarları, benim Sabah Gazetesi'nin patronu Dinç Bilgin'in kamuya olan borçları ve hukuk dışı işlemleri nedeniyle her vatandaş gibi hesap vermesini istediğim zaman, ‘‘Basında kaos olur. Tekelci basın ortaya çıkar. Bu yüzden biz yaşamalıyız, patronumuz da hesap vermemeli’’ diyorlar.

Yani iş Sabah'a ve patronu Dinç Bilgin'e gelince, ‘‘Hukuk hukuk değil’’, ama duruma aslında uymayan bir mesele söz konusu olunca ‘‘Hukuksa hukuk’’.

Kafalarına göre, gukuk veya hukuk.

Not: Hadi yine benim tribünde kavga çıkardığımı yazan haberler yapın sayfa sayfa. Ne de olsa hakkımda başka bir olumsuzluk bulamıyorsunuz.

Ben özür dilerim, ama benden de dilesinler


ÇOK sevdiğim spor yazarı ağabeyim Atilla Gökçe benim için çok ağır bir yazı yazmış. ‘‘Özür dilemeyi bilmediğimi’’ söylüyor ve ‘‘Kendimi büyük gördüğümü’’ iddia ediyor. Atilla Abime öyle gelmiş olabilir. Ama kendimi hiç de büyük görmediğimi beni tanıyan herkes bilir. Özüre gelince: Benim kadar rahat özür dileyenini zor görürsünüz. Yeter ki yanılayım, yeter ki haksız olayım. Anlaşılan Atilla Gökçe de benim spor medyasına karşı kaleme aldığım ve ‘‘Biraz abartılı olduğunu’’ daha sonra ifade ettiğim ve tekrarlamak istemediğim sözcükten alınmış.

Oysa ben orada net bir biçimde ‘‘Galatasaray düşmanı’’ diyorum. Gökçe'nin Galatasaray düşmanlığı gibi bir özelliği yoktur. Alınması gereksiz.

Galatasaray düşmanı olmayanların tamamı için bu geçerli. Düşmanlar kendilerini biliyor. Onlar alınsın. Şerefli olanlar, takımına göre tavır almayanlar, kulüp başkanları ile avanta ilişkisine girmeyenler gocunmasın.

Ama bu saydıklarım bir özür istiyorlarsa onlardan özür dilerim.

Şerefsizlerden ise asla.

Hele hele bana olan hınçlarını hakkımda yalan haberler yaparak alanlardan hiçbir zaman.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Takımımızı ve teknik direktörümüzü sezonun en iyi maçını oynadıktan sonra yuhalamadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Geç gelen adalet seçimleri yeniletmemeli

1 Ekim 2003
TÜRKİYE yine bir kaosa itiliyor. Tek nedeni ise ‘‘adalet’’. Doğru bir söz var. ‘‘Geç gelen adalet adalet değildir.’’ Türkiye'de sistemin en büyük sıkıntı kaynağı haline gelen adalet yine ‘‘geç’’ kaldı. Yargıtay'ın DEHAP'la ilgili olarak aldığı karar, Türkiye'yi sıkıntıya sokacak ve bunun tek nedeni Yargıtay'ın geçmişte işini ‘‘iyi’’ yapmamış olması. Yüksek Seçim Kurulu, seçimleri organize eder. Bunu yaparken uygulamaya esas alacağı noktaları da ilgili birimlerden sorarak öğrenir. Yani ‘‘hukuki’’ tanımıyla ‘‘bildirim esasına’’ göre iş yapar. Nüfus bilgilerini Devlet İstatistik Enstitüsü'nden alır. Mülki yapılanmayı, yani nerede kaç il, kaç ilçe, kaç belde olduğunu İçişleri Bakanlığı'ndan sorar. Yargıtay'a ise seçime girebilecek partileri sorar. Yargıtay'ın bu soruya yanıt vermesi için yapması gereken siyasi partilerin bildirimleri ile, mulki idare amirlerinin bildirimlerini karşılaştırmaktır. 3 Kasım seçimleri öncesinde Yargıtay Yüksek Seçim Kurulu'na DEHAP'ın 63 ilde örgütlendiğini bildirmişti. Daha sonra bir ara yazıyla bu sayının 52 olduğunu bildirdi. 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin DEHAP'la ilgili kararından sonra Yargıtay'ın verdiği sayı yine değişti ve bu kez 27'ye düştü. Çorum'da yapılan ara yerel seçimde ise Yargıtay DEHAP'ın örgütlendiği il sayısını sıfır olarak bildirdi. Ortada ciddi bir tutarsızlık var. Üstelik DEHAP geçtiğimiz 8 Haziran'da Ankara'da büyük kongre yaptı. Bir partinin büyük kongre yapabilmesi için 41 ilde örgütlenmesini tamamlamış olması gerekiyor. YSK, kendisine farklı zamanlarda bildirilen, birbiriyle ilgisiz bunca sayanın karşısında ne yapacağını şaşırmış anlaşılan. İşin ilginci, Yargıtay'ın son bildirimi, yani DEHAP'ın sadece 27 ilde örgütlendiğine ilişkin bilgi geldiğinde YSK oy pusulalarını bastırıp dağıtmıştı bile. YSK'nın kusuru, o gün pusulaları toplatıp yeniden bastırmaması. Çünkü 41 ilde örgütlenmeyen bir parti seçime giremiyor. YSK yeni pusula masrafına girmemek için bu şekilde davranmış anlaşılan.Yargıtay kendi hatasını bir yıllık bir gecikmeyle düzeltti ve topu YSK'ya attı. Şimdi gözler YSK'da. Bence YSK ‘‘Gidin işinize’’ diyerek seçimin geçerli olduğunu açıklayacak. Yoksa bu durum bir yol olabilir. Her seçim sonrası, benzer muammalar yaşayabiliriz.Bu mu Kaptan!GALATASARAY Spor Kulübü Yönetim Kurulu 26 Haziran 1959 günü toplanır. Toplantıda Ahmet Asım Güre, Sadık Giz, Eşfak Aykaç, Muhlis Peykoğlu, Kadri Dağ, Veysi Selimoğlu, Erdoğdu Atlıoğlu ve Mustafa Pekin vardır. Toplantıda tek bir konu görüşülür ve şöyle bir karar alınır: ‘‘Son Fenerbahçe final maçında takımda yer almayan profesyonel futbolcu Turgay Şeren'in durumu ve idare heyetimize tevdi edilmiş 11 adet rapor tetkik ve münakaşa edilerek aşağıdaki kararlar ekseriyetle alınmıştır. Durum gazetelere bildirilecektir. Turgay Şeren'in final maçındaki tarzı hareketi hakkında idare heyetine verilmiş raporların tetkik edilmiş ve netice itibariyle kendisinin belindeki hafif arızaya inzimamen çocuğunun hastalığının verdiği moral düşüklüğü neticesinde mesul şahısların kanaati hilafına maçta oynamaya cesaret edemediği kanısına varılmıştır. Ancak:Kendisinin maçtan bir gün evvel kampı izinsiz terk etmesi, takımının böyle hayati bir maça çıkacağı anlarda takım arkadaşlarının yanında bulunmaması ve kendilerini manen takviye etmesi kaptanlık vazifelerinin en tabiilerinden olmasına rağmen bu vazifesini yapmaması.Maç günü intişan eden Akşam Gazetesi'nde çıkan yazısında henüz takım belli olmadan oynamayacağını ifade etmek suretiyle takım arkadaşlarının maneviyatını evvelden sarsan bir harekette bulunması. Vazifesinin tamamiyle aksine olarak aynı yazının diğer kısımlarındaki ifadeleriyle yine takım moralini sarsan hareketlerde bulunması hususları göz önünde tutan idare heyeti aşağıdaki kararları ittihaz etmiştir: Galatasaray profesyonel takım kaptanlık vazifesinin kendisinden alınmasına,Kaptanlık taksisatının kesilmesine,Kampı izinsiz terk etmiş olması nedeniyle ilk maaşından 500 TL tevkifine....’’Sevgili okurlar bunu niye yazıyorum biliyor musunuz? Kendi ifadesi ile ayda 10 bin dolar karşılığı, bana her fırsatta söven ve benim Galatasaray Spor Kulübü'nden atılmamı öneren, hadi beni bir kenara bırakın Galatasaraylı futbolculara ders vermeye kalkan zatın geçmişi hakkında bir küçük fikir sahibi olun diye.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Bankalardaki devlet güvencesi sözü, devleti küçük düşürmekten öte bir anlam ifade ettiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Terörizmin nedeni Amerikalı çiftçiler olabilir mi?

30 Eylül 2003
<B>TERÖRİZMLE </B>mücadele konusunda son zamanlarda okuduğum en güzel yazılardan birini The New York Times'ta, <B>Thomas Friedman </B>yazmış. Dünya Ticaret Örgütü'nün Cancun'daki toplantılarında ortaya çıkan gelişmelerden yola çıkan Friedman, müthiş bir kısırdöngüyü aktarıyor.

Friedman, Uluslararası terörizmle mücadelenin, savaş cephesinde değil, ticaret cephesinde kazanılabileceğini vurguluyor.

AB ve ABD'nin başını çektiği kalkınmış ülkelerin kendi çiftçilerine uyguladıkları sübvansiyonları azaltmaları ve gümrüklerde bazı indirimler yapmaları halinde global gelirin 2015 yılından itibaren 500 milyar dolar artacağını ve bunun yüzde 60'ının, yani 300 milyar dolarının az gelişmiş ülkelerin kasasına gideceği hesaplanıyor.

Bu da bu ülkelerde yaşayan yaklaşık 144 milyon insanın ‘‘fakirlikten’’ kurtulması anlamına gelecek.

Ancak gelişmiş ülkeler, Cancun'da bir kez daha görüldüğü gibi bunu yapmaya yanaşmıyorlar.

Bu yüzden de ekonomileri tarıma ve tekstile dayalı az gelişmiş ülkelerin aynı sektörlerde gelişmiş ülkelerle rekabet şansı olmuyor.

Friedman'ın verdiği rakamlara göre, yıllık geliri 1 milyon doları bulan 25 bin Amerikalı pamuk üreticisine verilen yıllık 3 milyar dolarlık sübvansiyon, Pakistan gibi az gelişmiş ülkelerin Amerikan pazarına girmesini engelliyor.

Bu durumu eleştiren tek kişi Friedman da değil.

Yazar Robert Wright da ‘‘Amerikalı kapıcıların çocukları, biz huzur içinde yaşayalım diye ölebilirler. Ama biz pazarlarımızı büyük paralar kazanan üreticilerimizi korumak için kimseye açmayız’’ diye yazıyor.

Friedman'ın ortaya koyduğu kısırdöngü ise muhteşem.

Friedman bir alıntı yapıyor ve şöyle diyor:

‘‘Amerika, üretimi artırmak için dev arazi araçlarının iş maksatlı kullanımında vergi indirimi yapıyor. Yetmiyor. Kongerenin çok yakıt tüketen araçları cazip olmaktan çıkarmak için harekete geçmesini de engelliyor. Hal böyle olunca Amerika, Suudi Arabistan'dan daha çok petrol alıyor ve daha çok petrol ödüyor.

Böylelikle Suudilerin, Vahabi köktendincilere daha fazla kaynak aktarmasını sağlanıyor. Bu parayla Vahabiler Pakistan gibi ülkelerde din eğitimi veren okullar açıyorlar. Amerika'nın çiftçilerini korumasından dolayı işsiz ve parasız olan Pakistanlı çiftçi çocuklarını dini eğitim veren bu okullara yolluyor. Çünkü başka okullara yollayacak parası yok ve bu okullar bedava. Bu okullarda çocuklar sadece Kuran'ı öğreniyorlar. Modern yaşama hiçbir şekilde hazırlanmıyorlar ve başlarına gelenin tek nedeninin Amerika olduğuna şartlandırılıyorlar. O çocuklar daha sonra El Kaide'ye katılıyorlar. Biz de Afganistan'a askerlerimizi yollayıp o çocuğu öldürüyoruz. Ve terörizmle savaşı kazandığımızı düşünüyoruz.’’

Amerika'da artık farklı sesler çıkıyor. Bu sesler ‘‘Yeni Dünya Düzeni’’nin bazılarının düşündüğünden bir miktar farklı olabileceğinin habercileri.

Yine rapor alır mı?


YARGITAY kararını verdi. HADEP seçim dışı. Yasal olarak 3 Kasım seçimlerinin sonuçları geçersiz.

Şimdi top YSK'da.

YSK ne karar alırsa alsın çok tartışılacak.

YSK, ‘‘DYP Meclis'e girsin’’ derse, geçen 1 yıl tartışmalı hale geliyor. Bütün yasalar, bütün kararlar, hükümet dahil her şey geçersiz olabilir.

Bir seçenek ama müthiş bir kaos. Bir başka seçenek, YSK'nın Yargıtay'a dönüp, ‘‘Bu konuda sana daha önce sordum. Senin zırt pırt karar değiştirmen beni bağlamaz’’ demesi. O zaman sorun yok.

YSK'nın işi zor.

Benim şimdi merak ettiğim, YSK Başkanı Tufan Algan'ın ne yapacağı. Çünkü daha önce zor, tartışmalı kararlar öncesi Tufan Bey rapor alıp izne çıkmayı tercih etmişti. Acaba bu kez de bir raporla işi ‘‘arkadaşlarının’’ üzerine bırakır mı?

Y.O.'yu rahat bırakalım


KIZILAY sayesinde HIV virüsü taşıyıcısı olan küçük Y.O. hakkında yazı yazmadım hiç.

Çünkü zor bir durum.

Vicdan ‘‘Olur mu?’’ diyor.

Vicdanı bir kenara bırakıp, baba ceketimi giyiyorum. Ben de ‘‘Çocuğumu o sınıfta okutur muyum?’’ sorusunun yanıtını veremiyorum..

‘‘Y.O. başka okula gitsin’’ demezdim ama herhalde kızımı o okuldan alırdım gibime geliyor. Zor bir durum. Dün Y.O.'nun okuluna Kanal D Haber'in muhabirleri de gittiler.

Muhabir arkadaşımız geldiğinde oturup konuştuk.

Tam bir rezalet yaşanmış. Medya rezaleti. İki televizyon kanalının muhabirleri canlı yayın için kavga etmişler, öğretmen bunalıma girip kaçmış, 7-8 yaşında çocuklar şaşkın bir biçimde olan biteni izlemişler. Olayları öğrenince hemen oturup bir karar verdik. Bundan böyle Kanal D Haber olarak Y.O. ile ilgili haber yapmayacağız. Okuluna ne muhabir, ne kamera yollayacağız. Bu iş eğitimcilerin, pedagogların, doktorların işi. Biz bu çocukları daha fazla rahatsız etmeyeceğiz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gazetecilere en fazla güvenmeyenler yine gazeteciler olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

2903 yıl öncesinden bir bayram kutlaması

27 Eylül 2003
<B>GALATASARAY </B>Lisesi'nden bir arkadaşım, çok güzel bir yazı yollamış. Belki daha önce görmüş, bir yerlerde okumuş olabilirsiniz. Belki içindekilerle parça parça bir şekilde karşılaşmış olabilirsiniz.

Ama ben yine de sizinle paylaşmak istedim:

Milat'tan 900 yıl önce yani bundan 2903 yıl evvel insanlar bir tapınağa aşağıdaki yazıyı asarlar.

Sıraya girip okurlar... Birbirlerine sarılırlar... Bayramlarını kutlarlardı.

İşte o yazı:

‘‘Gürültü patırtının ortasında sessizce, sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur var. Sakın bunu unutma.

Herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık, unutmak olsun.

Bağışla ve unut... Ama kimseye teslim olma...

İçten ol; telaşsız anlat... Kısa, açık ve net konuş...

Başkalarına da kulak ver... Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları, çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.

Yalnız yaptığın planların değil, başardıklarının da tadını çıkar...

Sevebileceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın.

Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol...

Sevmiyorsan eğer sever gibi yapma...

Çevrene, tanıdıklarına önerilerde bulun...

Fakat asla hükmetmeye kalkma.

İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.

Ve unutma ki, insanlığın sevgi konusunda yüz yıllardır öğrenebildiği kumsaldaki bir kum taneciği bile değildir.

Hayatta kaybedebilirsin. Kaybetmeyi ahlaksızca bir kazanca tercih et.

Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.

Yıllar geçiyor, geçecek... Yılların geçmesine öfkelenme...

Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.

Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme.

Rüzgarın yönünü değiştiremiyorsan eğer yelkenlerini rüzgara göre ayarla...

Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.

Ara sıra kendini tutamayabilirsin... Yüreğini isyana kaptırabilirsin...

Fakat unutma: Evreni yargılamak imkansızdır.

Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol...

Sabırlı, sevecen ol... Erdemini yitirme...

Önünde sonunda sahip olduğun tek servet yine kendinsin.

Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.

Xsentos, Milattan Önce 9. yüzyıl’’


Trafik Şube Müdürü: Yasalar değişirse rüşvet de azalır


‘TRAFİK kuralları değişsin’’ diye yazdım. İstanbul Trafik Şube Müdürü Ali Kemal Hanlı, ‘‘Haklısınız ama değişmesi gereken kurallar sadece onlar değil’’ dedi. Hanlı'nın elinde istatistiki bilgiler var. En fazla yapılan ihlallerle ilgili veriler. Benim yazdıklarım, yani telefonla konuşma, kemer takmama ve hız limitine uymama bunlardan bazıları. Hanlı'ya göre bir başka ihlal ‘‘istihap haddi aşımı’’. Kamyonların tamamı fazla yük yüklüyor. Hanlı, ‘‘10 tonluk kamyonu kantara yolluyoruz. 17 ton çıkıyor. 20 ton çıkıyor. Hangisini yollasak böyle. Bir tek kamyon yok ki, istihap haddine uysun. Değişmesi gereken kurallara bunu da koymak lazım. En azından istihap haddi aşımlarında cezayı şoföre değil, yüklenen malın sahibine kesmeliyiz’’ diyor.Hanlı kuralların değişmesiyle ilgili olarak bir başka gerekçenin de altını çiziyor: ‘‘Sık ihlal edilen bu gibi kurallar polisin de töhmet altında kalmasının nedeni oluyor.’’ Hanlı'ya bunun anlamını sordum.

‘‘Trafik polislerinin rüşvet aldığı yolundaki iddialardan söz ediyorum. Muhakkak ki alan var. Bunlar çok da olabilir. Ama bir insan karakol polisini yılda 1 kere görür, trafik polisini günde 10 kere, her köşe başında görür. Bu görüşmelerde temas arttıkça polisin kirlenmesine de katkı oluyor’’ diyor.

Ali Kemal Hanlı, polisin bu gibi suçlardan dolayı sık sık ve rasgele vatandaşla karşı karşıya gelmesinin rüşvet önerilerini de beraberinde getirdiğini, kuralların değişmesiyle bu gibi suçların ortadan kaldırılarak rüşvetin yaygınlığının da azaltılabileceğini anlatıyor. Hanlı bizim yazdığımız çerçevenin içine yeni unsurlar da katıyor.

Bu durumu daha geniş platformlarda tartışmak gerektiğini düşünüyorum.

Herhalde tecrübeli İçişleri Bakanımız da düşünüyordur.

Yoksam merak etmeyin


SEVGİLİ okurlar. Birkaç günlük bir iş için yurtdışında bulunacağım.

Pazartesi günkü yazımı ulaştıramaz isem pazartesi günü köşe kapalı olabilir.

Merak etmeyin.

Pazartesi yoksam bile salı buradayım.

NOT: Pazartesi yazım yoksa bazıları da gereksiz yere sevinmesinler.
Yazının Devamını Oku

2903 yıl öncesinden bir bayram kutlaması

27 Eylül 2003
GALATASARAY Lisesi'nden bir arkadaşım, çok güzel bir yazı yollamış. Belki daha önce görmüş, bir yerlerde okumuş olabilirsiniz. Belki içindekilerle parça parça bir şekilde karşılaşmış olabilirsiniz. Ama ben yine de sizinle paylaşmak istedim:Milat'tan 900 yıl önce yani bundan 2903 yıl evvel insanlar bir tapınağa aşağıdaki yazıyı asarlar.Sıraya girip okurlar... Birbirlerine sarılırlar... Bayramlarını kutlarlardı.İşte o yazı:‘‘Gürültü patırtının ortasında sessizce, sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur var. Sakın bunu unutma.Herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık, unutmak olsun. Bağışla ve unut... Ama kimseye teslim olma...İçten ol; telaşsız anlat... Kısa, açık ve net konuş...Başkalarına da kulak ver... Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları, çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.Yalnız yaptığın planların değil, başardıklarının da tadını çıkar...Sevebileceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın.Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol...Sevmiyorsan eğer sever gibi yapma...Çevrene, tanıdıklarına önerilerde bulun...Fakat asla hükmetmeye kalkma.İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.Ve unutma ki, insanlığın sevgi konusunda yüz yıllardır öğrenebildiği kumsaldaki bir kum taneciği bile değildir.Hayatta kaybedebilirsin. Kaybetmeyi ahlaksızca bir kazanca tercih et.Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.Yıllar geçiyor, geçecek... Yılların geçmesine öfkelenme...Gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin verme.Rüzgarın yönünü değiştiremiyorsan eğer yelkenlerini rüzgara göre ayarla...Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.Ara sıra kendini tutamayabilirsin... Yüreğini isyana kaptırabilirsin...Fakat unutma: Evreni yargılamak imkansızdır.Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendinle barış içinde ol...Sabırlı, sevecen ol... Erdemini yitirme...Önünde sonunda sahip olduğun tek servet yine kendinsin.Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.Xsentos, Milattan Önce 9. yüzyıl’’Trafik Şube Müdürü: Yasalar değişirse rüşvet de azalır‘TRAFİK kuralları değişsin’’ diye yazdım. İstanbul Trafik Şube Müdürü Ali Kemal Hanlı, ‘‘Haklısınız ama değişmesi gereken kurallar sadece onlar değil’’ dedi. Hanlı'nın elinde istatistiki bilgiler var. En fazla yapılan ihlallerle ilgili veriler. Benim yazdıklarım, yani telefonla konuşma, kemer takmama ve hız limitine uymama bunlardan bazıları. Hanlı'ya göre bir başka ihlal ‘‘istihap haddi aşımı’’. Kamyonların tamamı fazla yük yüklüyor. Hanlı, ‘‘10 tonluk kamyonu kantara yolluyoruz. 17 ton çıkıyor. 20 ton çıkıyor. Hangisini yollasak böyle. Bir tek kamyon yok ki, istihap haddine uysun. Değişmesi gereken kurallara bunu da koymak lazım. En azından istihap haddi aşımlarında cezayı şoföre değil, yüklenen malın sahibine kesmeliyiz’’ diyor. Hanlı kuralların değişmesiyle ilgili olarak bir başka gerekçenin de altını çiziyor: ‘‘Sık ihlal edilen bu gibi kurallar polisin de töhmet altında kalmasının nedeni oluyor.’’ Hanlı'ya bunun anlamını sordum.‘‘Trafik polislerinin rüşvet aldığı yolundaki iddialardan söz ediyorum. Muhakkak ki alan var. Bunlar çok da olabilir. Ama bir insan karakol polisini yılda 1 kere görür, trafik polisini günde 10 kere, her köşe başında görür. Bu görüşmelerde temas arttıkça polisin kirlenmesine de katkı oluyor’’ diyor. Ali Kemal Hanlı, polisin bu gibi suçlardan dolayı sık sık ve rasgele vatandaşla karşı karşıya gelmesinin rüşvet önerilerini de beraberinde getirdiğini, kuralların değişmesiyle bu gibi suçların ortadan kaldırılarak rüşvetin yaygınlığının da azaltılabileceğini anlatıyor. Hanlı bizim yazdığımız çerçevenin içine yeni unsurlar da katıyor. Bu durumu daha geniş platformlarda tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Herhalde tecrübeli İçişleri Bakanımız da düşünüyordur. Yoksam merak etmeyinSEVGİLİ okurlar. Birkaç günlük bir iş için yurtdışında bulunacağım. Pazartesi günkü yazımı ulaştıramaz isem pazartesi günü köşe kapalı olabilir. Merak etmeyin. Pazartesi yoksam bile salı buradayım. NOT: Pazartesi yazım yoksa bazıları da gereksiz yere sevinmesinler.
Yazının Devamını Oku

Üniversite öğrencilerine Meclis'te staj imkánı

26 Eylül 2003
<B>AMERİKA </B>Birleşik Devletleri'nde hem senatoda, hem de temsilciler meclisinde güzel bir uygulama vardır.<br> Amerika'nın önde gelen üniversitelerinde okuyan ‘‘başarılı’’ gençler, her yıl bu iki kuruma ‘‘staj’’ yapmak üzere başvururlar.

Aralarından seçilenler senatör ve milletvekillerinin yanında belirli bir süre çalışırlar.

Öyle palavradan gidip gelmezler.

Raporlar hazırlarlar, dünyayı takip ederler, aldıkları bilgileri senatörlere aktarırlar, kendi dallarıyla ilgili çalışmalar yaparlar, senatörlerin seçmenleriyle ilişkilerinde aktif rol alırlar.

Bu hem senato ve temsilciler meclisi üyelerinin gençlerle temasını sağlar, ufuklarını açar, hem de gençlerin genç yaşta devletin işleyişi ile ilgili bilgi edinmelerini, ülkelerine hizmet edebilmelerini sağlar.

Bu düzen Amerika'da yıllardır saat gibi işler.

Hatta kimi senatörler, görev aldıkları komisyonların içeriği doğrultusunda ‘‘yabancı’’ ülkelerden gelmiş öğrencilere bile yanlarında staj imkánı sağlarlar.

Bu sistem Türkiye'de ne yazık ki yoktur.

Bizde gençlerin, Türkiye'nin en yüce kurumu Meclis'in çalışmalarına göz atabilme şansları sadece ‘‘23 Nisan’’larla sınırlıdır. O gün birkaç çocuk Meclis'e sokulur. Sıralara oturtulur ve ‘‘Laf olsun torba dolsun’’ misali göstermelik olarak Türkiye'nin yönetimine katılırlar.

Fakat bugünlerde bu konuyla ilgili çok güzel bir çalışma yapılıyor. Projeyi geliştiren Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü.

Onlara destek veren ise AKP Gençlik Kolları.

Projeye göre, 81 ilden mülakatla belirlenecek 150 öğrenci Meclis'e gelecek.

Bunlar, stajyer öğrenci kabul edeceğini belirten 150 milletvekilinin yanında 4 hafta süreyle staj yapacaklar.

Doğu illerinin milletvekillerine Batı illerinden gelen öğrenciler, Batı illerinin milletvekillerine ise Doğu'dan gelen öğrenciler stajyer olarak verilecek. 4 haftalık sürenin sonunda 150 öğrenci 1 haftalık bir süre için ‘‘model parlamento’’ oluşturacaklar. Bu ‘‘Gençlik Parlamentosu’’, gençlik sorunlarıyla ilgili bir yasa tasarısı hazırlayacak.

İşin son bölümü biraz fantezi ama gençlerin Meclis'te staj yapması gerçekten güzel bir proje ve bence devamlılık arz etmesi gereken bir durum.

Bu proje şimdi Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın onayını bekliyor.

Umarım bu çalışma başlatılır.

Doktor doktor baksana

BIÇAK parası isteyen doktorları herkes eleştiriyor. Eleştiri kolaydır ve genelde haklıdır. Ama bazı gerçekleri de kimsenin göz ardı etmemesi gerekir.

Doktorların üniversitelerde döner sermayeden aldıkları paralar kısılırken, çok ameliyat yapan ve ter döken doktorla, poposunun üzerinde oturan doktor arasında ‘‘emeğe orantılı’’ bir ücret dengesi sağlanamazken doktorlara çok da kızmaya hakkımız olmadığını düşünüyorum.

Bakın size bir mektup nakledeyim:

‘‘Ben bir subayım. Eşimse doktor. Eşim benden yüzde 50 oranında daha az para kazanıyor. Aldığı maaş, bir uzman çavuş veya bir polis memuru ile aynı miktarda. Her gün ortalama yüz hastaya bakıyor. Sağlık ocağında çalıştığı için döner sermayeden aldığı ek ücret ise komik miktarda. Bazı sorularım var:

1. Sizce sağlıktan önemli bir konu var mıdır?

2. Bir doktor, bir polis memuruyla aynı ücreti alacaksa niye 6 yıl okusun?

3. Bu maaşı alan doktorlardan ne hayır gelir?

4. Bu maaşla kendine bakamayan doktor hastasına nasıl bakar?

5. Bir doktorun sıradan bir memurdan bir farkı olmamalı mıdır?

6. Sağlık önemli değilse, gazetelerde neden bu kadar çok sağlık haberi vardır?

7. 800 milyon maaşla geçinilebilir mi?

8. Sağlık bakanları ne iş yapar?

9. Her şeyin başı sağlık lafı bir Japon atasözü müdür?’’

Bu yazılanlar ne kadar haklıysa, bizim de doktorlara kızmaya o kadar hakkımız var!

Doktorlara değil, doktorları bıçak parası istemeye muhtaç bırakan kafaya kızalım.

Ne sizi yıldırabilirler, ne de beni

BANA yönelik olarak pazar gününden beri yapılan düzenli ve bilinçli saldırılar sırasında dayandığım tek bir şey vardı, siz okurlarım.

Yıllardır bu köşeyi okuyan, artık ailemden biri gibi olan ve beni ailelerinden biri gibi kabul eden okurlarım.

Bu ‘‘hain’’ linç girişimi sırasında bana çektiğiniz binlerce faksla, ondan kat kat fazla e-postayla, Hürriyet santralına ettiğiniz binlerce telefonla bana destek verdiniz.

Bir dostum, ‘‘Fatih, bütün bunlara nasıl dayanabiliyorsun. Hakkında gazetelerde tek satır yalan haber veya olumsuz bir haber çıkanlar bunalıma giriyor, hayata küsüyor. Sen nasıl dayanıyorsun?’’ diye sordu.

Dayanıyorum, çünkü siz varsınız.

Yıllardır bu köşede çeşitli konularda birlikte mücadele ettiğimiz siz varsınız. Sizin desteğiniz var. Bu dayanma gücü benim değil, sizin.

Ne mutlu ki, bana saldırmak için pusuda bekleyenlerin bulabildiği tek malzeme, bir maçta bana küfreden birine karşı yaptığım hareket.

Ve yine bana ne mutlu ki, siz beni tanıyor biliyorsunuz.

Bana çektiğiniz faksları okurken bazen gözlerim doluyor.

‘‘... Gerek yazılarınızda, gerekse programlarınızda ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini hiçbir güç ve kuvvete boyun eğmeden korkusuzca, kahramanca dile getiriyorsunuz. Sizin bir okuyucunuz olarak, özellikle de bugünkü yazınızdan dolayı (çarşamba günkü yazım), hem bir Fenerbahçe taraftarı, hem AKP'ye oy vermiş bir yurttaş olarak teşekkürlerimi sunuyorum...

Allah yardımcınız olsun’’
diye yazan okurlarım varken, ben hiçbir şeyden yılar mıyım?

Biliyorum ki, doğruluk her zaman kazanır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendini geliştirmeyenin toplumun gelişmesine katkıda bulunamayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku